Şeytanın tasarrufuna inanıyorlar da

Şeytanın tasarrufuna inanıyorlar da

Vehhabilerin Feth-ül mecid kitabı, 75.sayfasında bazı İslam âlimlerinin, evliyaların isimlerini vererek, (...bunların kitapları, Ebu Cehlin hatırlarına gelmeyen şirk ile doludur) diyor.

CEVAP
İnsanların üstünlerinin, yani Peygamberlerin, meleklerin üstünlerinden daha yüksek olduklarını, bu vehhabi kitabı da yazmakta, meleklerin tasarruf ve tesirlerine inanmakta, fakat Allahü teâlânın Evliyasına keramet olarak, tesir ve tasarruf verdiğine ise inanmamakta, buna inananlara müşrik demektedir. Ehl-i sünnet âlimleri, vehhabilerin ortaya çıkacaklarını, keramet olarak, bilmişler, bunlara, yıllarca önce cevaplar yazmışlardır. Bu âlimlerin başında, Muhyiddin-i Arabi ve Sadreddin-i Konevi ve Celaleddin-i Rumi ve Seyyid Ahmed Bedevi ve imam-ı Rabbani hazretleri gibi Veliler bulunmaktadır. Vehhabiler, işte bunun için, bu Velileri beğenmiyorlar.

Kâfire verilen şey, sevgili kullara verilmez mi?
Sihirle, kâfirlerin ne harika şeyler yaptığı Kur’an-ı kerimde bildiriliyor. Hatta Şeytanın bile, çok harikalar gösterdiği yazılıdır. Kâfir harika gösteriyor da evliya gösteremez mi?

Hakimi Semerkandi İshak bin Muhammed hazretleri buyuruyor ki:
Evliyanın kerametine inanmak lazımdır. Evliyanın kerametine inanmayan, bid’at sahibi, sapık olur. Evliyanın kerametine inanmamak iki türlü olur:
1- Kerametleri bildiren âyet-i kerimelere inanmıyorsa, kâfir olur.
2- Âyet-i kerimelere inanır, ama onlar Peygamber idi, evliyadan keramet olmaz derse, yine kâfir olur. Âyet-i kerimelere inanır ve onlar Peygamber değil idi demezse küfür olmaz.

Allahü teâlâ, Belkıs’ın tahtını [oturduğu koltuğu] bir anda getirenin ilim sahibi olduğunu bildiriyor. Bu da, Asaf bin Berhıya idi. Veli idi. Peygamber değildi. Süleyman aleyhisselamın ümmetinden idi. Süleyman aleyhisselamın ümmetinden biri keramet gösterebiliyor da, Muhammed aleyhisselamın ümmetinin evliyası niçin keramet gösteremesin?

Muhammed aleyhisselam, Süleyman aleyhisselamdan elbet daha üstündür. Muhammed aleyhisselamın ümmeti de, Süleyman aleyhisselamın ümmetinden elbet daha üstündür.

Meryem suresinin (Hurma kütüğünü kendine doğru çek! Sana ondan taze hurma düşer) mealindeki 24. âyetinde, Allahü teâlâ, hurma kütüğünden, Hazret-i Meryem için meyve çıkardığını bildiriyor. Hazret-i Meryem, Peygamber değildi. Zekeriya aleyhisselamın, Hazret-i Meryem’in yanında gördüğü meyveler ve Eshab-ı Kehf vak’ası hep keramet idi. Bu kerametlerin sahipleri de Peygamber değildi.

Önce gelen Peygamberlerin ümmetlerinde, keramet sahibi Veliler bulunuyor da, Muhammed aleyhisselamın ümmetinde keramet sahibi Evliya niçin bulunmasın? A. İmran suresinin 110. âyetinde, (Siz, ümmetlerin en iyisi oldunuz) buyuruldu. Keramete inanmayanlar bu sözümüze karşılık, bir kimsenin bir gecede Kâbe’ye gidip gelmesi olamaz derse, Resulullah, bir anda yedi kat göklere ve Allahü teâlânın dilediği yerlere götürülüp getirildi. Bundan büyük harika olur mu?

Mümin mi kıymetlidir, kâfir mi? Kâfirlerden birinin bir anda şarktan garba gidip geldiğini kitaplar bildiriyor ve inanıyoruz. Bu kâfir herkesin bildiği İblistir. Bu kâfire verilen şey, Allahü teâlânın sevgili kullarına niçin verilmesin? Bunu iyi düşünmek ve insaflı konuşmak lazımdır. (Es-Sivad-ül a’zam)

Hayret edilecek şey

Vehhabiler ruhun varlığına ve ölmediğine inanıyorlar. Şeytanın da varlığına ve ölmediğine inanıyorlar. Şeytanın kâfir olduğuna ve yaptıklarına da inanıyorlar. Aşağıdaki âyet-i kerimelerde bildirildiği gibi şeytanın ne yaptığını ve maksadını bizim gibi onlar da biliyorlar.

Lakin, Peygamberlerin ve Evliyaların yani Allah’ın sevgili kullarının ruhlarının tasarruflarına, mucize ve keramet göstermelerine inanmıyorlar. Hayret ki ne hayret! Şeytanın tasarruflarına inanıyorlar da bu sevgili kullarının yani Peygamber ve evliyanın tasarruflarına inanmıyorlar. Halbuki tasarruf kuvvetini, imkanını ve yetkisini veren Allahü teâlâdır. Kâfir İblise verdiğine inanıyorlar da, Peygamber ve evliya kullarına verdiğine inanmıyorlar.

Görmediğimiz için inanmıyoruz diyorlarsa, iblisinkileri görüyorlar mı? Aklımız almadığı için inanmıyoruz diyorlarsa, iblisinkileri akılları nasıl alıyor? Şeytan olunca mı akılları çalışıyor?

Kâfir bir mahluk yapabiliyorsa, Peygamber ve evliya kullar niye yapamasın? Kâfir mahlukuna bu imkan ve yetkiyi veren Allahü teâlâ, Peygamber ve evliya kullarına niye vermesin?

Şeytanın maksadı ve yaptıklarıyla ilgili bazı âyet-i kerime mealleri şöyledir:
(Bir zamanlar biz, meleklere (ve cinlere) "Adem'e secde ediniz" dedik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.) [Bekara 34, Araf, 11, Hicr 30-31, İsra 61, Kehf 50, Taha 115, Sad 73-74]

Kâfire yetki!
(Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlatlarına ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, sadece onları aldatmak için vaad eder.)
[İsra, 64]

(Elbette [salih] kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.) [Hicr 42, İsra 65]

Ne yapacak?
("Sonra elbette onları önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!" dedi.)
[Araf 17]

(Yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!)
[Hicr 39]

(Şeytan ona vesvese verip: “Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi? dedi.)
[Taha 120]

(Şeytan da yaptıklarını onlara güzel gösterdi..)
[Enam 43]

(Şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi.) [Enfal 48]

(Şeytan yaptıklarını onlara hep güzel gösterdi.) [Nahl 63]

(Şeytan, kendilerine, yaptıklarını güzel göstermiş, onları doğru yoldan alıkoymuştur.)
[Neml 24-26]

(Şeytan kendilerine, işlediklerini güzel gösterdi; onları doğru yoldan alıkoydu.)
[Ankebut 38]

(Kulumuz Eyyub, Rabbine: Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi, diye seslenmişti.)
[Sad 41]

(Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın.)
[Fussilet 36]

(Şeytan efendisine onu hatırlatmayı unutturdu...) [Yusuf 42]

(Ey Adem oğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.)
[Araf 27]

(Eğer şeytanın fitlemesi seni dürterse hemen Allah’a sığın...)
[Araf 200]

(Şeytanın peşine düşmeyin, zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.
O size ancak ve daima kötülüğü, çirkin işi ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.)
[Bekara 168-169]

(Şeytan sizi fakirlikle korkutarak cimriliği ve hayasızlığı emreder.)
[Bekara 268]

(Şeytan ayaklarını kaydırıp yoldan çıkarmak istemişti...) [A. imran 155]

(İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur...) [A. imran 175]

(Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister.) [Nisa 60]

(İnanan kullarıma söyle, en güzel şekilde konuşsunlar. Doğrusu şeytan aralarını bozmak ister. Şeytan şüphesiz insanın apaçık düşmanıdır.)
[İsra 53]

((Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, o, bir temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşeri arzular) katmaya kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini (lafız ve mana bakımından) sağlam olarak yerleştirir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
(Allah, şeytanın böyle yapmasına müsaade eder ki) kalblerinde hastalık olanlar ve kalbleri katılaşanlar için, şeytanın kattığı şeyi bir deneme (vesilesi) yapsın. Zalimler, gerçekten (haktan) oldukça uzak bir ayrılık içindedirler.)
[Hac 52,53]

(Ey insanlar! Allah’ın vaadi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın!
Çünkü şeytan, sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman sayın. O, kendi taraftarlarını ancak ateş ehlinden olmaya çağırır.)
[Fatır 5-6]

(Kendileri için doğru yol belli olduktan sonra ardlarına dönenleri, bu işi yapmaya şeytan sürüklemiş, onlara ümit vermiştir.) [Muhammed 25]

(O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile aldattı...) [Hadid 14]

(Şeytan onların başlarına dikilip Allah’ı anmayı unutturmuştur.)
[Mücadele 19]

(Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?) [Yasin 62]

Netice!
(Andolsun İblis, onlar hakkındaki tahminini doğruya çıkardı. İnanan bir zümrenin dışında hepsi ona uydular.
Halbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak ahirete inananı, şüphe içinde kalandan ayırt edip bilinsin diye (ona bu fırsatı verdik.)
[Sebe 20-21]

(İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne fena bir değişmedir!)
[Kehf 50]

(Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.)
[Furkan 29]

((Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: "Allah size gerçek olanı vaad etti, ben de size vaad ettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah’a) ortak koşmanızı reddettim." Zalimler için elem verici bir azap vardır.)
[İbrahim 22]

Veli, keramet, mürşid ne demektir

Veli, keramet, mürşid ne demektir

Sual: Veli, keramet, mürşid ne demektir?

CEVAP
İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabının çeşitli mektuplarından alarak aşağıda bildirelim:

Keramet haktır. Keramet, şirkten kaçıp kurtulmak, marifete kavuşmak, kendini yok bilmektir. Keramet ile istidracı birbiri ile karıştırmamalıdır. Keramet ve keşf sahibi olmak istemek, Allah’tan başkasını sevmek demektir. Keramet, kurb ve marifet demektir. Kerametin çok olması, tasavvuf yolunda yükselirken pek ileri gitmek ve inerken, inişi az olmaktandır. Keramet, yakîni kuvvetlendirmek içindir. Yakîn ihsan olunmuş Velinin keramete ihtiyacı yoktur. Kalbin zikre alışması yanında, kerametin hiç kıymeti yoktur. Evliyanın keşfinde hata olabilir. Keşfin yeri kalbdir. Sahih olan keşfler, hayal değildir. İlham ile kalbde hasıl olur. Hayal karışmış olan keşflere güvenilmez. Evliyanın keşfi, İslamiyet’e uygun olursa, ona güvenilir. Böyle değilse güvenilmez. Evliyanın keşfleri, ilhamları, başkaları için hüccet, senet olamaz. Fakat müctehidin sözü, onun mezhebinde olanlar için hüccettir.

Keşf ve keramet sahibi olmak, derecenin yüksek olmasını bildirmez.
Keşfler, tecelliler, tasavvuf yolunun yolcularında hasıl olur. O yolun sonunda olanlar, hayrette ve ibadettedirler. Evliyanın önüne, boynu bükük gelmelidir ki, fayda elde edilebilsin. Evliyanın elbisesini edep ve saygı ile giyince, çok fayda hasıl olabilir. Allahü teâlâ, Evliyasını büyük günah işlemekten korur. Evliyadan birkaçı, uzak yerlerde görülmüştür. Bu görünüş, ruhlarının, kendi bedenlerinin şeklinde görünmesidir. Evliya, küçük günahtan korunmuş değildirler. Fakat, hemen gafletten uyandırılıp tevbe eder ve iyi işler yaparak, af dilerler. Evliya, insanları hem İslamiyet’in açık emirlerine, hem de ince, gizli bilgilerine çağırırlar. Evliyanın bir kısmı, sebepler âlemine inmemiştir. Bunların Peygamberlik üstünlüklerinden haberleri yoktur. İnsanlara faydalı olmazlar. Feyz veremezler. Evliyanın çoğunda, vilayetin üstünlükleri vardır. Kutblar, evtad ve ebdal böyledir. Bunların gençleri yetiştirebilmeleri, Ali “radıyallahü teâlâ anh”ın yardımı ile olur.

Velilerin yükseklikleri arasındaki farklar, Allahü teâlânın bunları sevmesinin derecesine göredir. Evliyalık, zıllere, gölgelere kavuşmak demektir. Sevgileri ve zevkleri hep zılleredir. Evliyalık, Peygamberliğin zıllidir, gölgesidir. Evliyalığı abdest gibi, nübüvveti namaz gibi bilmelidir. Evliyalık, kötü huylardan kurtulmak demektir. Evliyanın, kendinin Veli olduğunu bilmesi lazım değildir. Evliyalık verilip de, Veli olduğu bildirilmezse, hiç kusur olmaz. Veli olmak için, dünya ve ahiret sevgisini gönülden çıkarmak lazımdır. Peygamberlik üstünlüklerinde, ahirete düşkün olmak iyidir. İnsanda, ruh âleminden gelmiş olan on latife, on kuvvet vardır. Evliyalık ve Peygamberlik üstünlükleri, bu on latifede olur. Evliyalık, fena ve beka demektir. Yani, kalbi dünyaya düşkün olmaktan kurtarıp, Allahü teâlâya düşkün olmaktır. Evliyalık, akıl ile ve düşünmekle anlaşılamaz. Evliyalık, Allahü teâlâya yakınlık demektir. Mahlukları düşünmeyi gönülden çıkaranlara ihsan edilir. Mahlukların düşüncesini gönülden çıkarmaya (Fena) denir.

Evliyalığın bütün üstünlükleri, İslamiyet’e uymakla hasıl olur.
Peygamberliğin üstünlükleri ise, İslamiyet’in görünmeyen, herkesin bilemediği inceliklerine de uyanlara verilir. Peygamberliğin üstünlükleri demek, Peygamberlik demek değildir. Evliyalık derecelerinin hepsini geçip, sonuna varanların keşfleri ve ilham olunan bilgilerin hepsi, Ehl-i sünnet âlimlerinin Nasslardan, yani Kitap ve sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilere tam uygun olur. Evliyalıkta ilerlemenin yarısı yükselmek, yarısı da inmektir. Çok kimse, yalnız yükselmeyi evliyalık sanmış, inişe de, Peygamberlik üstünlükleri demişlerdir. Halbuki, bu iniş de, yükseliş gibi, evliyalıktır. Evliyalıkta cezbe ve süluk vardır. Bu ikisi, evliyalığın iki temel direğidir. Peygamberlik üstünlükleri için, bu ikisi lazım değildir. Evliyalık derecelerinin sonu, kulluk makamıdır. Kulluk makamının üstünde, hiçbir makam yoktur. Veliler Hakka doğrudurlar. Peygamberlikte, hem Hakka, hem de halka doğru olup, birbirine engel olmaz. Evliyanın nefsleri mutmainne olmuş ise de, bedendeki maddelerin ihtiyaç ve istekleri vardır.

Evliyalık, beş derecedir. Herbiri, beş latifeden birinin yükselmesidir. Herbiri, Ulül’azm Peygamberlerden birinin yoludur. Birinci derecesi Âdem aleyhisselamın yoludur. Evliyalığı birinci derecede olan bir Peygamberin evliyalığı, beşinci derecede olan bir Velinin evliyalığından daha kıymetlidir. Evliyalığın (Vilayet-i hassa) denilen en yüksek derecesine kavuşabilmek için, nefsin fani olması lazımdır. (Ölmeden önce ölünüz!) emri, bu faniliği göstermektedir.

Evliyalık, ya hassa [hususi] olur veya umumi olur. Vilayet-i hassa, Muhammed aleyhisselamın evliyalığıdır. Onun ümmetinden, ona tam tâbi olan evliya da bu vilayete kavuşabilir. Bu vilayet, tam fena ve olgun bekadır. Burada nefs fani olmuş, Allahü teâlâdan razı olmuştur. Allahü teâlâ da, ondan razıdır. Evliyalığın yüksekliği, beş latifenin derecesine, sırasına göre değildir. En yüksek derecedeki (Ahfa) latifesinin evliyalığına kavuşmak, öteki derecelerde bulunan Evliyadan daha yüksek olmayı göstermez. Evliyalığın üstünlüğü, asla yakınlık ve uzaklıkla ölçülür. Kalb denilen aşağı derecedeki latifenin evliyalığına kavuşmuş bir Veli, asla daha karib [yakın] olunca, ahfa latifesinde bulunan, fakat o kadar yakın olmayan Veliden daha üstün olur.

Muhammed aleyhisselamın evliyalığına kavuşan Veli, geri dönmekten korunmuştur. Yani bulunduğu dereceyi kaybetmez. Öteki Veliler, korunmuş değildirler, tehlikededirler. Evliyalık, yalnız kalbin ve ruhun fani olması ile hasıl olabilir. Fakat, bunların fani olmaları için, öteki üç latifenin de fani olmaları lazımdır. Evliyanın evliyalığına (Vilayet-i sugra) denir. Peygamberlerin evliyalığına (Vilayet-i kübra) denir. Vilayet-i sugranın sonu, enfüsdeki ve afaktaki ilerlemenin sonuna kadardır. Vilayet-i sugrada, vehmden ve hayalden kurtuluş yoktur. Vilayet-i kübrada vehmden ve hayalden kurtuluş vardır. Vilayet-i sugra, beş latifenin, arşın dışındaki asıllarını geçtikten sonra başlayıp, bu asılların da asılları olan, Allahü teâlânın sıfatlarının zıllerini, görünüşlerini geçince, biter. Vilayet-i sugra afakta ve enfüsde, yani insanın dışındaki ve içindeki mahluklarda olur. Yani zıllerde, görünüşlerde olur. Bunda sona erenler, (Tecelli-yi berki)ye, yani şimşek gibi çakıp geçen tecellilere kavuşurlar. Vilayet-i kübra, bu tecellilerin [görünüşlerin] aslında olur. Allahü teâlâya yakın olan ilerlemedir. Peygamberlerin evliyalığı böyledir. Burada, tecelliler, daimidir. Vilayet-i sugra, (cezbe) ile (süluk)dür.

Evliyalık kemalatına kavuşmak, süluk, yani çalışarak ilerlemek, kalbin zikir etmesi ve murakaba ve rabıta ile olur. Peygamberlik kemalatında ilerlemek ise, Kur’an-ı kerim okumakla ve namaz kılmakla olur. Bundan sonra ilerlemek için hiçbir sebebin tesiri yoktur. Ancak, Allahü teâlânın lütfu ve ihsanı ile olur. Ne kadar ilerlerse ilerlesin, İslamiyet’ten dışarı çıkamaz. İslamiyet’e uymakta sarsıntı olursa, bütün vilayet dereceleri yıkılır. Bundan da yukarı yükselmek, muhabbet ile, sevmek ile olur. Lütuf ve ihsan başkadır. Aşk ve muhabbet başkadır. Peygamberlerin evliyalığı bile Peygamberlik üstünlükleri yanında aşağıdadır. Vilayet-i Muhammediyye, bütün Peygamberlerin vilayetlerini kendisinde toplamıştır. Peygamberlerden birinin vilayetine kavuşmak, bu (Vilayet-i hassa)nın bir parçasına kavuşmaktır. Velinin inişi çok olunca, üstünlüğü de çok olur. Velinin bâtını, yani kalbi ve ruhu ve öteki latifeleri zahirinden, yani duygu organlarından ve aklından ayrılmıştır. Zahirinin gafil olması, bâtınına ulaşamaz. Hiçbir Veli, hiçbir Peygamberin derecesine ulaşamaz. Bir Veli, bir bakımdan, bir Peygamberin üstünde olabilir. Fakat, her bakımdan, bu Peygamber, bu Veliden daha üstündür. Veli, küçük günah işleyebilir. Fakat, hemen tevbe eder ve velilik derecesinden atılmaz. Tasavvuf yolunda aranılan şey, fenanın ve bekanın, tecellilerin ve zuhurların, şühud ve müşahedenin, söz ve mananın, ilim ve cehlin, isim ve sıfatın, vehm ve aklın ötesindedir.

Mürşid yani Rehber, insanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturan vasıtadır. Talebe rehberini ne kadar çok severse, Onun kalbinden feyz alması da, o kadar çok olur. Mürşid vesiledir, Resulullahın mübarek kalbinden çıkıp, mürşidlerinin kalbleri vasıtası ile, kendi kalbine gelen feyzleri neşr eden bir vasıtadır. Maksat, Allahü teâlâdır. Mürşid-i kamil, emme basma tulumba gibidir. Kalb makamına inmiş olup, kendi mürşidinden aldığı feyzleri, marifetleri, talebesine ulaştırır. Rehberini inciten veya inanmayan, hidayete kavuşamaz. [Bunun için vehhabiler, Allahü teâlânın feyzlerinden, marifetlerinden mahrumdurlar.] Rehberini incitenden kalbin kırılmazsa, köpek senden daha iyidir, buyurmuşlardır. Rehberine inanmakta, güvenmekte sarsıntı olursa, feyz alamaz. Bu sarsıntının ilacı yoktur. Rehberden feyz almak için teveccüh olmaksızın, yalnız onu sevmek yetişir. Rehber ile bulunanların, imanları kuvvetlenir. İslamiyet’e uymak isteği hasıl olur. Rehberin sözleri, halleri, hareketleri, ibadetleri hep İslamiyet’e uygundur. Ona uyan, onu dinleyen, Resulullaha uymuş olur. Böyle olmayan kimse, rehber olamaz.

Tasavvuf, Resulullahın izinde bulunmaktır. İnsanların yaratılışlarına göre, ayrı yollar hasıl olmuştur. Tasavvuf, ihlası arttırmak içindir. Tasavvuf yolunda Rehber lazımdır.

Allahü teâlâya kavuşturan yol ikidir: Nübüvvet yolu, Vilayet yolu. Nübüvvet yolu asla kavuşturur. Nübüvvet yolunda, fena, beka, cezbe ve süluk gibi şeyler yoktur. Vilayet yolunda ilerlemek için her şeyi [dünyayı ve ahireti] unutmak lazımdır. Gönlün bunlara bağlı olmaması lazımdır. Nübüvvet yolunda ahireti unutmak lazım değildir.

Tasavvuf, imanı kuvvetlendirmek ve İslamiyet’e uymakta kolaylık duymak içindir. Tarikat ve hakikat, İslamiyet’in hizmetçileridir. Tarikat, mahlukları yok bilmektir. Hakikat, Allahü teâlâyı var bilmektir.
Birincisi, herkesten kaçıp, bir yere kapanmak demek değildir. Emr-i maruf, nehy-i münker, cihad ve sünnetlere uymaktır.
(Mektubat-ı Rabbani)

Vesile arayın

Vesile arayın

Sual: Maide suresinin, (Allah’a yaklaşmak için vesile arayın) mealindeki 35. âyet-i kerimesinde, Allahü teâlânın yaratması için, vesileye [sebeplere] yapışmak emredilmektedir. Sebeplere yapışmak nasıl olur?

CEVAP
Etkisi kesin olan sebeplere yapışmak farzdır. Mesela, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için, dine uymak ve dua etmek emrolundu. Diğer sebepler ve tesirleri açıkça bildirilmediği için, bunlara uymak sünnet oldu.

Peygamberlerin ve Evliyanın ruhlarından ve ilaçlardan şifa beklemek ve dertlerden, belalardan kurtulmak için bunları vesile yapmak sünnet oldu. Mezhepsizler, bu sünnete şirk, küfür diyerek, âyet-i kerimeye zıt konuşuyorlar. Evliya, enbiya yaratıcı değildir. Allahü teâlâ, istenilen şeyi onların hürmetine yaratır. Yani onlar vesiledir, sebeptir.

Cenab-ı Hak, her şeyi yoktan yarattığı halde, yaratmasına bazı şeyleri sebep kılmıştır. Mesela Hazret-i Âdem’i ana-babasız yaratmış; fakat çamuru vesile kılmıştır. Bütün çocukları yaratan da Allahü teâlâdır. Fakat çocukların yaratılması için, ana-babayı vesile kılmıştır. Hazret-i Âdem’i yarattığı gibi, bütün insanları da ana-babasız yaratabilirdi. Fakat ana-babayı vesile kılmıştır. Onun âdeti böyledir.

Mevlana Abdülhakim-i Siyalkuti hazretleri buyuruyor ki:
(Dua eden, Allahü teâlâdan istemektedir. Duasının kabul olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vasıta yapmaktadır. (Ya Rabbi, bu sevgili kulunun hatırı ve hürmeti için bana da ver) demektedir. Yahut evliyadan bir zata, (Ey Allah’ın velisi, bana şefaat et, bana vasıta ol, benim için dua et) demektedir. Dilekleri yerine getiren, yalnız Allahü teâlâdır. Veli, yalnız vesiledir, sebeptir. O da fanidir, tasarrufu, gücü yoktur. Böyle inanmak, Allah’tan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de dua istemek, bir şey istemek yasak olurdu. Diriden de dua istemek, bir şey istemek, yasak edilmedi. Bir cahil, dileğini Allah’ın kudretinden beklemeyip (Veli yaratır) der, bu düşünce ile ondan isterse, bu elbette yanlıştır. Bunu ileri sürerek, İslam âlimlerine dil uzatmak çok yanlıştır.) [Zâd-üllebib]

Abdülhak-ı Dehlevi
hazretleri buyuruyor ki:
(İnsan ölürken ruhunun ölmediğini âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Kâmillerin, velilerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya manevi olarak yakındırlar. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan, ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın, dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diriler vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes, her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olmaktadır.) [Mişkat]

Ali Ramiteni
hazretleri buyurdu ki:
(Günah işlememiş bir dil ile dua ediniz ki, kabul olsun!) Yani, Huda dostlarının huzurunda tevazu eyleyiniz, yalvarınız da, sizin için dua etsinler. İstigase, yani bir Veliye tevessül de, bu demektir.
[İsa aleyhisselama gelip derler ki, dua ediyorsunuz, devasız hastalıklar iyi oluyor. Hangi duayı okuyorsunuz, bize de söyler misiniz? İsa aleyhisselam da onlara okuduğu duayı söyler. Adamlar bir süre sonra tekrar gelirler, efendim okuyoruz okuyoruz bir şey olmuyor, acaba bize yanlış dua mı öğrettiniz derler. İsa aleyhisselam, (Dua doğru ama ağız yanlış) buyurur, yani doğru dua öğrettim, dua aynı dua ama, ağız aynı ağız değil!]

İmam-ı Nesefi hazretleri buyuruyor ki:
(Her mümin uykuda da mümin olduğu gibi, öldükten sonra da mümindir. Bunun gibi Peygamberler, öldükten sonra da Peygamberdir. Çünkü, Peygamber olan ve iman sahibi olan ruhtur. İnsan ölünce, ruhunda bir değişiklik olmaz. (Umdet-ül-itikad)

İnsan ruh demektir. Beden, ruhun konak yeridir. Kıymetli olan, ev değil, evde oturanlardır. Cebrail aleyhisselam, Peygamber efendimize insan şeklinde görünürdü. Ekseriye, Dıhye ismindeki sahabi şeklinde görünürdü. Eshab-ı kiramdan bazıları da, Cebrail aleyhisselamı insan şeklinde gördüler. Cebrail aleyhisselam insan şeklinden çıkarak, kendi şekline girince, ruh gibi olunca, yok oluyor denilemez. Şekil değiştirdi denilir. İnsan ruhu da, bunun gibidir. İnsan ölünce, ruhu bir âlemden başka âleme geçmektedir. Ruhun böyle değişikliğe uğraması, kerametinin kalmayacağını göstermez.

Şafi’i âlimlerinden Celaleddin-i Süyuti hazretleri diyor ki:
Kerametin yirmiikincisi, Evliyanın çeşitli insanların şekillerinde görülmesidir. (Tabakat-ül-Kübra)
Ehl-i sünnet âlimleri, Meryem suresinin, ([Cebrail Meryem’e] insan şeklinde göründü) mealindeki16. âyetinden, Evliyanın ruhlarının çeşitli şekillerde görüleceğini anlamışlardır.

Ruhun ölmediğine inanmayan yoktur. Bunun için, onun duyduğuna, işittiğine, gördüğüne de inanmak gerekir. Böyle olunca, ruhtan şefaat dilemek, ondan yardım istemek gibi, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta olmasını beklemeye, itiraz edilmez. Bozulmuş dinler bile, insan ölünce, ruhun diri kaldığını bildiriyor. Diri insanlar, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep oldukları gibi, diri ruhların da, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacağı inkâr edilemez.

Allahü teâlânın bu ümmete ikramı

Allahü teâlânın bu ümmete ikramı

Sual: Keramet hak ise, Eshab ve Tâbi’in neden hiç keramet göstermediler?

CEVAP
Kerameti inkâr etmek, İslamiyet’ten haberi olmamayı ve çok cahil olmayı açıkça göstermektedir. Eshab-ı kiram hiç keramet göstermedi demek de, alçakça ve çok çirkin bir yalandır. Eshab-ı kiramdan herbirinin yüzlerce kerametlerini kıymetli kitaplar yazmaktadır. Yusuf-i Nebhani’nin Cami-ul-keramat kitabında ellidört Sahabinin kerametleri, vesikaları ile birlikte arabi yazılıdır.

Bunlardan birkaçını bildirelim:

Keramet ehli zatlar
Hazret-i Ebu Bekir
, vefat edeceği zaman, (Ya Âişe, bir oğlum ile iki kızım sana emanettir) dedi. (Babacığım benim bir kız kardeşim var. Öteki nerede?) diye sorunca, (Hanımım hamiledir) dedi. Vefatından sonra bir kızı doğdu. (Şevahid)

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı şeyleri haber veren keramet ehli zatlar vardı. Ümmetimden ise Ömer onlardandır.) [Buhari, Müslim, Tirmizi]

Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordu mağlup olmak üzere iken, bu hali görüp, kumandana, (Ya Sariye, arkanı dağa ver) buyurdu. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu. (Cami-ul-keramat, Kısas-ı enbiya, Şevahid, İrşad-üt-talibin)

Hazret-i Ali
, vefat edeceği zaman, (Tabutumu Arneyn’e götürün, orada ışık saçan bir kaya görürsünüz. Beni oraya defnedin!) buyurdu. Öyle yaptılar, buyurduğu gibi buldular. (Şevahid)

Hazret-i Osman
, yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın) buyurdu. O kimse, (Nereden bildin?) dedi. Hazret-i Osman da, (Müminin firasetinden korkun, o, Allah’ın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buhari) (Cami-ul-keramat)

Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah
, insanların yolunu kesen aslana, (Derhal uzaklaş) diye kızınca, aslan kuyruğunu sallayarak uzaklaştı. İbni Ömer hazretleri, “Resulullah elbette doğru söyler” diyerek, (Allah’tan korkandan her şey korkar) hadis-i şerifini bildirdi. (Hakim)

Hazret-i Hubeyb
, esir edilince, yanına gelenler, onun önünde taze üzüm görürlerdi. (Buhari)

Avn bin Abdullah
güneşte uyurken, bir bulut ona gölge ederdi. (Ebu Nuaym)

Evliyadan bunun gibi binlerce keramet işitilmiştir. Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin kerametleri ise pek meşhur olmuştur. Keramet haktır, inkâr eden ahmaktır. (Avarif-ül-mearif)

Eshab-ı kiram, bütün evliyadan üstün olduğu halde, kerametleri az duyulmuştur. Asr-ı saadetteki insanların imanı kuvvetli idi. Kerametle imanlarının kuvvetlenmesine ihtiyaç yok idi. Daha sonra gelenlerin imanı zayıfladı. İmanlarının kuvvetlenmesi için keramete ihtiyaç hasıl oldu. Onun için daha sonra gelen evliyada keramet çok görüldü. (Şevahid)

Şevahid-ün Nübüvve
’de diyor ki:
Hazret-i Hasan, Abdullah bin Zübeyr ile yola çıkmıştı. Bir hurmalıkta dinlendiler. Ağaçlar kurumuştu. Abdullah bin Zübeyr, ağaçta hurma olsaydı, iyi olurdu dedi. Hazret-i Hasan, dua etti. Bir ağaç hemen yeşerip hurma ile doldu. Bu bir sihirdir denildi. Hazret-i Hasan, hayır, Resulullahın torununun duası ile Cenab-ı Hak yarattı, buyurdu.

Ali Zeynelabidin bin Hüseyin çoluk çocuğu ile kırda yemek yiyorlardı. Bir ceylan yakınlarında durdu. Ey ahu! Ben Zeynelabidin Ali bin Hüseyin bin Ali, anam Fatıma binti Resuldür. Gel, sen de ye dedi. Ceylan gelip yedi ve gitti. Sofradaki çocuklar, yine çağır diyerek yalvardılar. Bir şey yapmazsanız çağırırım buyurdu. Yapmayız dediler. Yine çağırdı. Geldi, yedi. Bir çocuk elini hayvanın sırtına sürdü. Ürküp kaçtı.

Muhammed bin Hanefiyye, imam-ı Zeynelabidin’e, (Ben senin amcanım ve yaşça da senden büyüğüm. İmameti bana bırak) dedi. Hacer-ül esved’den sormaya karar verdiler. Taş titredi, (İmamet Zeynelabidin’in hakkıdır) sesi işitildi.

İmam-ı Ali Rıza, bir duvar yanında oturuyordu. Önüne bir kuş gelip ötmeye başladı. İmam hazretleri, yanında oturana bu kuş ne diyor anlıyor musun dedi. Hayır, dedi. Yuvama yılan yaklaştı. Gelip yavrularımı yiyecek. Bizi bu düşmandan kurtar diyor. Kuş ile git! Yılanı bul, öldür buyurdu. Gitti, buyurduğu gibi buldu.

Resulullahın azat etmiş olduğu kölelerinden Sefine diyor ki, deniz yolcusu idim. Fırtına çıktı. Gemi battı. Bir tahta üstünde kaldım. Dalgalar, beni sahile götürdü. Bir orman içine düştüm. Karşıma bir aslan çıktı. Ey aslan! Ben, Resulullahın Sahabisiyim dedim. Boynunu büktü. Bana sürtündü. Yol gösterdi. Ayrılırken mırıldandı. Veda ettiğini anladım.

Eyyub-i Sahtiyani, bir arkadaşı ile çölde kalmıştı. Arkadaşının susuzluktan dili sarkıyordu. Derdin mi var dedi. Susuzluktan ölmek üzereyim dedi. Kimseye söylemezsen sana su bulayım dedi. Söylemem diye yemin etti. Ayağını yere vurunca, su belirdi, içtiler. Eyyub ölünceye kadar arkadaşı bunu kimseye söylemedi.
[Görülüyor ki, Allahü teâlâ, sevdiği kullarına kerametler ihsan etmektedir. Veliler, kerametlerini saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler.]

Hamid-i Tavil diyor ki, Sabit Benani’yi kabre koyup örterken bir tuğla düştü. Sabit Benani’nin kabirde namaz kıldığını gördük. Kızına sorduk. Babam elli sene hep gece namaz kılar ve seher vakitleri dua ederek, ya Rabbi! Peygamberlerden başka kullarına kabirde namaz kılmak nasip ettin ise, bana da nasip et derdi, dedi.

Habib-i Acemi’yi Terviye günü Basra’da, ertesi arefe günü Arafat’ta görürlerdi. [Habib-i Acemi, Hasen-i Basri’nin talebesidir.]

Fudayl bin İyad diyor ki, gözleri kör biri, Abdullah bin Mübarek hazretlerine gelip, gözlerinin açılması için dua etmesini istedi. Abdullah, uzun dua etti. Gözleri hemen açıldı. Gözleri açılmış görenler çok idi. [Abdullah bin Mübarek, İmam-ı a’zamın talebesidir.]

Şevahid-ün Nübüvve
kitabından aldığımız yukarıda yazılı, Eshab-ı kiramın ve Tâbi’inin kerametleri, mezhepsizlerin yalan söylediklerini ortaya koymaktadır. Eshab ve Tâbi’in hiç keramet göstermediler diyerek, müslümanları aldatmak istiyorlar.

Abdülgani Nablüsi hazretleri buyurdu ki:
(Evliyalığı inkâr etmek, dinin bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Evliya ve peygamber, ne kadar yüksek olursa olsun kuldur. Harika, keramet hasıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Ancak Allahü teâlâ, Peygamberlerini ve evliyasını başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi harikaları, nimetleri bu zatlara ihsan etmiştir.) [Hadika]

Evliya [Allah dostları] için ahirette de korku yoktur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Evliya için elbette korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.) [Yunus 62]

İslam âlimleri de buyuruyor ki:
(Evliyanın kerameti, enbiyanın mucizelerinin devamıdır. Bunun için bu ümmetin evliyasından hasıl olan kerametler de Peygamber efendimizin mucizesidir.) [Şevahid]

(Velinin kerameti, nebinin mucizesidir. Bunun için bu ümmetin evliyasından hasıl olan kerametler de, Peygamber efendimizin mucizelerinden sayılmıştır.) [Birgivi Vasiyetnamesi]

(Gaybdan bilmek Peygamberlerin mucizesidir. Evliyanın gaybdan bildiği kerametleri de yine Resulullahın mucizesinin devamıdır.) [Redd-ül Muhtar]

(İnsanların kalblerinden geçenleri haber vermesi gibi evliyanın kerameti sayılamayacak kadar çoktur.) [İhya]

Sual:
İmam-ı a'zam hazretlerinin iki rekat namazda Kur'an-ı kerimi hatmettiğini bir kitapta okudum. Kur'an-ı kerimi üç günden önce hatmetmek kolay olmadığı gibi, müstehab da değildir. Bu büyük imam iki rekatta Kur'an-ı kerimi nasıl hatmetmiştir?
CEVAP
İmam-ı a'zam hazretleri en büyük ve nadide âlimlerden birdir. (Âlimler Peygamberlerin vârisleridir) hadis-i şerifindeki müjdeye kavuşmuş büyük bir zat olup, Peygamber efendimiz, onun geleceğini bildirmiştir. Diya-i manevi, Mevduat-ül-ulum, Hayrat-ül-hisan, Mirat-i kâinat, Dürr-ül Muhtar ile Redd-ül Muhtar'da sahih olduğu bildirilen hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Âdem ve bütün Peygamberler benimle övündüğü gibi, ben de, lakabı Ebu Hanife, ismi Numan olan bir kimse ile övünürüm. O, ümmetimin ışığı olacak, müslümanları yoldan çıkmaktan, cehalet karanlığına düşmekten koruyacaktır.)

İmam-ı a'zam hazretleri hakkında daha başka hadis-i şerifler de vardır. Böyle büyük bir zatın iki rekat namazda Kur'an-ı kerimi hatmetmesi zor değildir. Bir rekat namazda hepsini hatmetmek, yalnız, Hazret-i Osman’a, Temim-i Dari’ye, Said bin Cübeyr’e ve imam-ı a'zam Ebu Hanife’ye nasip olmuştur. (M. Zühdiyye)

Peygamber efendimiz, sual edenlerin haline, işine uygun bir zamanda hatmetmesini emir buyurmuştur. (Kur'an-ı kerimi üç günden önce hatmeden manasını anlayamaz) hadis-i şerifi de böyle olup, bir namazı hatimle kılmaya mani değildir. (Şir’a)

İmam-ı a'zam hazretlerinin kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldığı, yani yatsıdan sonra uyumadığı Mevduat-ül-ulum, Dürr-ül Muhtar, Mizan-ül-kübra ve İbni Abidin'de senetleri ile yazılıdır. Bunun gibi nimetler, İmam-ı a'zam hazretleri gibi birkaç büyük zata Allahü teâlânın bir ihsanıdır. O dilediğine bol bol ihsan eder.

İsrailiyatçıların hezeyanı

İsrailiyatçıların hezeyanı

Sual: Menkıbelere, neden İsrailiyat hikayeleri diyenler çıkıyor?

CEVAP
Vehhabiler ve bazı mezhepsizler, evliyanın kerametine inanmadıkları için, bu menkıbeleri hangi âlim bildirirse bildirsin inanmıyorlar. Peygamberlerin vârisi olan bu âlimleri yalan söylemekle suçluyorlar. Bazıları ile görüştüm. Evliya-i kiramı sıradan bir insan olarak görüyorlar. (Ben her gün uyuduğuma göre, Ebu Hanife’nin de uyuması gerekir. Çünkü o da insandır. Ben Kur’anı birkaç saat içinde hatmedemediğime göre, onun da hatmetmesi imkansızdır) diyorlar.

Halbuki, Belkıs’ın tahtını iki aylık yoldan getiren de insandı, Peygamber de değildi, âlim bir zattı. Cenab-ı Hak, bunu Kur’an-ı kerimde haber veriyor. Mezhepsiz delil getiremeyince de, ya tevil veya inkâr ediyor. Abduhçular mucizeleri bile inkâr ediyorlar. Abduh, Fil suresindeki mucizeyi, çiçek hastalığı idi diye tevil etmişti. Aynı yolun yolcuları da, hadis-i şerifle bildirilen mucizeleri inkâr ediyorlar. Kur’an-ı kerimdeki Şakk-ul-kamer, Mirac gibileri de tevil ediyorlar. Kimisi, (Ebu Hanife’ye hatiften gelen ses, Onun yolunda olanları affettiğini bildirdi. Diğer mezheptekiler Cehennemlik mi?) diyor.

İslami usülden bu kadar habersiz olana ne denir? (Buranın manzarası güzel) demek, başka yerde güzel manzara yok demek değildir. Peygamber efendimiz, Eshab-ı kiramdan on zatın Cennetle müjdelendiğini bildirdi. Bu demek, diğer Eshab Cehennemlik demek midir? Yine Peygamber efendimiz, (Başınıza Ali gelince, hâdi ve mühdi olur, sizi doğru yola götürür) buyurdu. (Hakim, İ.Ahmed) Bu demek, Hazret-i Ali’den başkası, mesela Hazret-i Ömer geçerse, eğri yola götürür demek değildir. (Eshabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete kavuşursunuz) hadis-i şerifi bunu bildirmektedir. (Darimi)

Peygamber efendimiz, müctehidler için de, (İctihadında hata ederse bir, isabet ederse iki sevap alır) buyurdu. (Buhari) Demek ki sadece Hanefiler değil, hak olan bir mezhebe uyan kurtulur.
Beşikteki çocuk konuşur mu? Elbette konuşamaz. Fakat mucize veya keramet olarak konuşabilir. Beşikte konuşan çocuklardan biri, Beni İsrail zamanında yaşamıştır. Kötü bir kadın gayrı meşru çocuğunun babasının Cüreyc denilen bir âbid olduğunu söyler. İftiraya maruz kalan âbid, namaz kıldıktan sonra, çocuğa babasının kim olduğunu sorar. O da, falan yerdeki çoban diye cevap verir. Bu husus, Buhari ve Müslim’deki hadis-i şerifte bildirilmiştir.

Bu olayı İsrailiyatçı bir mezhepsize anlattım. (Bu bir İsrailiyattır, biz İsrailiyat hikayelerine inanmayız) dedi. (Buhari’de yazıyor, Peygamber efendimiz bildiriyor) dedim. (Buhari’de akla uymayan birçok hadis vardır) dedi. (Dinimiz nakil dinidir, fakat selim olan akla da zıt değildir) dedimse de, inanmadı. Maide suresinin 110. âyet-i kerimesinde beşikteki çocuğun (yani Hazret-i İsa’nın) konuştuğunu bildirdim. (Onun bir tevili vardır) diyerek çekip gitti.

İsrailiyatçı, Peygamber efendimizin ve müslüman olmuş kitap ehli âlimlerin Beni İsrail zamanındaki anlattıkları olaylara hurafe diyerek inanmayan ve hatta Peygamber efendimizden sonra İslam âlimlerinin kitaplarında bulunan evliya menkıbelerine bile İsrailiyat diyen Abduhçu mezhepsizlerdir.

Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Sana geçmişin haberlerinden bir kısmını böylece anlatıyoruz. Sana verdiğimiz Kur’an-ı kerim tefekküre ve itibara şâyân olan kıssaları, hadiseleri ihtiva eder.) [Taha 99]

Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Benden işittiklerinizi, başkalarına anlatın! Beni İsrail’den de bahsedin! Ancak kasten bana yalan isnat eden Cehennemde azap görecektir.) [Buhari]

Vehb bin Münebbih hazretleri, Resulullahın emrine uyarak İsrailiyattan çok bahsetmiş olan bir âlimdir. Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir. Allahü teâlâ, (Bilmiyorsanız, âlimlere sorun) buyuruyor. Peygamber efendimiz de (Âlimlere tâbi olun) buyuruyor.

Âlimlere olan itimadı sarsmak için, İngilizler asırlardır, İslam âlimlerinin kitaplarında uydurma hadis olabileceğini telkin etmeye çalışmışlar, bunda da oldukça başarı sağlamışlardır. İsrailiyatçılardan Ebu Şebhe, bu oyuna gelmiş, Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsirlerinde, uydurma hikayeler olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Kimi çıkıyor, Ebu Şebhe’nin sözünü senet kabul ediyor da, Buhari, Müslim ve diğer hadis âlimlerinin, imam-ı Gazali, ibni Hacer-i Mekki hazretleri gibi bir mezhebe tâbi olan âlimlerin bildirdiği hususları hurafe olarak vasıflandırmaktan çekinmiyor. Ne diyelim, onun dini ona, bizim dinimiz bize...

Sual: Bazı kimselere bir hadis-i şerif söyleyince o İsrailiyat’tır inanma diyorlar. İsrailiyat nedir? Peygamberimiz İsrailiyat’tan bahsetmiş midir?
CEVAP
İsrâil oğullarından yani Ehl-i kitap denilen Yahudi ve Hristiyanlardan gelen haberlerdir.
Yakub aleyhisselamın bir ismi de İsrail’dir. Bu sebeple onun nesline Beni İsrail denilmiştir. Onlardan gelen haberlere İsrailiyat denmesi bu sebepledir.

İslami inanca, iman esaslarına ve dini hükümlere ters düşmeyen mubah olan haberleri anlatmak yasak değildir. Mezhepsizlere göre İsrailiyat aslı olmayan hadisler demektir. Halbuki Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Beni İsrail’den naklen bazı şeyler söyleyin, bunda vebal yoktur. Çünkü onlarda duyduklarınızdan daha acayip şeyler geçmiştir.) [İ. Şâfii, İbni Menığ]

(Bildirdiğim âyeti
[ve hadisi] tebliğ edin. Beni İsrail’den de söyleyin. Yalnız bana, bilerek yalan isnat eden kimse Cehennemdeki yerine hazırlansın.) [Buhari, Tirmizi, İbni Hibban]

Demek ki İsrailiyat’tan bahsetmekte mahzur yoktur, hatta dinin emridir. Yasak olan Peygamber efendimizin bildirmediği şeyleri, Resulullah bildirdi diye söylemektir.

Bu bakımdan muhaddis âlimlerin bildirdikleri hadis-i şeriflere bu İsrailiyat demek çok çirkin bir iftira olur. Doğru olarak İsrailiyat’tan bahsetmek dinin emridir. Mesela hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

(Ne yazık beni İsrail’e ki, kendilerine iç yağı haram edildiği halde, onu alıp sattılar, bedelini yediler. İşte bunun gibi size de içkinin alıp satılması haramdır.)
[Taberani]

(Beni İsrail‘den iki kişi arkadaş idiler. Biri günahkâr, diğeri ise çok ibadet eden bir âbid idi. Abid, diğerini günah işlediğini gördükçe
“Vaz geç” diye ikaz ediyordu. Onu yine bir gün bir günah işlerken görüp ona “Bu günahlardan vaz geç” dedi. Günahkâr olan “Beni yalnız bırak, Rabbim seni bana gözcü mü gönderdi?” dedi. Abid, “Vallahi Allah seni mağfiret etmez ve Cennetine koymaz” dedi. İkisi de ölüp Rabbül âleminin huzurunda buluştular. Allahü teâlâ, [günahlarının ezikliği içinde kıvranan] günahkâra “Git rahmetimle Cennete gir” buyurdu. [İbadetiyle ucba kapılan ve günahkâra Cehennemlik diye yemin eden] Abid için de, “Bunu da Cehenneme götürün” buyurdu.) [Ebu Davud, İ. Ahmed]

(Beni İsrail’den Kifl isimli biri vardı. Günahtan pek sakınmazdı. Ona
[paraya ihtiyacı olan] bir kadın geldi. Durumunu bildirdi. Kifl, onunla ilişkide bulunmak şartıyla kadına altmış altın verdi. Kadınla kapalı bir yere geldiler. Kadın zangır zangır titriyordu. Sonra ağlamaya başladı. Adam, “Neden ağlıyorsun, seni zorladım mı?” dedi. Kadın, “Hayır, ama ben şimdiye kadar böyle bir şey yapmadım. Bu çirkin işe beni ihtiyacım sürükledi” dedi. Kifl, “Madem ki sen yapmadığın işi ihtiyacından dolayı yapmak zorundasın, öyleyse git, para da senin olsun” dedi. Kifl ayrıca yemin ederek “Vallahi bundan sonra ben de bu çirkin işi bir daha yapmam” dedi ve o gece de öldü. Sabahleyin kapısına şöyle yazılmış olduğu görüldü:
“Allah Kifli mağfiret etti.”)
[Tirmizi, İ. Ahmed, İbni Ebi Şeybe, Taberani, Hakim]

Mucize-Keramet-Firaset-İstidraç-Sihir

Mucize-Keramet-Firaset-İstidraç-Sihir

Sual: Harika ne demektir? Fâsık ve kâfirlerde de harika görülür mü?

CEVAP
Harika, enbiyadan meydana gelirse mucize, evliyadan hasıl olursa keramet, müminlerde olursa firaset, fâsıklarda görülürse istidraç, kâfirlerde olana da sihir denir. Birer örnek verelim:

Sihir:
Iraklı bazı kimselerin ağızlarına ateş almalarına, avurtlarına şiş sokmalarına keramet diyenler çıkıyor. Allahü teâlâ, böyle kimselerin Hazret-i Musa zamanında da bulunduğunu, bunların sihir olduğunu bildiriyor. Böyle göz boyamak haramdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bir kişinin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü veya ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat dine uymayan bir iş yapsa, keramet ehliyim dese de, onu büyücü, yalancı, sapık ve doğru yoldan saptırıcı bilin!) [El-Münire]

İstidraç:
İbrahim Edhem hazretlerine, vecde gelip kendinden geçen bir gençten bahsettiler. Gence üç gün misafir oldu. Gerçekten çok acayip haller gördü. Gencin yediğine baktı. Helal değildi. Onu evine davet edip yemek yedirdi. Gençteki eski aşk ve vecd kalmadı. Genç, (Sen bana ne yaptın?) deyince, o gence, “Sendeki haller şeytandandı, istidraçtı, helal yiyince şeytan giremedi ve esas halin meydana çıktı” buyurdu. (T. Evliya)

Firaset:

Hazret-i Osman, yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın) buyurdu. O kimse (Nereden bildin?) dedi. Hazret-i Osman da, (Müminin firasetinden korkun, o Allah’ın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buhari)

Keramet:
Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordunun mağlup olmak üzere olduğunu görüp, camide herkesin yanında, (Ya Sariye arkanı dağa ver) diye seslendi. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı şeyleri haber veren keramet ehli zatlar var idi. Ümmetimden de Ömer onlardandır.) [Buhari, Müslim, Tirmizi]

Kâfir bir hükümdar, kendine ilah demeyen müminleri ateşe atardı. Sıra kucağı çocuklu bir kadına geldi. Kadın, ateşe girmek istemeyince, bebeği, (Anne sabret, sen hak din üzeresin) dedi. (Müslim)

Mucize:

Resulullah efendimiz, miracda, Cenneti, Cehennemi ve daha başka yerleri gördü. (Mevahib)

Dinimizi doğru kaynaktan öğrenmeli

Bir doktor yazar yazısında diyor ki:
1- Ovum hücrelerinin her biri itina ile yaratılmıştır.
2- Bir canlının doğması, insanın kendi biyolojik iradesinden alınarak tam manasıyla Allah’ın tasarrufuna verilmiş olmaktadır.
3- Asıl mucize babasız çocuk doğurmak değil, babalı çocuk doğurmaya mecbur olma olayıdır.
4- Hazret-i İsa’nın babasız doğumuna imkansız demek, “Ben biyoloji bilmiyorum” demektir.
5- Bir yumurta hücresinin insan meydana getirebilmesi için, mutlaka cenab-ı Hakkın özel bir müdahalesi gerekmektedir. Cebrail’in Meryem’i ışınlaması yahut ona bilmediğimiz manyetik bir tesir yapması bu gerçeği dile getirmektedir.
6- Erkek arılar, ana arının döllenmemiş yumurtalarından meydana geldiğine göre, Hazret-i İsa’nın babasız oluşunu aklına sığıştıramayanlar, babasız arıların meydana gelişini nasıl izah edeceklerdir?
CEVAP
1-
Cenab-ı Hakkın her yarattığında çeşitli hikmetler bulunur. Bunu itina ile, şunu da itinasız yaratmış demek çok yanlış olur. İtina göstermek, bir işin iyi olması için gayret göstermek demektir. Allahü teala ol derse, istediği gibi oluverir.

2- Allahü teâlânın tasarrufu altında olmayan hiçbir şey yoktur. Kaza ve kader konusunu iyi bilmeyenlerin, böyle tehlikeli sözler etmeleri yadırganamaz.

3- (Asıl mucize babasız çocuk doğurmak değil) demek, mucizenin ne olduğunu bilmemek demektir. Mucize, Peygamberlerden âdet-i ilahiyye dışında meydana gelen harikalardır. Bunlar, evliyada görülürse keramet, kâfirlerde görülürse sihir denir. Mucize, âdet dışı olan şeydir. Mesela Hazret-i İsa’nın yeni doğunca konuşması böyledir. Çünkü yeni doğan çocuk hemen konuşmaz. Geyiğin Peygamber efendimizle konuşması böyledir. Çünkü geyik insan gibi konuşmaz. Fakat papağanın konuşması böyle değildir. Kuşun uçmasını, insanın yürümesini, balığın suda yüzmesini sağlayan da Allahü teâlâdır. Mucize âdet dışı olur. Taşın denizde yüzmesi gibi. Hazret-i İsa’nın doğması, âdet-i ilahiyye dışında bir harikadır. Bunu âdet-i ilahiyye içine sokup biyolojik hadiselere bağlamak, biyolojik olarak izaha kalkmak mucizeyi bilmemek veya inkâr etmek demektir.

4- Biyoloji bilen doktorun, âdet-i ilahi içinde babasız çocuk olabileceğini söylemesi, tıbben imkansızdır. Mümkün olsa idi, her zaman görülürdü.

5- Âdet-i ilahiyye içinde cenab-ı Hakkın özel bir müdahalesinden bahsetmek, Allahü teâlâ için acizlik olur. Allahü teâlâ, “Kün” yani “Ol” emri ile her şeyi yaratır. Özel müdahale demek, Allahü teâlânın sıfatlarını bilmemekten ileri gelen bir cehaletin mahsulüdür. Hazret-i Meryem’in ışınlanması tabiri de ilme ve edebe aykırıdır.

6- Erkek arıların döllenmemiş yumurtalardan meydana gelmesi, âdet-i ilahiyye içinde devam ede gelen bir hadisedir. Eşeysiz çoğalmalar da böyledir. Bunları İsa aleyhisselamın doğumu ile mukayeseye kalkışmak, mucizeyi bilmemek demektir.

Böyle zararlı kitapları okumamalıdır. Ölmüş bir müslümanın arkasından konuşmak, kötülüklerini açıklamak doğru mudur? Doğru değildir. Çünkü Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ölülerinizi hayırla anın, iyiliklerini söyleyin, kötülüklerini açıklamayın!) [Tirmizi]

Ölmüş de olsa, bid’at ehlinin ve Müslümanlığı yanlış anlatanların bu iftiralarını söylemek lazımdır, gıybet olmaz, emr-i maruf olur. (Redd-ül Muhtar) Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Fitne veya bid’at yayıldığı zamanda, hakkı bilen, bilgisini açıklasın! Hakkı yani doğruyu bildiği halde gizleyene lanet olsun!) [Hatib]

Evliyanın yardımı
Sual:
Yaşayan veya vefat eden evliyadan nasıl yardım istenir?
CEVAP
Onun büyüklüğüne inanmak ve onun yolunda olmak lazımdır. Ruhuna Yasin-i şerif veya üç İhlas bir Fatiha okuyup hediye edilir. Sonra hiçbir şey düşünmeden saygı ve tevazu ile ismini söyleyerek tavassut etmesi için yalvarılır.

İyilerin duası
Evliyadan bazıları, (Şu şöyle olacak diye) yemin etse, Allahü teâlâ onu yalancı çıkarmaz, onun istediğini yaratırdı. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Öyle kimseler gelecek ki, elbiseleri eski, üstü başı tozludur. Fakat bir şey için yemin etseler, Allahü teâlâ onların yeminlerini doğru çıkarır.) [İbni Ebiddünya]

Ebu Ubeyde el-havas hazretleri, Basra’daki bir yangın içinde dolaşırken, Basra valisi, ona (Ateş içinde ne dolaşıyorsun, yanarsın) dedi. O da, (Rabbime beni ateşte yakmaması için yemin ettim) buyurdu. Vali, (O halde ateşi söndür) dedi. O da ateşi söndürdü.

Ebu Hafs hazretleri de, merkebini kaybeden bir köylüye rastladı. Köylü (Başka malım yok. Merkebimi bulmam gerekir) dedi. Ebu Hafs hazretleri, (Ya Rabbi bu köylünün merkebini buldurmadan bir adım atmam) diye yemin etti. Az sonra merkebi karşısına çıka geldi. (İhya)

Sual:
Mürşid-i kâmiller, müridlerinin düşüncelerini nasıl anlarlar?
CEVAP
Mürşid-i kâmiller kalmadı. Onlara sorup öğrenmemiz imkansız oldu. Bazıları Hazret-i Ömer’in gördüğü gibi TVdeki gibi net görür, buna tayyi mekan denir. Bazıları da, tevilli olarak, yani alametlerini görüp anlarlar. Bazıları da, hiç görmeden kalblerine ilham olunur.

Sual: Şah-i Nakşibend, Abdülkadir-i Geylani ve Ahmed Rıfai hazretlerinden hangisi daha üstündür?
CEVAP
Bir ilkokul talebesi, bir profesörün bilgi derecesini ölçemez. Şu profesör, ötekinden üstündür dese, hiç kıymeti olmaz. Evliya olmayan kimse de (Şu veli, ötekinden üstündür) diyemez. Derse, hiç kıymeti olmaz. Bahsettiğiniz üç zatın da büyük evliyadan olduğunu, onlardan sonra gelen veliler bildirmişlerdir.

Sual: Hint Yogilerinde veya başka kâfirlerde görülen harikulâde hallere keramet denir mi?
CEVAP
İmam-ı Rabbani
hazretleri buyuruyor ki: Harikalar, kerametler ikiye ayrılır:
Birincisi Allahü teâlânın zatına ve sıfatlarına ve işlerine ait olan bilgiler ve marifetlerdir. Bunlar, akıl ile, düşünmekle elde edilemez. Allahü teâlâ, seçtiği kullarına ihsan eder.

İkincisi, madde âlemindeki gaybleri bilmektir. Bu harika seçilmiş kullara verildiği gibi, kâfirlere de verilir. Bunların birincisi kıymetlidir. Bunlar, doğru yolda bulunanlara, Allahü teâlânın sevdiklerine verilir. Cahiller ise, ikincisini kıymetli sanırlar. Keramet deyince, yalnız bunları anlarlar. Açlıkla ve insanlardan kaçarak, nefslerini temizleyen her insan, mahlukların gayblerini haber verir. İnsanların çoğu, hep dünyayı düşündükleri için, böyle haber verenleri Evliya sanır. Hakikatten haber verenlere kıymet vermezler. Bunlar Evliya olsalardı, bizim hallerimizden haber verirdi, derler. Bu bozuk ölçüleri ile, Allahü teâlânın sevdiği kullarını inkâr ederler. [c.1, m.293]

Harika, kâfirde görülürse sihir, evliyada görülürse keramet denir.

Harikaların mahiyeti
Sual:
Mucize ve keramet ile istidraç ve sihir arasındaki fark nedir? Allahü teâlâ, kâfire bu kuvveti niçin verdi? Bunlar birbirinden nasıl ayırt edilir?
CEVAP
İslam âlimleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela, buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır.

İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını da aldatmak için, bunlara, âdetini bozarak, sebepsiz harika şeyler yaratıyor. [İslamiyet'e uyanların nefisleri temizlenir, düşmanlıkları kalmaz. Açlık çeken, sıkıntılı yaşayan kâfirlerin nefisleri ise zayıflar. Kötülük yapamaz. Bunun için, papazlarda da harikulade işler hasıl olur.]

1- Peygamberlerden, meydana gelen harikalara (Mucize) denir.

2- Evliyadan meydana gelen harikalara (Keramet) denir.

3- Evliya olmayan müminlerden meydana gelen harikalara (Firaset) denir.

4- Fâsıklardan, günahı çok olanlardan zuhur edenlere (İstidraç) denir. Allahü teâlânın aldatarak, nimet şeklinde gösterdiği musibetlerdir. Onları derece derece, yavaş yavaş Cehenneme götürür.

5- Kâfirlerden zuhur edenlere ise (Sihir), yani büyü denir.
İbni Hacer-i Hiytemi hazretleri diyor ki: Sihir ile, birinin kolunu kesip, sonra yapıştırmak, kendi ağzına, bedenine bıçak, kama sokup çıkarmak gibi gösteriler yapan tarikatçılar, bu gösterilerine keramet derse, Kadı tarafından öldürülür. Başka şekilde yapıyorsa, öldürülmez, ama, ağır cezalandırılır. (Fetava-yı hadisiyye)

İbni ebi Zeyd Kayrevani diyor ki: Sihrinde küfre sebep olacak şey yoksa, el çabukluğu yapıyorsa, ama buna keramet diyorsa cezalandırılır. (İsbat-ü keramatil- Evliya)

Allahü teâlânın, bir kulun bütün muradını yerine getirmesi, her istediğini vermesi, harikalar göstermesi, onun Allahü teâlâ katında makbul bir kul olduğunu göstermez. Bunlar, bazı kullarına iyilik ve ihsandır. Bazılarına da istidraçtır. Allahü teâlâ, mealen (Onları derece derece aşağı indiriyoruz, helake sürüklüyoruz; ama onlar bunu bilmiyorlar) buyurdu. (Araf 182) [Birbiri ardınca kendilerine nimetler gelir, onlar bunu bir lütuf sanırlar da şımarırlar. İşte o zaman üzerlerine Allah'ın azabı hak olur. (Beydavi) Onlar her günah işledikçe biz de nimetimizi yenileriz demektir. (Dahhak)]

Keramet ile istidraç arasındaki fark şöyledir:
Keramet sahibi olan kimse, keramet ile meşgul olmaz ve onunla öğünmez. Bilakis, kendisinden keramet zuhur edince, kendisinden meydana gelen bu hâlin istidraç olabileceği endişesi ile Allahü teâlâdan korkusu iyice artar. Fakat istidraç sahibi olan kimse, bu durum, güzel haller ve ameller ve bu amellerin neticeleridir diye zan eder. Bunların aldatma ve saptırma olduğunu anlamaz. Kendinde bir olgunluk ve üstünlük olduğu hayali ile insanlara hakaret nazarı ile bakar. Kendini azab-ı ilahiden emin bulur. Kötü akıbetten sakınmaz. [Firavun, atı ile giderken atının ön ayakları uzardı, yokuşa doğru giderken kısalırdı. Dişlerinin arası açık değildi, yemek kırıntıları girip rahatsız etmezdi. Ömründe bir kere başı ağrımamıştı. Bu halleri kendinden bilip tanrılık iddiasında bulundu ve ebedi azaba sürüklendi.]

Keramet ile istidracı birbiri ile karıştırmamalı. Keramet sahibi olmayı istemek, Allah’tan başkasını sevmek demektir. Velinin keramete ihtiyacı yoktur. Kalbin zikre alışması yanında, kerametin hiç kıymeti yoktur. Evliyanın keşfinde hata olabilir. Evliyanın keşfi, İslamiyet'e uygun olursa, ona güvenilir. Böyle değilse güvenilmez. Keramet sahibi olmak, derecenin yüksek olmasını bildirmez. Evliya büyük günahtan korunmuştur ama, küçük günahtan korunmuş değildir. Ama hemen gafletten uyandırılıp tevbe eder ve af dilerler.

Harikalar gösteren kimsede İslamiyet'e kıl ucu kadar aykırılık var ise, onunki keramet değil istidraçtır. Salih bir kimse, keramet ile istidracı ayırabilir. Harika gösteren biri ile konuşunca, kalbinde, dünya sevgisi azalıp, Allahü teâlâya bağlılığı artarsa onun, keramet sahibi bir Veli olduğunu anlar. Eğer böyle olmazsa, istidraç sahibi olduğu anlaşılır.

Evliyanın sözleri ile, kalbinde bir değişiklik duymayan kimse, hayvan gibi olan cahil bir kimsedir. Onun ruhu hasta, basireti, yani kalb gözü kördür, duygusuzdur.

Keramet ve istidrac
Sual:
Olağanüstü hâlleri görülen her kimseye, mesela, deniz üstünde yürüyen bir şeyhe keramet sahibi denir mi?
CEVAP
Olağanüstü hâller bazılarında görülebilir. Deniz üstünde yürüyen kişi, eğer peygamberse, bu hâline mucize, evliya ise keramet, fâsık veya bid’at ehliyse istidrac, kâfirse sihir denir. Demek ki, her olağanüstü hâli görülen kimseye keramet sahibi demek yanlış olur. Çok kimse, istidraçla kerameti ayıramadığı için sapıkların kurbanı oluyor.

Tarikat şeyhi denilen kimse, Ehl-i sünnet değilse, denizde yürüse, havada uçsa, ağzına ateş alsa, böyle hâller, istidrac veya sihirdir. Onun için uçan herkesi evliya sanmamalı. Ehl-i sünnet olup olmadığına, dinimizi, fıkıh bilgilerini, helâli haramı bilip bilmediğine bakmalı. Bundan dolayı, ilk önce, Ehl-i sünnet itikadını ve ilmihâl bilgilerini iyi öğrenmeli. Bunları bilen kimse, bid’at ehli şeyhlerin tuzağına düşmekten kurtulur.

Telepati
Sual:
Telepatinin mucize ile bir ilgisi var mıdır?
CEVAP
Yoktur. Telepati, Yunanca’dan gelen bir kelimedir. Uzakta meydana gelen bir olayın anında hissedilmesine veya düşüncelerin ve görüntülerin akıldan akıla, beyinden beyine transferine (Telepati) denilmektedir.

Mucize, keramet, firaset, istidrac
Sual: Peygamberlerin dışındaki insanlardan da zaman zaman olağanüstü denilen şeyler meydana gelmektedir. Bunlar nedir nasıl meydana gelmektedir?
Cevap:
Bu konuda Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela, buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, Hârikul'âde olarak, yani âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor.

Her insanda nefis vardır. Nefis, Allahın düşmanıdır. Hep kötülük yapmak ister. İslâmiyete uymak istemez. İslâmiyete uyanların nefisleri temizlenir, düşmanlıkları kalmaz. Açlık çeken, sıkıntılı yaşayan kâfirlerin nefisleri ise zayıflar. Kötülük yapamaz. Bunun için, evliyada ve papazlarda Hârikul'âde işler hasıl olur.
1- Peygamberlerden, tam temiz oldukları için âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde şeyler meydana gelir. Buna Mucize denir. Peygamberlerin mucize göstermesi lazımdır.
2- Peygamberlerin ümmetlerinin evliyasında, nefislerinin kötülükleri kalmadığı için âdet dışı meydana gelen şeylere, Keramet denir. İbni Âbidînde deniyor ki:
“Mutezile ve Vehhabiler, keramete inanmadı. İmâm-ül-haremeyn ve îmâm-ı Ömer Nesefî hazretleri ve birçok âlimler, kerametin caiz olduğunu ispat etmişlerdir.” Evliyanın keramet göstermesi lazım değildir. Bunlar, keramet göstermek istemez. Allahü teâlâdan utanırlar.
3- Ümmet arasında, veli olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere, Firaset denir.
4- Fasıklardan, günahı çok olanlardan zuhur ederse İstidrac denir ki, derece derece, kıymetini indirmek demektir.
5- Kâfirlerden zuhur edenlere ise Sihir, yani büyü denir.”

Mucize, sadece peygamberlerde olur
Sual: Peygamberlerin dışında, olağanüstü şeyler yapıp gösterenlerin, bu gösterdikleri şeylere de mucize denebilir mi?
Cevap:
Peygamberlerin, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş olduklarını, hakikati söylediklerini gösteren harikulade, olağanüstü şeylere, Mucize denir. Peygamberin, mucize gösterirken; “inanmıyorsanız, siz de yapınız, fakat, yapamazsınız” demesi lazımdır. Mucize, fen kanunlarına aykırı olan şeylerdir. Bunun için, fen adamları mucize yapamaz. Böyle olağanüstü şeyler gösteren kimse, bunu önceden söylemez ve siz yapamazsınız demezse, bunun Peygamber olmayıp, veli olduğu anlaşılır ve yapılan şeye de Keramet denir. Evliya olmayanların yaptığı böyle olağanüstü şeylere de, büyü denir. Büyücülerin yaptıkları şeyler, Peygamberlerden ve evliyadan da hasıl olabilir. Firavunun sihirbazları, iplikleri yılan şekline sokunca, Mûsâ aleyhisselamın asasının, daha büyük bir yılan olup, onları yutması böyledir. Sihirlerinin bozulduğunu ve kendilerinin yapamayacağı mucizeyi görünce hepsi, Mûsâ aleyhisselamın dinini kabul ederek iman ettiler. Firavunun ölümle tehdidi ve zulümleri karşısında bunlar, imanlarından dönmediler.

Peygamberlerin mucizelerini ve evliyanın kerametlerini hep Allahü teâlâ yaratmaktadır. Tabiat hadiselerine uyan işleri, belli sebeplerin tesirleri ile yarattığı hâlde, mucizeleri böyle sebepler olmadan yaratmaktadır. Sihir, cisimlerin fizik özelliklerini, şekillerini değiştirir, maddenin yapısını değiştirmez. Mucize ve keramet ise, ikisini de değiştirebilir.

Kerametle istidrac arasındaki fark
Sual: Evliya olmayanlarda da olağanüstü hâller meydana gelmektedir. Bu olağanüstü hâllerin hangisinin doğru olduğu anlaşılabilir mi, anlaşılırsa nasıl anlaşılır?
Cevap:
Konu ile alakalı olarak Seyyid Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî hazretleri buyuruyor ki:
“Kerametle istidrac arasındaki fark şöyledir: Keramet sahibi olan kimse, keramet ile meşgul olmaz ve onunla övünmez. Bilakis, kendisinden bir keramet zuhur edince, bu hâlin istidrac olabileceği endişesi ile Allahü teâlâdan korkusu iyice artar. Onun kahrından sakınması son derece fazlalaşır. Yahut da, bu hâl, amellerinin dünyada cezası olabilir diye düşünür. Fakat istidrac sahibi olan kimse, bu durum, güzel hâller, ameller ve bu amellerin neticeleridir diye zanneder. Bunlar mekir, aldatma ve saptırma değildir diyebilir. Kendinde bir olgunluk ve üstünlük olduğu hayali ile insanlara hakaret nazarı ile bakar. Allahü teâlânın azabından emin olur, kötü akıbetten sakınmaz. Bu sebepten kamil ve derin âlimler buyurmuşlardır ki:
'Allahü teâlâdan uzaklaşanların, yani dalalete düşenlerin ekserisi, keramet gösterme makamında düşmüşlerdir.'

Şüphesiz, olağanüstü hallerin zuhurundan ve çeşitli belalardan sakınıp, korkanlar, Allahü teâlâdan başka şeylere bakmayanlar, mekre, aldatmaya düşmezler ve Allahü teâlâdan uzaklaşmazlar. Onlar âlemlerin Rabbinin makbulüdürler. Bel'am bin Bâura, Bersîsa ve bunlar gibi kimseler, zamanlarında çok ibadet ve ağır riyazetler yapmaları sebebi ile çeşitli harikalar ve keşif sahibi olmuşlardı. Lakin, bu hâllerin meydana gelmesinden mağrur oldular. Bu sebeple mekr-i ilâhîye uğradılar, köpek ve domuz mertebesine düştüler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında; harikaları, kerametleri ve veli olmak için bunlara ihtiyaç olmadığını, keramet ve istidrac sahiplerinin nasıl ayırt edileceğini bildirmektedir.

Rivayet olunur ki; Firavun bir zaman Nil Nehrinin yanına gider. O yürüdükçe Nil Nehri akar, durdukça da dururdu. Şüphesiz ki, bu gibi hâller, mekr-i ilâhîdir, aldatmadır. Sahibinin perişan olmasına, Haktan uzaklaşmasına ve mahrumiyetine sebep olur. Bakara suresinin 26. âyet-i kerimesinde mealen;
(...Birçoğunu şaşırtıp, saptırır ve yine onun ile birçoğunu hidayete erdirir... ) buyuruldu.”

Sual: İstidrac nedir ve insanı neye ve nereye sürüklemektedir?

Cevap:
İstidrac; nefsi cilalanan kimsenin, bilinmeyen şeyler, kendisine keşif edilmesiyle dalalet uçurumuna düşmesidir İstidrac; Allahü teâlânın bir kimseye, isteklerini dünyada vermesidir ki, o kimsenin haddi aşması ve Allahü teâlâ katından uzaklaşarak, rahmetten mahrum kalmasına sebep olmasıdır. İslâmiyetten kıl ucu kadar bile ayrılan kimsede, çeşitli haller hasıl olursa, bunlara istidrâc denir ve onu dünyada ve ahirette rezil olmaya sürükler.

Firavun’un çürümeyen cesedi

Firavun’un çürümeyen cesedi

Mucizeye, keramete inanmayan kimseler çoğalıyor. 19’culardan biri, (Mısırlılar, özel mumyacılık bilgisiyle Firavunların cesedini mumyalayarak korumuşlardır. Firavun’un mumyalanmış cesedi bugün Kahire Müzesinde sergilenmektedir) diyerek Allahü teâlânın mumyasız olarak ölmüş bir cesedi çürütmeyeceğine inanmıyor.

Öteki Firavunlar mumyalanmıştır. Bu Firavun, mumyasız idi. Firavun’un bozulmamış cesedi de Kahire’de değil Londra’daki British Museum’da teşhir edilmekte olduğu zannedilmektedir.

Üç bin seneden fazla bir zaman önce ölen bu Firavun’un cesedi, mumyalanmış olarak değil, ibret-i âlem için mumyasız olarak çürümeden korunmuştur.

Tam bir ibret vesikası olarak vücudu hiç bozulmamış, etleri çürümemiş ve tüyleri dahi dökülmemiş şekilde ve secde eder vaziyette bulunmuştur. Çünkü Firavun ölürken secdeye kapanmıştı. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(İsrailoğullarını denizi yararak geçirdik, Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları [yarılan denizde] takip etti. Firavun denizde boğulurken, “İsrailoğullarının inandığından başka ilah olmadığına iman ettim, ben de Müslüman oldum” dedi. Ona “Şimdi mi inandın, daha önce isyan eden bir bozguncu idin” dendi. [Denizde boğulan Firavuna Allahü teâlâ buyurdu ki:] Senden sonrakilere bir ibret teşkil etmesi için, bugün senin [denizdeki] cesedini [çürütmeden] çıkarıp [sahile] atacağız. Buna rağmen insanların çoğu âyetlerimizden gafildir.) [Yunus 90,92]

Firavun, eski Mısır hükümdarlarına verilen isimdir. Mısır’a hakim olan 26 Firavun sülalesi vardı. Her sülalede çeşitli Firavunlar asırlarca hükümdarlık etti.

Musa aleyhisselam zamanındaki Firavun, [II. Ramses olduğu söylenir], 400 sene yaşamış ve ilahlık iddiasında bulunmuştu. Kendisine secde etmeyenlere ve Musa aleyhisselama inananlara işkence ve zulüm yaptı.

Musa aleyhisselam, Firavun’u dine davet etti. Firavun kabul etmedi. Yanındaki veziri Haman’a sordu. O da; “Musa, büyük sihirbazdır. Bizi aldatıp, ülkemizi elimizden almak istiyor” dedi. Böylece Firavun’un imana gelmesine mani oldu ve iman eden hanımı Asiye’nin de şehit olmasına sebep oldu.

Firavun, Musa aleyhisselamın mucizelerine inanmadı, kâfirlerin suları kan oldu, kurbağa yağdı, cilt hastalıkları oldu. Üç günlük karanlık devam etti.

Firavun bu mucizeleri görünce korktu. Musa aleyhisselam ile ona inananların Mısır’dan gitmesine izin verdi. Sonra Firavun verdiği bu izne pişman oldu. Askerlerle peşlerine düştü. Denizde yollar meydana geldi. Musa aleyhisselam da, İsrailoğulları ile birlikte denize girdi. Firavun ve askerleri, bunları yakalamak üzere denize girip takip etmeye başladılar. Kızıldeniz’in Süveyş kısmına gelince, denizdeki yollar kapanıp, Firavun’un askerleri boğulmaya başladı, Firavun da aynı akıbete uğrarken, hemen secdeye kapanıp, iman ettim dediyse de, boğularak askerleri ile birlikte öldü.

Firavun’un cansız cesedi asırlarca denizde kalmasına rağmen Allahü teâlânın kudreti ile çürümedi. Âyette de bildirildiği gibi, cesedi üç bin sene sonra sahile atıldı. Burada bulunup İngiltere’ye götürüldüğü zannedilmektedir. 1983’te Zafer dergisi, Firavun’un müzedeki cesedinin resmini neşretmişti.

Kur’an-ı kerim, Resulullahın bir mucizesi olduğu için, bu da Peygamber efendimizin bir mucizesidir.

Evliya olmayan keramet göremez mi?

Evliya olmayan keramet göremez mi?

Sual: (Kerameti gizlemek farz, göstermek ise haramdır. Bir evliyanın kerametini gören kimse de evliyadır; çünkü evliya olmayan keramet göremez) deniyor. Bunlar yanlış değil mi?

CEVAP
Evet yanlıştır.

Evliyanın kerameti, nice kimselerin gafletten uyanmasına, hidayete kavuşmasına vesile olmuştur. Evliyanın kerametlerini anlatan çok kitap yazılmıştır. Hilye-tül-Evliya, Reşehat, Tezkiret-ül Evliya ve Cami’u keramat-il-Evliya bunlardan birkaçıdır.

Evliya olmayan keramet göremez ve kerameti gizlemek farzdır demek ne kadar cahilce bir sözdür. Birkaç örnek verelim:

1- Hazret-i Süleyman’ın veziri Asaf, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar getirdi. (Neml 40)
Hazret-i Süleyman’ın veziri peygamber olmadığı halde, evliya olduğu için bu kerameti göstermiştir. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu evliya zatın haram işlediği söylenir. Haram işleyen kimse nasıl evliya olur ki?

2- Hazret-i Meryem’e her zaman taze meyve ve yiyecek verilirdi. (Al-i İmran 37)
Hazret-i Meryem kış aylarında yaz meyveleri, yaz aylarında kış meyveleri geldiğini niye gizlemedi ki? (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Meryem’i haram işlemekle suçlamış oluruz.

3- Musa aleyhisselamla giden gencin sepetindeki pişmiş ölü balık canlandı. (Kehf 63)
(Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu genç evliyayı haram işlemekle suçlamış oluruz.

4- Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordu mağlup olmak üzereyken, bu hali görüp, kumandana, (Yâ Sariye, arkanı dağa ver) buyurdu. O da dağa yanaştı ve zafere kavuştu. (Cami-ul-keramat, Kısas-ı enbiya, Şevahid, İrşad-üt-talibin)
Hazret-i Ömer bunu herkesin içinde söyledi. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Ömer’i haram işlemekle suçlamış oluruz.

5- Hazret-i Osman, yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın) buyurdu. O kimse, (Nereden bildin?) dedi. Hazret-i Osman da, (Müminin firasetinden korkun, o, Allah’ın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buhari, Cami-ul-keramat)
(Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır)
denirse, Hazret-i Osman’ı haram işlemekle suçlamış oluruz.

6- Hazret-i Ali, vefat ederken, (Tabutumu Arneyn’e götürün, orada ışık saçan bir kaya görürsünüz. Beni oraya defnedin!) buyurdu. Öyle yaptılar, dediği gibi buldular. (Şevahid-ün Nübüvve)
(Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır)
denirse, Hazret-i Ali’yi haram işlemekle suçlamış oluruz.

7- Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah, insanların yolunu kesen aslana, (Derhal uzaklaş) der demez, aslan, kuyruğunu sallayarak uzaklaştı. İbni Ömer hazretleri, “Resulullah elbette doğru söyler” diyerek, (Allah’tan korkandan her şey korkar) hadis-i şerifini bildirdi. (Hakim)
(Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır)
denirse, İbni Ömer hazretlerini haram işlemekle suçlamış oluruz.

8- Hazret-i Hasan, Abdullah bin Zübeyr ile yola çıkmıştı. Ağaçları kurumuş bir hurmalıkta dinlendiler. Abdullah bin Zübeyr, (Ağaçta hurma olsaydı, yerdik) dedi. Hazret-i Hasan, dua etti. Bir ağaç hemen yeşerip hurma ile doldu. (Şevahid-ün Nübüvve)
(Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır)
denirse, Hazret-i Hasan’ı haram işlemekle suçlamış oluruz.

9- Hazret-i Hubeyb, esir edilince, yanına gelenler, onun önünde taze üzüm görürlerdi. (Buhari)

10
- Avn bin Abdullah güneşte uyurken, bir bulut ona gölge ederdi. (Ebu Nuaym)
(Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır)
denirse, bu zatları haram işlemekle suçlamış oluruz.

Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin kerametleri dillere destan olmuştur. Gizleseydi bu kadar etrafa nasıl yayılırdı ki? Bir Yahudi, (Sizin Peygamberiniz, (Bu dünya müminlere zindandır, kâfirlere Cennettir) diyor. Yani ben şu perişan halimle Cennette miyim? Sen de şu haşmetinle zindanda mısın?) diye sordu. Abdülkadir-i Geylani hazretleri attan inerek, sağ kolunun içini gösterip Yahudi’ye, (Bak ne görüyorsun) buyurdu. Yahudi, (Muazzam bir Cennet var. Siz de, orada zevk içinde oturuyorsunuz) dedi. Yahudi’ye, (Şimdi söyle, Cennet, bu dünya mıdır, yoksa şimdi gördüğün o geniş mekân mıdır?) diye sordu. Yahudi (Cennetteki yerini gördüm. Hakikaten burada sen zindandasın) dedi. Sonra sol kolunun içini gösterip Yahudi’ye, (Bak ne görüyorsun) buyurdu. Cehennemde yanarken kendisini gören Yahudi dehşete kapılıp, içini korku sardı. Gerçekten Gavs’ın dünyada zindanda olduğunu, kendisinin de Cennet gibi yerde olduğunu anlayıp hemen Müslüman oldu.

(Bir evliyanın kerametini gören kimse de, evliyadır; çünkü evliya olmayan keramet göremez) sözünün ne kadar saçma olduğu, bu menkıbeden de anlaşılmaktadır. Yahudi’ye gösterdi. Yahudi evliya değildi. Birçok menkıbede, kerameti görenlerin, fâsık hatta kâfir oldukları biliniyor. Buna rağmen böyle saçma bir söz nasıl söylenebilir ki?

Seyyid Fehim Arvasi hazretleri talebeleriyle Van gölü kıyısında giderken gölde bulunan (Ahtamar) adasındaki ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su üstünde yürümeye başlar. Bunu gören talabelerden, birkaçının hatırına gelir ki, (Allahın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, Evliyanın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu bildiğimiz, Seyyid hazretleri, acaba neden yürümeyip kıyıdan dolaşıyor?) Seyyid Fehim hazretleri, bu düşünceyi anlayıp, mübarek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirlerine çarpar. Nalınlar birbirine çarptıkça papaz suya batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünene dönerek, (O, sihir yaparak, su üstünde gidiyordu. Böylece, sizin imanınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozularak battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan keramet istemekten de haya ederler) buyurdu. Kerametiyle, papazın sihrini bozdu.

Evliya kerametini gizler, göstermek istemez; ama ihtiyaç duyulunca gösterir. Zaten Evliya durup dururken keramet göstermez. Bir ihtiyaç hissederse, o zaman elinde olmayarak da görülebilir.

Keramet sahibi olmak

Keramet sahibi olmak

Sual: Keramet sahibi kimse, yaptığımız bazı yanlışları görebiliyor. Mesela, cünüp gezdiğimizi, yalan söylediğimizi veya hangi namazı kılmadığımızı anlayabiliyormuş. Adamın biri, yolda bir kadına bakıyor, sonra, Hazret-i Osman’ın yanına uğruyor. Hazret-i Osman, (Gözünde zina işareti var) diyor. O kişi, (Nereden biliyorsun? Peygamberlik sona ermedi mi?) diye sorunca, Hazret-i Osman, (Müminin firasetinden sakının, çünkü mümin, Allahü teâlânın nuruyla bakar) hadis-i şerifini bildiriyor. Şimdi o adam, ne kadar mahcup olmuştur. Allah, evliya zatlara niye keramet verip başkalarının ayıplarını gösteriyor?

CEVAP
Önce şunu bilmek gerekir. Sâlih kullarına, keramet, firaset ihsan eden, her şeyi bilen ve her şeyin en iyisini yapan Allahü teâlânın, hâşâ, yanlış bir şey yapabileceğini düşünmek çok tehlikelidir.

Allahü teâlâ, hikmetsiz, faydasız bir şey yaratmaz. Yarattıklarında çok hikmet vardır. Mesela, evliya zatların kerametiyle gayrimüslimler hidayete kavuşabilir. Bunun örnekleri çoktur. Müslümanların ise imanlarının kuvvetlenmesine vesile olur.

Harika denilen olağanüstü bir olay, peygamberden meydana gelirse (Mucize), evliya zattan meydana gelirse (Keramet), sâlih müminden meydana gelirse (Firaset), fâsık veya bid’at ehlinden meydana gelirse (İstidrac), kâfirden zuhur ederse (Sihir, büyü) denir.

Allahü teâlâ, Müslümanlara veya gayrimüslimlere çeşitli kabiliyetler vermiştir. Kiminin sesi güzeldir, kimi pehlivandır. Kimi çok zekidir, kiminin on parmağında on marifet vardır. Kabiliyetsizin, kabiliyetli olanı, mesela sesi çirkin olanın, (Allah falancaya niye güzel ses verdi?) diye, Allah'ı sorgulaması yanlış olur.

Kimi, insan sarrafıdır. Bir bakışta, kimin yalancı, kimin doğru, kimin hırsız olduğunu anlayabilir. Mesela Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretlerinin babası Seyyid Mustafa Efendi, bir kimsenin, hangi namazı kılmadığını, yüzünden anlardı. (Seadet-i Ebediyye)

Cünüp gezenin yanında rahmet melekleri olmaz. Evliya zatlar, bir kimsenin yanında rahmet melekleri olmadığını görünce, onun cünüp olduğunu anlarlar, hattâ kötü kimseleri hayvan şeklinde görürler. O kimsenin yüzüne vurmadan cünüp gezmenin zararı anlatılıp böylece onun iyi şeyler yapmasına sebep olmak yanlış görülmemelidir.

İnsanlara verilen bu özellikler, kiminin kabiliyetleri sayesindedir, kiminin de, haramlardan kaçıp ihlasla ibadet ettikleri içindir. Böyle insanları kabiliyetlerinden dolayı suçlamak, kabiliyeti yaratanı suçlamaya sebep olmamalıdır.

Allahü teâlâ günahları örtüp, ceza vermekte acele etmediği için, günaha alışan kişiye, yaptıkları normal gelir, âhiretteki cezasını düşünemez. Kul kerametle ikaz edilince gafletten uyanır. (Evliya günahımı bildiğine göre, Allahü teâlâ elbette bilir. Allah, beni her an görüyor, nasıl günah işlerim?) diye düşünerek tevbe eder. O kadar mahcubiyetle büyük felaketten kurtulmuş olur. Sualdeki kimse, Hazret-i Osman’ın ikazıyla bir daha harama bakmamıştır. Dünyadaki ufak bir musibete âhirette büyük mükâfat vardır.

Mucizeler de, insanların hidayete kavuşması için meydana gelir. Mesela Resulullah'ın amcası Abbas, Bedir Savaşı’nda esir alınınca, serbest bırakılması için fidye istenmişti, (Benim param yok) demişti. Resulullah efendimiz, amcasına, (Sen hanımına, Ben geri dönemezsem, falanca yere şu kadar altın sakladımdemiştin) buyurunca, amcası, (Sana bunu kim söyledi?) dedi. (Rabbim söyledi) buyurdu. Bu mucize ile, amcasının yalanı ortaya çıkıp mahcup olmuşsa da, peygamberlerden sonra insanların en üstünleri olan Eshab-ı kiramdan olma şerefine kavuşup çok büyük hizmetler yapmasına sebep oldu. Kerametler de, kiminin hidayetine, kiminin de hidayetinin artmasına, imanının kuvvetlenmesine sebep olmaktadır. Bu bakımdan kerametleri, Allahü teâlânın bir lütfu, bir rahmeti olarak görmeli, keramet sahibi zatları suçlamamalıdır.

Evliyanın kerametine inanmamak
Sual: Bazı kimseler, evliyada meydana gelen, keşif ve kerametlere inanmıyor. Böylelerine ne denebilir?
Cevap:
Evliyanın keşif ve kerametlerine inanmayanlar, aslında Müslümanların evliyaya olan itimatlarını yıkmaya çalışmaktadırlar. Halbuki, bu davranışlar çok çirkin ve haksızdır. Çünkü, bir âyet-i kerimede mealen; (Çok zikrediniz. Zikretmekle kalp itminana kavuşur) buyuruldu. Hadîs-i şerifte; (Allah sevgisinin alameti, Onu çok zikretmektir) buyuruldu. Hadîs âlimleri; “Resûlullah, her an zikrederdi” buyurdu. İşte bunun için bu ümmetin büyükleri çok zikrederdi. Böylece, İslâmiyetin bu emrini de yerine getirmeye çalışırlardı. Çok zikredince, mübarek kalpleri itminana kavuşurdu. (Her derdin şifası vardır. Kalbin şifası, zikrullahtır) ve (Takvanın kaynağı, ariflerin kalpleridir) hadîs-i şeriflerinin haber verdiği gibi, kalp hastalığından, günahlardan kurtuldular. Allahü teâlânın sevgisine kavuştular. İşte takva sahibi olan, kalpleri temiz olan, Allahü teâlânın çok sevdiği bu büyük âlimler diyorlar ki:

“Çok zikrederken, dünyayı, her şeyi unutuyoruz. Kalbimiz ayna gibi oluyor. İnsan uykuda, her şeyi unutunca, rüya gördüğü gibi kalplerimizde bir şeyler görünüyor.” Bu gösterilenlere Keşif, Mükâşefe, Şühûd isimlerini veriyorlar. Böyle olduğunu, her asırda binlerle evliya haber veriyor.

Çok zikretmek ibadettir. Çok zikredenleri Allahü teâlâ sever. Bunların kalpleri, takva kaynağı olur. Bunları Kitap ve Sünnet haber veriyor. Bunlara inanmayan, Kitaba ve Sünnete inanmamış olur. Kalpte keşif ve şühûd hasıl olduğunu da, Allahü teâlânın sevdiği doğru Müslümanlar haber veriyor. Hadîs-i şerifte; (Çok zikredenin kalbinde nifak kalmaz) buyuruldu. Bunları haber verenler, münafık olmayan, özü, sözü doğru kimselerdir. Keşif ve keramet, böyle kimselerin tevatür hâlindeki haberleri ile bildirilmiştir.

Evet bunlar, Ümûr-i vicdâniyye, Ümûr-i zevkiyyedir. Başkalarına hüccet olamaz. Bunlara inanmak emrolunmadı. Fakat, inanmak yasak da edilmemiştir. Allahü teâlânın sevdiği salih Müslümanların tevatür hâlinde bildirdiklerine inanmak, inanmamaktan daha iyidir. Müslümana hüsn-i zan olunur, haberlerine güvenilir. İbadetlerde bile, sözlerine güvenilir. “İnkâr eden, mahrum olur” sözü, meşhurdur.

Bir zındıklık sitesi

Bir zındıklık sitesi

Sual: (Yalnız Kur'an) diyen ve Vehhâbîleri de sollayan bir zındıklık sitesinde, (Evliya putu, hiçbir zaman kimsenin yardımına gelmedi! Tüm evliya ve keramet masalları saçmalıktır. Nakşilik, Kadirilik şirktir. Bahattin Nakşibendî ve Abdülkadir Geylânî gibi tarikat şeyhleri ve onların tarikatlarını devam ettirenler müşrik olduğu gibi, Ebu Hanife, İmam Şâfiî ve diğer mezhep imamları ve onlara uyan mezhep mensupları da müşriktir. Tarikat da, mezhep de şirktir) deniyor. Böyle diyenlerin kendileri müşrik olmuyor mu?

CEVAP
Tarikat da, mezhep de yol demektir. Yolun doğrusu da, eğrisi de olur. Mezhepsizlik de, bir yoldur. O zaman şirk olmayan yol yok demektir. Binlerce âlim ve evliya zatların Kur'an-ı kerimden anlayıp çıkardıkları yol şirk olunca, mezhepsizlerin anladıkları niye şirk olmuyor?

Keramete inanmamak, Kur'an-ı kerimdeki âyetlere inanmamaktır. Bu ise, şirk ve zındıklığın daniskasıdır. Mucizeyi de, kerameti de yaratan Allahü teâlâdır. (Allah, evliyaya keramet göstertemez) demek de şirktir.

Kur’an-ı kerimde, Allahü teâlâ tarafından yaratılan kerametleri bildiren âyetlerden bazıları şunlardır:
Hazret-i Süleyman’ın veziri Asaf, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar kerametle getirdi. Hazret-i Süleyman, (Hâzâ min fadlı Rabbî = Bu Rabbimin bir lütfudur) dedi. (Neml 40) Hazret-i Süleyman’ın veziri peygamber olmadığı hâlde, bu kerameti göstermiştir. Kerameti inkâr etmek bu âyeti, bu olayı inkâr etmek olur. Yani şirk ve zındıklık olur.

Kur'an-ı kerimde bildiriliyor ki, bir zatın sepetindeki pişmiş ölü balık canlandı. (Kehf 63) Bu zatın Hızır olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Bu açıkça bir keramettir. Nasıl inkâr edilir?

Hazret-i Meryem peygamber değildi. Kocasız çocuk doğurdu ve mabette yaşar, yiyecekleri, kerametle hep yanında hazır olurdu. Bir âyet-i kerime meali:
(Hurma dalını kendine doğru silkele, taze hurma dökülsün.) [Meryem 25]

Hazret-i Zekeriya, Hazret-i Meryem’in yanında taze meyveleri görünce hayret ederdi. Bir âyet-i kerime meali:
(Rabbi Meryem'e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya, onun yanına, mabede her girişinde orada bir rızık görür, "Ey Meryem, bunlar sana nereden geliyor?" der, o da: “Bunlar, Allah tarafından” diye cevap verirdi.) [Âl-i İmran 37]

Hazret-i Meryem validemizin bu kerametleri nasıl inkâr edilir? Hangi mezhepsize taze rızıklar geliyor ki?

Eshab-ı Kehf denilen sâlih kimseler, yiyip içmeden, 309 yıl uykuda kaldıktan sonra uyanmışlardır. Bir âyet-i kerime meali:
(İşte bu, Allah’ın kudretini gösteren delillerden biridir. Uykuda iken sen onları uyanık sanırdın.) [Kehf 17, 18]

Bunları yapan Allahü teâlâdır, ama o zatların kerameti oluyor. Kerameti inkâr etmek, Allah'ın kudretini inkâr etmek oluyor. Bu harika olaylar, peygamber elinde olursa mucize, evliya zat elinde olursa keramet, kâfirde olursa sihir deniyor.

Keramet Kur'an-ı kerimde bildirildiği gibi, hadis-i şeriflerde de bildirilmiştir. Biri şöyledir:
(Kalbleriniz temiz olsaydı, siz de benim duyduklarımı duyardınız.) [İ. Ahmed, Taberânî] Bu hadis-i şerifteki gibi kalbi temiz olan Hazret-i Ömer’in bazı kerametleri görülmüştür. (Şevahid-ün Nübüvve)

Yine bir hadis-i şerif:
(Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı gaybları haber veren keramet ehli zatlar var idi. Ümmetimden Ömer de onlardandır.) [Buhârî, Müslim]

Allahü teâlâ, dilediğine keramet verir, gaybı bildirir ve o da gaybdan haber verir. (Avarif-ül-mearif)

Abdülganî Nablüsî
hazretleri buyurdu ki: Evliyalığı, kerameti inkâr etmek, dinin bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Evliya zatlar ve peygamberler, ne kadar yüksek olursa olsun kuldur. Hârika, keramet hâsıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Ancak Allahü teâlâ, peygamberlerini ve evliya zatları başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi harikaları, nimetleri bu zatlara ihsan etmiştir. (Hadîka)

Asr-ı saadetteki insanların imanı kuvvetliydi. Kerametle imanlarının kuvvetlenmesine ihtiyaç yoktu. Daha sonra gelenlerin imanı zayıfladı. İmanlarının kuvvetlenmesi için keramete ihtiyaç hâsıl oldu. Onun için daha sonra gelen evliya zatlarda keramet çok görüldü. (Şevahid-ün Nübüvve)

Eshab-ı kiramdan birkaç örnek verelim:
Hazret-i Ebu Bekir, vefat edeceği zaman, (Ya Âişe, bir oğlum ile iki kızım sana emanettir) dedi. (Babacığım benim bir kız kardeşim var. Öteki nerede?) diye sorunca, (Hanımım hamiledir) dedi. Vefatından sonra bir kızı doğdu. (Şevahid)

Hazret-i Ömer
, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordu mağlup olmak üzere iken bu hâli görüp, kumandana, (Yâ Sariye, arkanı dağa ver) buyurdu. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu. (Cami-ul-keramat, Kısas-ı enbiya, Şevahid, İrşad-üt-talibin)

Hazret-i Ali
, vefat edeceği zaman, (Tabutumu Arneyn’e götürün, orada ışık saçan bir kaya görürsünüz. Beni oraya defnedin!) buyurdu. Öyle yaptılar, buyurduğu gibi buldular. (Şevahid)

Hazret-i Osman
, yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın) buyurdu. O kimse, (Nereden bildin?) dedi. Hazret-i Osman da, (Müminin firasetinden korkun, o, Allah’ın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buhârî) (Cami-ul-keramat)

Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah
, insanların yolunu kesen aslana, (Derhal uzaklaş) diye kızınca, aslan, kuyruğunu sallayarak uzaklaştı. İbni Ömer hazretleri, “Resulullah elbette doğru söyler” diyerek, (Allah’tan korkandan her şey korkar) hadis-i şerifini bildirdi. (Hâkim)

Hazret-i Hubeyb
, esir edilince, yanına gelenler, onun önünde taze üzüm görürlerdi. (Buhârî)

Avn bin Abdullah
güneşte uyurken, bir bulut ona gölge ederdi. (Ebu Nuaym)

Evliyanın kerameti, enbiyanın mucizelerinin devamıdır. Bu ümmetin evliyasından hâsıl olan kerametler de Peygamber efendimizin mucizesidir. (Huccetullahi alel âlemin)

Sihirle, kâfirlerin ne harika şeyler yaptığı, Kur’an-ı kerimde bildiriliyor. (Yalnız Kur'an) diyenler Kur'an-ı kerime inanmadıkları için bunları inkâr ediyorlar. Şeytanın bile, çok harikalar gösterdiği yazılıdır. Kâfir harika gösteriyor da, evliya gösteremez mi?

Kâfirlerden birinin bir anda şarktan garba gidip geldiğini kitaplar bildiriyor ve inanıyoruz. Bu kâfir herkesin bildiği İblis’tir. Bu kâfire verilen şey, Allahü teâlânın sevgili kullarına niçin verilmesin? Bunu iyi düşünmek ve insaflı konuşmak lazımdır. (Es-Sivad-ül a’zam)

İmam-ı Süyûtî hazretleri diyor ki: Kerametin yirmi ikincisi, evliyanın çeşitli insan şekillerinde görülmesidir. (Tabakat-ül-Kübra)

Ehl-i sünnet âlimleri, Meryem sûresinin, ([Cebrail, Meryem’e] insan şeklinde göründü) mealindeki 16. âyetinden, evliyanın ruhlarının çeşitli şekillerde görüleceğini anlayıp, bu âyeti delil olarak bildirmişlerdir.

Sebeplere yapışmak dinimizin emridir

Sebeplere yapışmak dinimizin emridir

Vehhabiler diyor ki:
Peygamberlerin ve onların yolunda olanların gittikleri yol vesiledir, kendileri vesile değildir. Madde, cisim ve zat, sebep olamaz. Diri olup yanında bulunandan bir şey istemek caizdir. Uzaktakinden ve ölüden istemek, bunları vesile etmek şirktir.
CEVAP
Her şeyi yaratan, yapan yalnız Allahü teâlâdır. Bir şeyi yaratmak için, başka bir mahlukunu vasıta ve sebep yapması, Allahü teâlânın âdetidir. Allahü teâlânın bir şeyi yaratmasını isteyenin, o şeyin yaratılmasına vesile olan sebebe yapışması lazımdır. Peygamberler hep sebeplere yapışmışlardır.

Allahü teâlâ sebebe yapışmayı övmektedir. Peygamberler sebeplere yapışmayı emir etmektedir. Dünyadaki olaylar, hadiseler de, sebebe yapışmanın lazım olduğunu göstermektedir. Bir şeye kavuşmak için, o şeyin sebebine yapışılır. O sebebi, o şeye sebep yapan ve insanın o sebebe yapışmasını sağlayan, o sebebe yapıştıktan sonra, o şeyi yaratan, hep Allahü teâlâ olduğuna inanmak lazımdır. Böyle inanan bir kimse, bu sebebe yapışmakla, o şeye kavuştum diyebilir. Bu sözü, o şeyi sebep yarattı demek değildir. Allahü teâlâ, o şeyi bu sebeple yarattı demektir.

Mesela (içtiğim ilaç ağrımı kesti), (Seyyidet Nefise hazretlerine adak yapınca, hastam iyi oldu), (Çorba beni doyurdu), (Su, hararetimi giderdi) sözleri, bu şeylerin hep vesile ve vasıta olduklarını göstermektedir. Bunlar gibi konuşan müslümanların, yukarıda bildirdiğimiz gibi inandıklarını düşünmek lazımdır. Böyle düşünene kâfir denemez. Vehhabiler de, diri olandan, yanında bulunandan bir şey istemek caizdir diyor. Birbirlerinden ve hükümet memurlarından çok şey istiyorlar. Vermeleri için yalvarıyorlar. Uzakta olandan ve ölüden istemek şirktir. Diriden istemek şirk olmaz diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri ise, biri şirk olmayınca, öteki de şirk olmaz diyor. Aralarında fark yoktur diyor.

Sebepler üç kısımdır
İslam âlimlerinin büyüklerinden Muhammed Masum hazretleri Mektubat kitabında buyuruyor ki:
Sebeplere yapışmak tevekküle münafi değildir. Çünkü, sebeplere tesir etmek kuvvetini de Allahü teâlâ vermektedir. Sebeplere yapışırken, sebeplerin tesirini Allahü teâlâdan bilmeli ve Ona güvenmelidir. Tesir ettikleri tecrübe edilmiş olan sebeplere yapışmak, tevekkül etmek demektir. Tesiri bilinmeyen, ümit dahi edilmeyen sebeplere yapışmak, tevekküle uygun olmaz. Tesiri kati olan sebeplere yapışmak lazımdır, hatta vazifedir. Ateş yakıcıdır. Ateşe yakmak hassasını, tesirini veren Allahü teâlâdır. Aç olunca, gıda, taam yiyeceğiz. Gıdaya doyurmak tesirini Allahü teâlânın verdiğine inanacağız. Faydalı tesiri kati olan böyle sebepleri kullanmayarak zarar hasıl olursa, Allahü teâlâya itaat etmemiş oluruz. Ona karşı gelmiş oluruz.

Sebepler üç kısımdır:
Tesiri görülmemiş, işitilmemiş sebepleri kullanmak caiz değildir.

Tecrübe edilmiş, faydalı tesir ettikleri anlaşılmış olan sebepleri kullanmak vaciptir. Bunları terk etmek günah olur.

Tesirleri şüpheli olan sebepleri kullanmak vacip, lazım değil ise de, caizdir.

Allahü teâlâ, mühim olan işleri yapmadan evvel, bunları tecrübeli, bilgili kimselerle meşveret etmemizi, bundan sonra yapmamızı, yaparken de, Allahü teâlâya tevekkül etmemizi, neticeyi Ondan beklememizi emretti. Meşveret etmek de, sebebe yapışmaktır. Bu emir, faydalı sebebe yapışmanın vacip olduğunu ve sebebin tesirini Allahü teâlâdan beklemek lazım olduğunu bildirmektedir.

Ahiret işlerinde yani ibadet ve taat yapmakta tevekkül olmaz. İbadetleri yapmamız, bunun için çalışmamız emir olundu. Ahiret işlerinde tevekkül etmek değil, havf ve ümit etmek lazımdır. Bu emirleri yapmak, bunların kabul olunması ve sevap verilmesi için Allahü teâlânın merhametine ve ihsanına itimat etmek, güvenmek lazımdır. Emirleri yapmak ve yasaklardan sakınmak, kulluk vazifesidir.
İnsan tasavvufta ne kadar ilerlerse ilerlesin, kemale gelsin, kurb-i ilahiye kavuşsun, bedeni ile, ruhu da mahluk olmaktan kurtulamaz. Allahü teâlâdan başka her şey hadistir, mahluktur. Var olmadan önce yok idiler. Sonra da yok olacaklardır. Müslüman olmak için böyle inanmak lazımdır.

Ahirette azaptan kurtulmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inanmak, uymak lazımdır. Bu kitaplara uymayan keşfler, kerametler hiçbir işe yaramaz. (c.1, m.182)

Vesile ve sebep aramak

Peygamberlerin ve Evliyanın vasıtası ile yani onları sebep yaparak, vesile ederek, Allahü teâlânın yaratmasını istemek caiz olduğunu gösteren âyet-i kerimeleri bildirelim:
(Ey iman edenler! Allahü teâlâdan korkunuz! Ona yaklaşmak için vesile arayınız.) [Maide 35]

(Ol kimseler ki, dua ve ibadet ederler, Rablerine yaklaşmak için, vesile ve sebep ararlar. Sebeplerin Allahü teâlâya en çok yaklaştıranını isterler.) [İsra 57]

Bu âyet-i kerimelerde Allahü teâlâ, sebebe, vesileye yapışmayı emretmektedir. Vesilenin kendisine en çok yaklaştırıcı bir şey olduğunu bildirmektedir. Vesilenin belli bir şey olduğu bildirilmedi. Bunun için, Allahü teâlânın rızasına kavuşturan her şey, yani Haricilerin dedikleri gibi yalnız duaları değil, şefaatleri ve Allahü teâlâ indinde mertebeleri ve kıymetleri ve kendileri hep vesiledirler.
[Vehhabiler, (Vesile, Peygamberlerin ve onların yolunda olanların gittikleri yoldur. Onların yolu vesiledir, kendileri vesile değildir) diyor.]

Ehl-i sünnet âlimleri ise, Peygamberlerin ve onlara tâbi olanların gittikleri yol, yani iman ve ibadet ve ihlas, vesile olduğu gibi, o büyüklerin şefaatleri, makamları, kerametleri, duaları ve kendileri de vesiledir dedi. Kendileri vesile olamaz diyenler, Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere ve Peygamberlere ve Evliyaya iftira ediyorlar. Peygamberlerin ve Evliyanın kendilerinin vesile edilmesi, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmektedir.

Enfal suresinin 33. âyetinde mealen, (Sen aralarında bulundukça, o kâfirlere azap etmem) buyuruldu. Tefsir kitaplarında ve Buhari’de bildirildiği gibi, kâfirler Peygamber efendimiz ile alay ediyorlardı. Rabbine söyle de, bize çabuk azap göndersin diyorlardı. Bu sözleri üzerine, yukarıdaki âyet-i kerime nazil oldu. Resulullahın mübarek cesed-i şerifinin kâfirler arasında bulunması, onlara azap gelmesini önlemektedir buyuruldu. Resulullah, Peygamberlik makamı ile, yahut dua ederek, yahut şefaat ederek, azap gelmesini önlüyordu denilemez. Çünkü, kâfirlere dua ve şefaat edilmediği gibi, inanmadıkları Peygamberliğin onlara faydası olamaz.

Allahü teâlânın, Muhammed aleyhisselamı, insanlar arasından seçmesi ve Onu bütün Peygamberlerinden üstün yapması, mübarek zatı içindir, kendisi içindir. Bunu her mümin bilmektedir. Resullerin, Nebilerin, Velilerin üstünlükleri de, hep böyledir. Mevki, mertebe ve her yükseklik zata tâbidir. Zat, mevkiye tâbi değildir. [Mesela, insan paşa olduğu için kıymetlidir, denilmez. Kıymetli olduğu için, paşa olmuştur denir.]

Vehhabilerin, madde, cisim ve zat, sebep olamaz sözlerinin yanlış olduğu anlaşıldı. Âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler ve Resulullahın sünnet-i seniyyesi, onların yanlış ve bozuk yolda olduğunu göstermektedir.

Hadis-i şerifte, (Toprağımızın ve birimizin tükrüğünün bereketi ile ve Rabbimizin izni ile hastamız şifa bulur) buyuruldu. Toprak ve tükrük ve eczacının tesiri belli olan ilaçları, hep maddedir, cisimdir, yani zattırlar. Bunların mevki’i, rütbesi ve şefaati düşünülemez.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Zemzem suyu, içenin niyetine göre fayda verir.) [Müslim]
Zemzem suyu, dünya ve ahiretin herhangi bir faydası için niyet ederek içilirse, istenilen fayda hasıl olur. Böyle olduğu çok görülmüştür. Zemzem suyu, zattır, maddedir. Şifa, fayda vermek için, rütbesi ile tesir etmesi, yahut dua ve şefaat etmesi düşünülemez.

Sahih olan hadis-i şerifte ve bütün fıkıh âlimlerinin sözbirliği ile bildirdikleri gibi, Kâbe kapısı ile Hacer-ül-esved taşının arasındaki tavaf yerine Mültezem denir. Bir kimse, burada karnını Kâbe duvarına değdirip, Mültezem’i vesile ederek, Allahü teâlâya yalvarırsa, Allahü teâlâ onu zarardan, kusurdan korur. Böyle olduğu çok tecrübe edilmiştir. Herkesin bildiği gibi, Mültezem, Kâbe duvarında birkaç taştır. Bu taşlar zattır. Yani maddedir. Allahü teâlâ, her maddeye belli hassalar, özellikler verdiği gibi, bu taşlara da, hayra, faydaya vesile olmak hassasını vermiştir. [Aspirine ağrı kesmek, kinine sıtma plasmodyumlarını öldürmek, ispirtolu suya aklı gidermek hassalarını verdiği gibi, bu taşlara, başka taşlardan fazla olarak, duaların kabul olmasına sebep olmak hassasını vermiştir.]

Kâbe’nin kuzey tarafında bulunan su oluğunun altındaki tavaf yerine ve Mescid-i Haram içindeki, Kâbe kapısı karşısında bulunan Makam-ı İbrahim denilen yere ve Hacer-ül esved denilen Kâbe köşesindeki taşı öpmeye ve elini yüzünü sürmeye de, böyle faydalı hassalar verilmiştir. Bunlara tevessül edenlerin, yani bunları vasıta kılarak dua edenlerin, duaları kabul olmak hassasını, kıymetini, Allahü teâlâ bu maddelere vermiştir. Bu maddelerin, duaların kabul olmasına vesile oldukları biliniyor ve görülüyor ve inanılıyor da, Resulullahı ve Onun yolunda olan, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesile ederek yapılan dualar hiç kabul olmaz mı? Eğer bir kimse, yerdeki toprağın ve bazı kimselerin tükrüğünün ve Zemzem suyunun ve Mültezemdeki taşların ve İbrahim aleyhisselamın mübarek ayaklarının izi bulunan Makam-ı İbrahimin ve Hacer-ül-esved taşının, yani bu maddelerin hepsinin faydalı şeyler için vesile, sebep olmaları, Peygamberlerin ve Evliyanın mezarlarının da, vesile olacağını göstermez derse, bu kimsenin din cahili olduğunu, Allah’tan ve Resulullahtan ve müslümanlardan utanmadığını gösterir. Çünkü, Eshab-ı kiram, Resulullahın zat-ı şerifini çok yüksek bilirler, pek saygı gösterirlerdi.

Urve-tebni Mesud-issekâfinin Buhari’de ve başka kitaplarda bildirilen sözleri meşhurdur. Urve diyor ki:
Hudeybiye sulhu için, müşriklerin elçisi olarak, Resulullahın yanına gelmiştim. İşim bittikten sonra Mekke’ye, Kureyş büyüklerinin yanına döndüm. Onlara dedim ki, (Biliyorsunuz, Acem şahı olan Kisralara ve Bizans kralı olan Kayserlere ve Habeş padişahı olan Necaşilere çok gittim, geldim. Bunlara yapılan hürmetin, Muhammed aleyhisselamın Eshabının, Muhammed aleyhisselama yaptıkları hürmet kadar çok olduğunu görmedim. Muhammed aleyhisselamın tükrüğünün yere düştüğünü görmedim. Eshabı avuçları ile kapışıp yüzlerine, gözlerine sürüyorlardı. Abdest almış olduğu suyu da kapışıp, bereket için saklıyorlardı. Tıraş olunca, bir kılı yere düşmeden önce Eshabı kapışıyorlardı. En kıymetli cevher gibi saklıyorlardı. Saygılarından, edeplerinden, yüzüne bakamıyorlardı...)

Eshab-ı kiramın, Resulullahın zatından ayrılan en ufak zerrelere, hatta başkaları için pis, çirkin sayılan şeylerine bile nasıl kıymet verdikleri bu haberden anlaşılmaktadır. Bu saygı ve edepler mübarek tükrüğünün ve mübarek uzuvlarına değmiş olan abdest sularının, onlara dua etmeleri veya şefaat etmeleri, yahut rütbe ve kıymetleri olduğu içindir denilebilir mi?

Bunlar, maddedir. Fakat, en şerefli bir zattan, maddeden ayrıldıkları için, kıymetli olmuşlardır. Vehhabiler ve onların yolunda olanlar, hakiki din adamıyız, tevhid ehliyiz diyerek övündükleri halde, Resulullahı Lat putu ile bir tutuyorlar. Resulullahın ve Onun Eshabının yaptıklarını ve emir ettiklerini puta tapmaya benzetiyorlar. Onlar gibi söylemekten, onlar gibi düşünmekten ve onlar gibi inanmaktan Allahü teâlâya sığınırız.

Peygamberleri ve Onların yolunda olan seçilmiş, sevilmiş Velileri vasıta kılarak Allahü teâlâdan dilekte bulunmanın caiz olduğunu gösteren hadis-i şerifler o kadar çoktur ki, bunlara kötü düşmanlarımız hiç cevap veremiyor. Şaşırıp kalıyorlar: Buhari ve Müslim’de yazılı olduğu üzere, Esma binti Ebi Bekir, yanındakilere Peygamber efendimizin yeşil bir cübbesini gösterdi. Yakası ipekten idi. (Bu palto, Hazret-i Âişe’nin yanında idi. O vefat edince, ben aldım. Bu cübbeyi hastalarımıza giydirerek, tedavi etmekteyiz. Hastalarımız bununla iyi oluyorlar) dedi. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevgili Peygamberi ve bütün üstünlüklerin sahibi giymiş olduğu için, Eshab-ı kiram bu cübbeyi şifa bulmak için vesile etmektedirler.

Humeydi’nin, Buhari’den ve Müslim’in sahihinden topladığı kitabında, Sehl bin Sa’d diyor ki:
(Resulullah mübarek gömleğini bana hediye etmiş idi. Annem, benden almak istedi. Bunu kefen yapmak için, saklayacağım dedim. Resulullah efendimizin mübarek gömleği ile bereketlenmek istedim.)

Görülüyor ki, Eshab-ı kiram, Resulullahın mübarek gömleğini, azaptan kurtulmak için vesile ve sebep yapıyorlardı.

Buhari ve Müslimde Ümm-i Süleymden haber veriliyor:
Resulullah yanımda uyuyordu. Mübarek yüzü inci gibi terlemişti. Terlerini alıp bir yere koyarken uyandı. (Ya Ümm-i Süleym, ne yapıyorsun?) buyurdu. Ya Resulallah! Mübarek terin ile çocuklarımızın bereketlenmesini istiyorum dedim. (İyi yapıyorsun) buyurdu. İbni Melek, Mesabih kitabının şerhinde diyor ki, bu hadis-i şerif gösteriyor ki, tasavvuf büyüklerinin ve âlimlerin ve salihlerin kullandıkları şeylerle de, Allahü teâlânın rızasını kazanmak caizdir.

İmam-ı Müslim Sahihinde diyor ki:
Resulullah sabah namazını kılınca, Medine halkı, içinde su bulunan kaplarla huzuruna gelirlerdi. Her kaba mübarek ellerini sokardı.

İbn-ül Cevzi, Beyan-ül müşkilil Hadis kitabında diyor ki:
Medine ahalisi böylece, Resulullah ile bereketlenirler idi. Bir âlime gelip de böyle bereketlenmek isteyenleri, âlimin boş çevirmemesi iyi olur.

Buhari kitabında, İbni Sirin’den haber veriyor:
İbni Sirin diyor ki, Resulullah efendimizin sakal-ı şerifinden bir parça elime geçti. Bunu Ubeydeye söyledim. Bende bir sakal-ı şerif bulunmasını, dünyada olan her şeyden daha çok severim dedi.

Buhari-i şerifte diyor ki:
Resulullahın çok zaman hizmetinde bulunmakla şereflenmiş olan Enes bin Malik, kendisi ile beraber bir sakal-ı şerifin defin olunmasını vasiyet etti. Kabirde, Allahü teâlânın huzuruna sakal-ı şerif ile birlikte çıkmak istedi.

Kadi İyad, Şifa kitabında diyor ki:
Resulullahın faziletlerinden ve kerametlerinden ve bereketlerinden biri de şudur ki, Halid bin Velid, başında sarığı arasında bir sakal-ı şerif taşırdı. Bunu taşıdığı her muharebede zafer kazanırdı. Halid, mübarek bir kılı sebebi ile muradına kavuşuyor da, Resulullahın mübarek zat-ı şerifini vesile ederek Allahü teâlâdan dilekte bulunanlar kavuşmaz olur mu?

Buhari ve Müslim sahihlerinde diyor ki:
Abdullah ibni Abbas’ın haber verdiği hadis-i şerifte, Resulullah iki kabrin yanına geldi. İkisinin de azapta olduğunu anladı. Bir hurma dalı istedi. İkiye ayırıp, kabirler üzerine dikti. (Bunlar yeşil kaldıkça, azapları hafifler) buyurdu. Bir kabirde azabın hafiflemesi için, üzerine yeşil hurma dalı konulması, hadis-i şerifte bildirilmiştir.

Allahü teâlâ, yeşil otların bereketi ile kabirdeki azabı hafifletmektedir. Yeşil ot, bir zattır, bir maddedir. Bunu dikmekle azabın azalması, Resulullaha mahsus değildir. Yeşil hurma dalının her zaman kabir üzerine dikilmesini, İslam âlimleri, sözbirliği ile bildirmektedir. İslam mezarlıklarına servi ağaçları dikilmesi bundan ileri gelmektedir. Hurma dalı gibi bir madde, azabın azalmasına sebep oluyor da, varlıkların, maddelerin en kıymetlisi olanı sebep ve vesile etmek caiz olmaz mı? Aklı olan, doğru düşünebilen kimse, buna olmaz diyebilir mi?

Allahü teâlânın sevgilisi ve Peygamberlerin en üstünü için, vesile edilmez, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olmaz diyen bir kimse, o yüce Peygamberin ümmetinden midir, yoksa düşmanlarından mıdır? Kâfirlere bile rahmet olduğu, âyet-i kerimelerde bildirilmiştir. Müslümanlar için ve Ona aşık olan Ehl-i sünnet vel-cemaat için, rahmete, vesile ve sebep olmaz mı?

(Vesile arayınız!) âyet-i kerimesinin emrettiği vesile, hem ibadetlerdir, hem dualardır, hem de mübarek kıymetli zatların kendileridir. Yukarıda bildirdiğimiz hadis-i şerifler ve olaylar bunu açıkça göstermektedir.

Sakal-ı şerifin kıymeti
Sual:
Peygamber efendimizin sakal-ı şerifi, hırkası veya başka bir eşyası ile bereketlenmeye putçuluk diyenler var. Bu konuyu açıklar mısınız?
CEVAP
Çok kıymetli bir itikad kitabı olan Nur-ül-İslam’da aynen şöyle buyuruluyor:
Peygamber efendimizin eşyaları ile bereketlenmek, Onun mübarek gözleri önünde yapılmış, sabit bir iştir. Resulullah da, bu işi beğenip kabul buyurdu. Onun vefatından sonra da bu iş devam etti. Çünkü Allahü teâlâ, Onun kendi eşyalarına, dokunduğu şeylere ve mübarek tenine dokunan şeylere birçok meziyetler vermiştir ki, bunlarla bereketlenilir ve faydalanılır.

Hazret-i Ebu Bekir’in kızı Hazret-i Esma, Peygamber efendimiz hayatta iken giydiği bir cübbe çıkarıp, (Şifa bulmaları için, biz bunu yıkayıp hastalara veriyoruz) dedi.

Abdülkasım bin Memun hazretlerinin yanında, Peygamber efendimizin bir çanağı vardı. Bundan su verdiği hastalar şifa bulurlardı.

Peygamber efendimiz abdest aldığı zaman, Eshab-ı kiram, onun abdest suyuna dokunmak ve düşen bir kılını almak için yarışırlar ve bununla bereketlenirlerdi. O da bu hareketlerini kabul buyururdu. Hatta, mübarek başını tıraş ettiği zaman, bereketlenmek için, mübarek saçını, Eshabı arasında paylaştırmasını Ebu Talha hazretlerine emrederdi. (Buhari)

Hazret-i Ebu Cuheyfe diyor ki:
(Resulullah, öğle sıcağında çıkıp abdest aldı. Oradakiler kalkıp, onun ellerini tutup, yüzlerine sürdüler. Bir de ben, onun mübarek ellerini tutup yüzümün üstüne koydum. O sıcakta mübarek elleri, kardan daha soğuktu ve miskten daha güzel kokuyordu.) [Buhari]
(Ellerini tutup yüzlerine sürdüler) ifadesi, faziletli ve salih kimselere dokunarak bereketlenmenin meşru olduğunu gösteriyor.

Hazret-i Âişe diyor ki:
(Resulullah bir yarası olan kimseyi tedavi ederken, işaret parmağını yere koyar ve kaldırıp, “Bismillahi türbetü erdina biriki badina liyüşfa bihi sekimüna biizni Rabbina” derdi.) [Müslim]

İmam-ı Nevevi buyuruyor ki:
(Hadis-i şerifin manası şöyledir: İşaret parmağını ağız suyu ile ıslatıp, sonra toprağın yapışması için yere koyar, sonra illetli ve yara olan yere sürer ve bu elini sürerken, Allahü teâlânın ism-i şerifiyle bereketlenmek için bu duayı okurdu.)

Hadis-i şerif kitaplarında, Eshab-ı kiramın Peygamber efendimizin eşya ve eserleriyle; teri, gözyaşı ve ağız suyu ile bereketlendiklerine dair misaller çoktur. Âlimler, buradan hareketle salih kimselerin eşya ve eserleriyle bereketlenmenin caiz olduğunu bildirmişlerdir.

Resulullahın sakal-ı şerifinin bazı telleri, halifeler, müslüman hükümdarlar tarafından korunmuş ve günümüze kadar gelmiştir. Bir kısmı Osmanlı Sultanlarının hazinelerindedir. Allahü teâlâ, onlara rahmet eylesin.

Bu mübarek tellerden birkaçı, Kuzey Irak’da Süleymaniye’ye bağlı Halepçe kazasının Beyare nahiyesindedir. Benim gözlerim önünde bunlar vesile edilerek kıtlığın bitmesi ve yağmurun yağması için dua edildi ve hemen bol bol yağmur yağdı.

Düşmanların hücumu esnasında bunlar vesile edilerek dua edilmiş ve müslümanlar, düşmanın şerrinden korunmuşlardır. Bu anlattıklarımız, buralarda yaşayan müslümanlarca malumdur. Bunlarda şüphe etmenin yeri yoktur. Bunlarda şüphe edenler, Yusuf suresinin 93-96. âyet-i kerimelerine baksınlar:
([Yusuf aleyhisselam,] şu gömleğimi götürün de, babamın yüzüne koyun, [gözleri] görecek duruma gelir ve bütün ailenizi bana getirin, dedi. Kafile ayrılınca, babaları: “Eğer bana bunamış demezseniz, inanın ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” dedi. Çevresindekiler: “Allah’a yemin ederiz ki, sen, hâlâ eski şaşkınlığındasın” dediler. Müjdeci gelip, gömleği Yakub’un yüzüne sürünce, hemen gözleri açıldı. Bunun üzerine Yakub, “Ben size, Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?” dedi.) [Nur-ül-İslam s.122-125]

Nur-ül-İslam’dan aldığımız bu yazıdan da anlaşılacağı gibi, mübarek eşyalarla bereketlenmek çok güzel bir iştir, putçulukla hiçbir ilgisi yoktur. Bir misal daha verelim: Resul aleyhisselam çarşıya çıkıp, bir entari satın aldı. Giderken gördü ki, bir a’ma oturmuş, (Allah rızası için ve Cennet elbiselerine kavuşmak için, bana kim bir gömlek verir) diyordu. Almış olduğu entariyi buna verdi. A’ma, entariyi eline alınca, misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resul aleyhisselamın mübarek elinden geldiğini anladı. Çünkü, Resul aleyhisselamın bir kere giydiği her şey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı. A’ma dua ederek, (Ya Rabbi! Bu gömlek hürmetine, benim gözlerimi aç) dedi. İki gözü hemen açıldı. (Zad-ül Mukvin)

Mübarek eşya ile bereketlenmek

Farisi Üsul-ül-erbeada diyor ki:
İbni Ömer, hac için Medine’den Mekke’ye giderken, Resulullahın oturduğu yerlerde durur, namaz kılar, dua ederdi. Bu mübarek yerlerle bereketlenirdi. Resulullahın minberine ellerini koyar, sonra yüzüne sürerdi. İmam-ı Ahmed, Hücre-i saadeti ve minberini öpüp bereketlendiği gibi, İmam-ı Şafii’nin gömleğini ıslatıp, bu suyu içerek de bereketlenirdi. Ebu Eyyub-el-Ensari, Resulullahın mübarek kabrine yüzünü sürerken, mani olmak isteyen birine, (Beni bırak, taşa, toprağa değil, Resulullahın huzuruna geldim) buyurdu. Eshab-ı kiram, Resulullahın eserleriyle teberrük ederdi. Abdest alırken kullandığı suyla, mübarek teriyle bereketlenirlerdi. Gömleği, asası, kılıcı, yüzüğüyle ve kullanmış olduğu her şeyle bereketlenirlerdi. Hazret-i Ümm-i Seleme’nin yanında mübarek sakalından bir kıl vardı. Hasta gelince, kılı suda bırakır, sonra çıkarıp bu suyu ona içirirdi. İmam-ı Buhari’nin kabrinden misk kokusu duyulurdu. Bereket için toprağından alıp götürürlerdi. Hiçbir âlim buna mani olmazdı. (Üsul-ül-erbea)

Cennetin eşiğini öpmeye yemin eden kişiye, Peygamber efendimiz, (Ana babanın kabirlerini öp, yeminin yerine gelir) buyurdu. (Kifaye)

Allahü teâlâdan başkasını tazim etmenin caiz olduğu, âyet-i kerime ve hadis-i şerifle, Selef-i salihin’in sözleri ve işleriyle sabittir. Hac suresinin 32. âyetinde mealen, (Kim Allahü teâlânın şeairini tazim ederse, bu, kalblerin takvasındandır) buyuruldu. Bunun için, Allahü teâlânın şeairini tazim etmek vacib oldu. Şeair, nişanlar, alametler demektir. Bekara suresinin, (Safa ve Merve, Allahü teâlânın şeairindendir) mealindeki 158. âyeti gösteriyor ki, Safa ve Merve’den başka da şeair vardır. Şah Veliyullah-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki: Allah’ın şeairinin en büyükleri, Kur’an-ı kerim, Kâbe-i muazzama, Peygamber ve namazdır. (Huccetullah-il-baliğa)

Şeairi sevmek ne demektir?
Eltaf-ül-kuds
kitabında ise diyor ki:
(Allahü teâlânın şeairini sevmek demek, Kur'an-ı kerimi ve Peygamberi ve Kâbe’yi ve Allahü teâlâyı hatırlatan her şeyi, evliyayı sevmektir.) Mekke-i mükerreme’deki Safa ve Merve arasında, Hazret-i İsmailin annesi Hazret-i Hacer, gidip geldiği için, bu iki tepe, Allah’ın şeairi olup, o mübarek anneyi hatırlamaya sebep olduğu gibi, bütün mahlukların en üstünü olan Muhammed aleyhisselamın doğup büyüdüğü, ibadet ettiği, vefat ettiği, mübarek türbesi ve eshabının yerleri de şeairdendir. (Faideli Bilgiler)

Peygamber efendimiz, (Ya Ali, eğer halk, İsa’ya dediklerini demeyecek olsaydı, seni çok överdim. O zaman herkes, bereketlenmek için, ayağının tozunu alır, abdest suyunu şifa için hastalarına verirdi) buyurunca, Hazret-i Ali şükür secdesi yaptı. İmam-ı Rabbani hazretleri, (Oğlum M. Masumun doğduğu yıl, hocamın kapısının eşiğini öpmek şerefine nail oldum, marifetlere kavuştum) buyurdu.
Bekara suresinin, (Meleklere, “Âdem'e karşı secde edin” dediğimiz zaman, secde ettiler. Yalnız İblis secde etmedi) mealindeki 34. âyet-i kerimesi, Hazret-i Âdem'e tazim olunmasını emrediyor. Şeytan, (Allah’tan başkasına tazim edilmez) diyerek, bu emri dinlemedi. Hazret-i Yusuf’un ana-babası ve kardeşleri de kendisine secde ederek saygı gösterdiler. Allah’tan başkasına saygı, tazim putçuluk olsaydı, Allahü teâlâ, sevdiği kullarını anlatırken bununla övmezdi. Eshab-ı kiramdan hicri bin yılına kadar, Evliya çoktu. Herkes bunları ziyaret ederek bereketlenir, dualarını alırdı. Cansız eşya ile bereketlenmeye lüzum kalmazdı. Hiçbir âlim buna mani olmadı. (Ed-dürer-üs-seniyye)

Nazar boncuğu
Sual:
(Nazar boncuğu kullanmak, kurşun döktürmek, muska taşımak, Allah’tan başkasına sığınmak olacağı için şirktir) diyen Vehhabi kafalı insanlar var. O zaman, bu mantığa göre, herhangi bir iş için, birinden yardım istemek de, Allah’tan başkasına sığınmak olmuyor mu?
CEVAP
Evet, o sakat mantığa göre, denize düşüp (İmdat!) diye bağıran da, Allah’tan başkasına sığınmış olur. Vehhabi’ye göre bu da şirktir. Hâlbuki birinden yardım istemek şirk olmadığı gibi nazar boncuğu kullanmak, kurşun döktürmek ve muska gibi şeyler de şirk değildir, dinin bildirdiği sebeplere yapışmaktır. Bunlar vasıtasıyla Allahü teâlânın yardımına kavuşulur.

Acıkanın yemek yemesi, hastanın ilaç kullanması, doktordan yardım istemesi, sebeplere yapışmak olur. İlaç ve doktor vesilesiyle şifayı veren de, yemekle doyuran da, suyla kandıran da Allahü teâlâdır. Ama bunlar birer sebeptir.

Kurşun dökmenin caiz olduğu Fetava-i Hindiyye’de bildirilmektedir.

Bahçeye at kafası, nazar boncuğu gibi şeyler asmanın caiz olduğu da, Redd-ül-muhtar kitabında yazılıdır. Nazarı önleyen at kafası değil, Allahü teâlâdır. At kafası, sebeptir.

Sebeplere yapışmak şirk değildir
Sual:
Allahü teâlânın sevgili kullarını vesile ederek dua etmek, şirk mi olur?
Cevap:
Hadîkada, (Ey insanlar! Çok gizli olan şirkten sakınınız!) hadîs-i şerifi açıklanırken, buyuruluyor ki:
“Bu şirk, yalnız sebepleri görmek, Allahü teâlânın yarattığını düşünmemektir. İşleri sebeplerin yaptığına inanmak, Allahü teâlâya şerik, ortak yapmak olur.” Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, Eşi'at-ül-leme'ât kitabında buyuruyor ki:
“Putlara tapmaya Şirk-i ekber denir. Küfür olan şirk budur. Riya ile, gösteriş için ibadet, iyilik yapmaya Şirk-i asgar denir. Bu küçük şirk küfür değildir.”

Hadîs-i şerifte, ruhlardan ve ölülerden bir şey istemeye şirk denmiyor. Görünen veya görünmeyen şeylerden bir şey isterken, yani sebeplere yapışırken, bu işi sebeplerin yaptığına inanmaya şirk deniyor. Sebeplere yapışmak sünnettir, sebeplerin yaptığına inanmak ise şirktir. Sebepler, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olurlar. İşleri yapan sebepler değil, Allahü teâlâdır. Herhangi bir sebebin, her istediğini yapabileceğine inanmak, onu Allahü teâlâya ortak yapmak olur. Bu inançla, ondan bir şey istemek, ona ibadet etmek olur. Sebebin yaratacağına inanmayıp, sebebe yapışınca, Allahü teâlânın yaratacağına inanmak, sebebe tapınmak olmaz. Sebebe yapışmak olur.

Müslümanlar, diri ve ölülerden bir dilekte bulundukları zaman, bunların her istediklerini kendilerinin yapacaklarına inanmıyorlar. Sebebe yapışınca, dileklerini, Allahü teâlânın yaratacağına inanıyorlar. Bunun için, Müslümanların ruhlardan ve ölülerden bir şey istemeleri, bunlara tapınmak olmaz.

Allahü teâlâ, her şeyi sebep ile yaratıyor. Sebeplere yapışmamızı emir ediyor. Bunun için dileklerimize kavuşmak için, bunların sebeplerine yapışıyoruz. Sebeplere yapışmak değil, sebeplerden beklemek, şirk oluyor. Her istediklerini yapabileceklerine inanarak onlardan beklemek, şirk-i ekber oluyor. Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile yapacaklarına inanmak, şirk-i hafî oluyor.

Sebeplerden beklemeyip, onların yapacaklarına inanmayıp, yalnız Allahü teâlânın yaratacağına inanarak, dileği yalnız Allahdan beklemek, İslâm dinine uymak oluyor. Müslümanların ölülerden ve ruhlardan dilekte bulunmaları böyledir. Böyle meşru dilekte bulunmaya Tevessül ve İstigâse denilmektedir.

Sebepler yaratıcı değildir

Sebepler yaratıcı değildir

Sual: Sebeplere inanmak nasıl olmalı?

CEVAP
İmam-ı Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, kendi kudretini sebepler altında gizledi. Kudret sahibi yalnız kendisi olduğunu bildirdiği gibi, sebeplere yapışmayı emir buyurdu. Tam müslümanın, sebeplere yapışmasını ve sebeplere kuvvet veren yaratana güveneceğini bildirdi. Yakub aleyhisselamın bu ikisini birlikte yaptığını Kur’an-ı kerimde bildirerek, onu övdü. Yusuf suresinde mealen, (Yakub, bizim bildirdiğimizi bilir. Fakat, insanların çoğu, takdirin tedbire galip olduğunu bilmezler) buyurdu. Tibyan tefsirinde, bu âyet-i kerimeye (Müşrikler, Allahü teâlânın Evliyasına ilham ettiği şeyleri bilmezler) demiştir. Tesiri sebeplerden bilip, Allahü teâlânın kuvveti ile tesir ettiklerini bilmeyenler sapıktır. Sebepleri ortadan kaldırmak isteyen de, Allahü teâlânın hikmetini bilmemiş, Allahü teâlânın, mahlukları boş yere, faydasız yaratmış olduğunu söylemiş olur. Sebeplere tesir kuvvetini Allahü teâlânın verdiğine inanan ise, hak yola kavuşmuş olur. Her iki tehlikeden kurtulmuş olur. (Mektubat, 1.cild 110.m.)

Sebeplere yapışmak sünnettir. Sebeplerin yaptığına inanmak şirktir. Sebepler bir şey yapamaz, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olurlar. İşleri yapan sebepler değildir, Allahü teâlâdır. Canlı veya cansız, herhangi bir sebebin, her istediğini yapabileceğine, yani yaratacağına inanmak, onu Allahü teâlâya şerik yapmak olur. Bu inançla, ondan bir şey istemek, ona ibadet etmek olur. Sebebin yaratacağına inanmayıp, sebebe yapışınca, Allahü teâlânın yaratacağına inanmak, sebebe tapınmak olmaz. Sebebe yapışmak olur. Müslümanlar, dirilerden, ölülerden ve görünenlerden ve görünmeyenlerden bir dilekte bulundukları zaman, bunların her istediklerini kendilerinin yapacaklarına inanmıyorlar. Sebebe yapışınca, dileklerini, Allahü teâlâdan bekliyorlar. Allahü teâlânın yaratacağına inanıyorlar. Bunun için, müslümanların ruhlardan ve ölülerden bir şey istemeleri, bunlara tapınmak, onları mabud yapmak olmaz.

Allahü teâlâ, her şeyi sebep ile yaratıyor. Sebeplere yapışmamızı emrediyor. Bunun için dileklerimize kavuşmak için, bunların sebeplerine yapışıyoruz. Sebeplere yapışmamız şirk olmuyor. Günah olmuyor. Fakat sebeplerden beklemek, şirk oluyor. Her istediklerini yapabileceklerine inanarak onlardan beklemek, şirk-i ekber oluyor. Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile yapacaklarına inanmak, şirk-i hafi oluyor. Sebeplerden beklemeyip, onların yapacaklarına inanmayıp, yalnız Allahü teâlânın yaratacağına inanarak, dileği yalnız Allah’tan beklemek, müslümanlık oluyor. İslam dinine uymak oluyor. Müslümanların ölülerden ve ruhlardan dilekte bulunmaları böyledir. Böyle meşru dilekte bulunmaya (Tevessül) ve (İstigase) denilmektedir.

Ölüden veya diriden dilekte bulunanın, ibadet mi, yoksa tevessül mü yaptığını, yani niyetinin ne olduğunu anlamak için, dilekte bulunurken İslamiyet’in dışına çıkıp çıkmadığına bakılır. İslamiyet’in dışına çıkıyorsa yani onun gönlünü hoş etmek için, haram işliyor veya farzı yapmıyorsa, ona tapındığı anlaşılır. Görülüyor ki, diriden dilekte bulunurken, onun gönlünü hoş etmek için, İslamiyet’in dışına çıkan vehhabiler, müşrik olmaktadırlar. İslamiyet’in dışına çıkmadan tevessül eden müslümanlar ise, Allahü teâlânın emrini yapmakta, yani sebebe yapışmaktadırlar. Bunlara müşrik diyenlerden tevili olmayanları kâfir olur. İnsan, kendi nefsinin isteklerine, yani şehvetlerine kavuşmak için İslamiyet’in dışına çıkarsa, nefsine tapınmış olur. Fakat nefse tapınmaya, dinimiz şirk dememiştir. Yani bunlar kâfir değil, fâsık olurlar.

Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz de yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yiyip içmeden doyururdu. Tayyaresiz uçururdu. Radyosuz, telefonsuz uzaktan duyururdu. Fakat lutfederek, kullarına iyilik ederek her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmayı diledi. İşlerini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı.

Onun bir şeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine yapışırsa, o şeye kavuşur. Lambayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı aleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennete gidip, sonsuz nimetlere kavuşmak isteyen, İslamiyet’e uyar. Kendini tabanca ile vuran veya zehir içen ölür. Terli iken su içen hasta olur. Günah işleyen, imanını gideren de, Cehenneme gider.
Herkes, hangi sebebe başvurursa, o sebebin vasıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, Müslümanlığı öğrenir, sever, müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen, din cahili olur. Din cahillerinin çoğu kâfir olur. İnsan hangi yerin vasıtasına binerse oraya gider.

Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtaç olmazdı. Herkes, her şeyi Allahü teâlâdan ister, hiçbir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, memur, işçi, sanatkâr, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünya ve ahiretin nizamı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fena ve muti ile asi arasında fark kalmazdı.

Sebeplere yapışmak dinimizin emridir. Peygamberin mucizesi, evliyanın kerameti haktır. Yaratıcı Allah’tır. Hepsi Onun izni, yetki ve imkan vermesi, yaratması ile olmaktadır.

Allahü teâlâ dilerse yoktan çocuk yaratır. Hazret-i Âdem’i yoktan yarattı. Dilerse babasız çocuk yaratır. Hazret-i İsa’yı yarattı. Ancak, Allahü teâlâ çocuğu yaratmak için ana babayı sebep, vesile, vasıta kılmıştır. Ana baba olsa da çocuk vermeyebilir. Şimdi çocuk olması için bir kadınla evlenmek lazım desek, (Şirk işliyorsun yaratıcı Allah’tır) demek uygun mu? Yani bizim çocuk sahibi olmamız için vasıtaya, sebebe sarılmamız, böyle olması lazım dememiz şirk, yani kâfirlik mi olur?

Dualara Peygamber, Veli ismen aracı konulamazmış. O zaman şefaat ve yardım edeni bildiğini iddia etmiş olurmuşuz. Bu gaybı bildiğini söylemekmiş, şirke girermişiz...

Yani ya Rabbi, Peygamberimizin hürmetine bana bir ev nasip et desek şirktir diyorlar. Peygamber de gaybı bilmez, evliya da bilmez. Allahü teâlâ bildirirse bilirler. Bizim gaybı bilmemiz emredilmedi ki. Dinimiz zahire bakar. Mesela, hepimiz bir müslümanın cenazesine gidiyoruz. İmanla ölüp ölmediğini bilmiyoruz. Bu müslümandı, inşallah imanla öldü diyor ve cenaze namazını kılıyoruz. Peki bunlara sorarız, siz nasıl gidersiniz? O bir müslüman diye cenaze namazını nasıl kılarsınız? İmanla öldüğünü nerden biliyorsunuz? Ya o müslüman değilse siz gaybdan mı biliyorsunuz? Öyle ise, o kâfirse, kâfire dua eden kâfir olur. Yoksa, sizin dininiz kitabınız başka mı?

Biz hüsnü zan ediyoruz, gaybı bildiğimiz için değil, dinimiz emrettiği için cenazeye gidiyor ona dua ediyoruz. Hüsnü zan yasak edilmedi ki.

Diğer maddelerde, Peygamber efendimiz daha dünyaya teşrif etmeden önce, yahudilerin, Onun hürmetine Allahü teâlâdan savaşlarda yardım istediklerini ve galip geldiklerini anlatmıştık.

Allahü teâlâ, yahudilerin, O sevgili Peygambere en büyük düşman olacaklarını ve O yüce Peygamberi çok inciteceklerini bildiği halde, Onu vesile ederek yaptıkları duaları kabul buyururdu.

Dünyaya teşrif etmeden önce, şerefi, şefaati böyle olunca, âlemlere rahmet olarak gönderildikten sonra, Onu vesile ve şefaatçi etmenin suç olacağını, hangi akıllı, insaflı kimse iddia edebilir? Buna inanmayanların, yahudilerden daha kötü oldukları anlaşılmaktadır.

Sual: Yağmurların yağması, yıldırımların zarar vermesi, depremler, sel gibi doğal afetlerin Allah’ın yaratması ile bir ilgisi yoktur deniyor. Hâlbuki biz hayır da şer de Allah’tan diye öğrendik. Bunların da yaratıcısı Allah değil midir?
CEVAP
Elbette Allah’tır. Tek yaratıcı vardır. Allah’tan başka yaratıcı yoktur. Tabii afet denilen bu olayların ve her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâdır.
Cümle eşya Hâlıkındır, kul eliyle işlenir.
Emr-i Bari olmayınca, sanma bir çöp deprenir.


Trafik kazası olsa, biri birini öldürse, bunları yaratan yine Allahü teâlâdır. O kişinin veya o kişilerin ölümüne o şeyleri sebep kılmıştır.
Hak intikamını yine kul eli ile alır.
Ledün ilmini bilmeyen bunu kul yaptı sanır.

İlaç ve şifa
Sual:
Şifayı ilaçtan beklemek caiz midir?
CEVAP
Caiz değildir. Allahü teâlânın şifayı yaratması için, ilacı sebep yaptığına inanmak lazımdır. (Hindiyye)

İyi kötü, hayır şer, her şeyi yaratanın Allahü teâlâ olduğunu bilmek, Amentü'deki altı esastan biridir. Bir hadiste, (Kaderin, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmayan, mümin değildir) buyuruluyor. (Tirmizî)

Bir âyette de mealen, (Bir insana gelen iyilik ve kötülük de, hayır ve şer de Allah'tandır) buyuruluyor. (Nisa 78)

Her şeyi Allahü teâlânın yarattığına dair birçok âyet vardır. Cebriyeciler, hâşâ, bunu Allah zorla yaptırıyor sanıyorlar. Hâlbuki günahlarımız sebebiyle bela geliyor. Bir âyette, (Başınıza gelen bir bela, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir, [bununla beraber] Allah çoğunu affeder) buyuruluyor. (Şura 30)

Demek ki bela, günahlarımız yüzünden geliyorsa da, gönderen yine Allah'tır. Âyet-i kerimenin devamında, Allah çoğunu affeder deniyor. Demek ki, belayı gönderen Odur, çoğunu da affediyor. Bazıları, kötülükleri nefsimizin yarattığını söylüyorlar. Hâşâ, Allah'tan başka yaratıcı yoktur. Günahlarımızın ve nefsimizin kötülükleri sebebiyle Allah bela veriyor. Günahlarımız ve nefsimiz, sadece sebep oluyor.

Etkisi kesin ilaçlar
Sual:
Seadet-i Ebediyye’de, (Haram olan ilacın etkisi kesinse ve şifa verecek başka helâl ilaç yoksa, domuz etinden başka haram ilacın kullanılması caiz olur) deniyor. İlaç kullanıldığı zaman, bu ilaca şifa etkisini veren Allah’tır. O hâlde, (Şu ilacın etkisi kesindir) demek küfür olmaz mı?
CEVAP
Burada, ilaca şifa etkisini verenin Allahü teâlâ olduğu inkâr edilmiyor. İlaçlara kesin şifa tesirini veren, elbette Allahü teâlâdır. Yine Seadet-i Ebediyye’de deniyor ki:
İlaç üç türlüdür: Birinci kısım ilaçların etkisi, faydası kesindir, meydandadır. Ekmeğin açlığı, suyun susuzluğu gidermesi böyledir. Kinin bileşiklerinin sıtmaya, salisilâtların romatizmaya, aşı ve serumların, antibiyotiklerin ve sülfamitlerin de bakterilere karşı etkisi böyledir. Faydası kesin olan ilaçları kullanmak farz olmaktadır. Etkisi kesin olan sebeplere yapışmanın vacib olduğu ve bunları kullanmayıp zarar görmenin günah olduğu, Hadika ve başka kitaplarda yazılıdır. Yangını suyla söndürmek de böyle kesindir. Etkisi kesin olan bu gibi ilaçları kullanmamak tevekkül değil, ahmaklıktır ve haramdır. (Ağaç meyve verdi), (Yemek beni doyurdu), (İlaç ağrıyı durdurdu), (Taş camı kırdı) gibi sözler yanlış değildir. Bu sözler, (Bu şey, bu işin yapılmasına sebep oldu, vasıta oldu) demektir. Mesela, (Taş camı kırmaya sebep oldu) demektir.

Ateşin yakma özelliği
Sual:
(Ateşin yakma özelliği yoktur, olsaydı İbrahim aleyhisselamı yakardı. Bıçağın da kesme özelliği yoktur, olsaydı İsmail aleyhisselamı keserdi. Yakan, kesen bizzat Allah’tır) deniyor. Böyle söylemek Vehhabilerin görüşü değil midir?
CEVAP
Onların görüşüne çok benziyor. (Ateşin yakma özelliği vardır. Bu yakma özelliğini Allahü teâlâ ateşe vermiştir) denir. Allahü teâlâ, ateşe verdiği yakma özelliğini bir süre kaldırabilir. İbrahim aleyhisselamı ateşin yakmaması, yakma özelliği olmadığından değildi. O an için yakma özelliğini kaldırmıştır, ona (Yakma!) dediği için yakmamıştır. Bıçağın İsmail aleyhisselamı kesmemesi de böyledir. Çünkü bıçağa (Kesme!) buyurmuştur.

(Ateşin yakma özelliği yoktur, bıçak kesmez, zehir zarar vermez) diyene ya deli veya sapık denir. Bu görüşe göre, (Ağaç meyve verdi, yemek beni doyurdu, ilaç ağrıyı durdurdu) gibi sözler, yanlış ve şirk olurdu. Bu sözler, (Bu şey, bu işin yapılmasına sebep oldu, vasıta oldu) demektir. Mesela, (İlaç ağrının dinmesine sebep oldu) demektir.

Allahü teâlâ, ilaçları, şifa için sebep yapmıştır. Ekmeği doyurmaya sebep yaptığı gibi, ilaçları da, hastalıkları gidermeye sebep yapmıştır. Bütün sebepleri yaratan, bunlara tesir kuvveti veren, Allahü teâlâdır. Seadet-i Ebediyye’de deniyor ki:
(Bir kısım ilaçların tesiri, faydası kesindir. Ekmeğin açlığı, suyun susuzluğu gidermesi böyle kesindir. Kinin bileşiklerinin sıtmaya, salisilatların romatizmaya, aşı ve serumların, antibiyotiklerin ve sülfamitlerin de bakterilere karşı tesiri böyle kesindir. Faydası kesin olan ilaçları kullanmak farzdır.)

Bu ifadelerde, ekmeğin doyurma ve bazı ilaçların tedavi etme özelliği olduğu açıkça bildiriliyor. (Ekmeğin doyurma, bıçağın kesme ve ateşin yakma özelliği yoktur) demek, ilimden uzak ve tamamen safsata olur.

Hazret-i Süleyman hâşâ bilmiyor muydu?

Hazret-i Süleyman hâşâ bilmiyor muydu?

Sual: Mahluklardan her şeyi, hatta insanın yapamıyacağı, fakat keramet olarak Allahü teâlânın Evliyasına ihsan ettiği şeyleri istemek caiz midir?
CEVAP
Caiz olduğunu gösteren çeşitli âyet-i kerimeler vardır. Bunlardan biri Neml suresindeki 38. âyet-i kerimedir. Bu âyet-i kerime, Süleyman aleyhisselamın mealen, (Ey cemaatim! Onu kürsisi ile hanginiz getirirsiniz?) dediğini bildirmektedir. Cemaatin içinde, cin ve insanlar ve şeytanlar da vardı. Cinnin kötü kısımlarından, İfrit, sen yerinden kalkmadan onu getiririm, dedi. Süleyman aleyhisselam bundan daha çabuk gelmesini istiyorum dedi. Süleyman aleyhisselamın katibi olan Asaf bin Berhıya, ben daha çabuk getiririm, dedi. Belkıs’ın kürsisi Yemen’de idi. Süleyman aleyhisselam, Şam’da idi. Arada, [insan yürüyüşü ile], üç aylık yol vardı. Oradan Şam’a yer altından hemen getirdi. Bu kürsi, altın ve kıymetli taşlarla süslü bir kanepe idi. Bu bir keramet idi.

Allahü teâlâ, Velileri için, sevdiği iyi kulları için, âdetinin, kanunlarının dışında olarak keramet vermektedir. Allahü teâlâ, salih kulu olan bir Velisine verdiği kerameti, Kur’an-ı kerimde, överek bildiriyor. Bu kerameti istediği için, Süleyman aleyhisselama darılmıyor. Ben sana şah damarından daha yakın iken, niçin başkasından istedin? İnsanların yapamıyacağı bir şeyi, benden başkasının gücü yetmeyeceği bir şeyi, niçin benden istemedin demedi.

Çünkü, Süleyman aleyhisselam, Allahü teâlânın Peygamberi idi. Bu sözün, bu dileğin, sebeplere yapışmak olduğunu ve sebeplere yapışmanın Onun dinine uygun olduğunu biliyordu. Allahü teâlâ, sebeplere yapışmayı emir etmektedir. Resulullahtan ve şehitlerden ve salih kullardan bir şey istemek de, bunun gibidir.

Allahü teâlânın onlara ihsan etmiş olduğu kerametlerden faydalanmaktadır. Onlar sebeptir, vasıtadır, vesiledir. Yaratan ve yapan yalnız Allahü teâlâdır. Velilerin kerameti, Peygamberlerin üstünlüklerinden, mucizelerindendir. Veliler, Peygamberlere uydukları için, onların vasıtaları ile kerametlere kavuşmaktadırlar.

Resulullahın hakkı için

Resulullahın hakkı için

Sual: Peygamber efendimiz veya falanca evliya hürmetine diye dua edilir mi?

CEVAP
Allahü teâlâ, bazı kullarına, kendinde hak ihsan ettiğini Kur'an-ı kerimde bildirdi. (Müminlere yardım etmek, üzerimize hak oldu) buyurdu. (Rum 47) [Hadika]

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ya Rabbi, senden isteyip de, verdiğin zatların hatırı için, istiyorum.) [İbni Mace]

Ölü veya diri olan bir velinin veya bir nebinin ismini söyleyerek, onun hürmeti için dilekte bulunmak caizdir. (Bezzâziyye)

Allahü teâlânın Peygamberlerini ve salih kullarını vesile ederek dua edilir. (Hısn-ül-hasin)

Peygamberin hakkı için demek, Onun peygamberliği haktır; bir velinin hakkı için demek de onun evliyalığı haktır demek olur. Peygamber efendimiz de bu niyet ile, (Peygamberin Muhammed hakkı için) demiş ve harplerde Allahü teâlâdan, Muhacirlerin fukarası hakkı için yardım dilemiştir. İslam âlimlerinden, (Senden istedikleri zaman verdiğin kimseler hakkı için) ve (İmam-ı Gazalinin hakkı için) gibi dualar yapanlar ve kitaplarına yazanlar çok olmuştur. (Berika)

Hısn-ül-hasin kitabı böyle dualarla doludur.
Ruh-ul-beyan tefsirinde, Maide suresinin 18.âyetinde diyor ki: Hazret-i Ömer’in haber verdiği hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Âdem aleyhisselam dua edip dedi ki:
- Ya Rabbi! Muhammed aleyhisselam hakkı için beni affet!
Allahü teâlâ da ona sordu:
- Ya Âdem, Onu daha yaratmadım, Onu nereden biliyorsun?
- Ya Rabbi! Beni yaratınca, başımı kaldırdım. Arşın eteklerinde, La ilahe illallah Muhammedün resulullah yazılmış olduğunu gördüm. Sen isminin yanına, en çok sevdiğinin ismini yazarsın. Bunu düşünerek Onu çok sevdiğini anladım.
- Ey Âdem, doğru söyledin. Mahluklarımın içinde, en çok sevdiğim Odur. Onun için, seni affeyledim. Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım.) [Beyheki]

Sual: Delail-i Hayrat okumanın şirk olduğu söyleniyor. Doğru mu?
CEVAP
Bu kitabı, Ehl-i sünnet âlimlerinden, olgun veli, ariflerin önderi, 1465 senesinde şehit edilen Muhammed bin Süleyman Cezuli Şazili hazretleri yazmıştır. Delail-i şerif, bir salevat, bir dua kitabıdır. Hadis-i şeriflerde bildirilen ve Eshab-ı kiramın okudukları salevat dualarıdır. Salevat okumanın önemi ve faydaları anlatılmaktadır. Resulullaha salât ve selam okumayı Kur'an-ı kerim emrediyor. (Ahzab 56)

Bu dua kitabına okunmaz diyen kimse, Kur'an-ı kerimin bu emrine karşı gelmektedir. Âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde bildirilen duaları değiştirmeden okumak gerekir. Âyet-i kerimede ve hadis-i şeriflerde bildirilmemiş olan dualar namaz dışında okunabilir. Dinimiz bunu yasak etmemiştir. Allahü teâlânın ve Resulünün yasak etmediği şeye yasak diyenin ve hele şirk diyenin kendisi kâfir olabilir. Resulullahı çok övmek, Allahü teâlânın, sevgili Peygamberine verdiği üstünlükleri saymak ve Ondan şefaat istemek, büyük ibadettir.

Hazret-i Ebu Bekri vasıta etmek
Sual:
Hazret-i Ebu Bekri aracı ederek yapılan dua kabul oluyormuş. Böyle bir şey olabilir mi? Bu şirk değil mi?
CEVAP
Sadece Hazret-i Ebu Bekri değil, Eshab-ı kiramdan herhangi birini veya herhangi bir evliya zatı vasıta kılarak yapılan dualar kabule şayandır. Böyle bir dua gayet uygundur. Şirkle bir alakası yok. (Bezzaziyye) isimli fetva kitabında, (Ölü veya diri, Peygamber ve Evliya hürmeti için dua etmek caizdir) buyuruluyor.

Peygamber efendimiz (Allahümme innî es’elüke bi-hakkıssâilîne aleyke = Ya Rabbi, senden isteyip de, verdiğin kimselerin hatırı için, senden istiyorum diye dua ediniz) buyururdu. (İbni Mace)

Maddi veya manevi bir isteği olan kimse, gece, gusledip veya abdest alıp, iki rekat namaz kılsa, her rekatında bir Fatiha ve üç İhlas okusa, selamdan sonra secdeye gidip, (Ya Rabbi, benim isteğimi Ebu Bekr-i Sıddık hürmetine yerine getir) diye dua etse; Allahü teâlâ, isteğini verir.
(Menakıb-ı ciharı yari Güzin)

Yalnız Senden yardım isteriz

Yalnız Senden yardım isteriz

Sual: Allah’tan başkasının iş yaptığını söyleyen, mesela (Aspirin ağrıyı kesti), (Resulullah'ın veya Abdülkadir Geylani’nin hürmetine Allah duamı kabul etti) diyen, Fâtiha sûresindeki (Biz yalnız senden yardım dileriz) mealindeki âyete göre, güya müşrik oluyormuş. İlaçtan, enbiyadan veya evliyadan yardım istemek şirk mi oluyor?

CEVAP
Hayır, şirk olmaz. İnsana yardım etme kuvvetini veren Allahü teâlâdır. Asıl, (Enbiya ve evliya yardım edemez) diyerek Allahü teâlânın kudretinden şüphe eden müşrik olur.

Vehhabiler, (Ölmüş evliya ve enbiyadan yardım istenmez) diyor. Mesela darda kalan insanlara, Hızır aleyhisselamın ruhunun yetiştiğini inkâr ediyorlar. Hâlbuki ruhun ölmediği, âyet ve hadislerle açıkça bildirilmiştir. (İmdat yâ Hızır) demek şirk olmaz, Allah’tan yardım istemek, sebebe yapışmak olur. (İmdat yâ Resulallah, şefaat yâ Resulallah) demek de şirk değil, Allah’tan yardım istemek olur. Allahü teâlâ yardım isteyenin sesini bu zatlara duyurmaya ve onların ruhlarına da yardım etme kuvvetini vermeye, elbette kâdirdir. Dirilere yardım etme kuvvetini veren Allahü teâlâ, ölmüş zatlara da vermektedir. Bunlara şirk demek, Allahü teâlânın kudretinden şüphe etmek olur.

Evliyanın diri veya ölü olmasının farkı yoktur. Büyük bir zat vefat edince, feyzi kesilmez, hattâ artar. (İrşad-üt-talibin)

Maliki mezhebinin büyük âlimlerinden Ali Echuri hazretleri, (Veli, dünyadayken, kınındaki kılıç gibidir. Ölünce, kınından çıkan kılıç gibi olur, tasarrufu, tesiri kuvvetlenir.) buyurmuştur. Bu sözü, Ebu Ali Senci hazretleri de, Nur-ül-hidaye kitabında yazmaktadır. (Berika)

Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir. Onların hatırı için istenileni yaratır. Diriler Allahü teâlânın yaratmasına sebep olduğu gibi, ruhları da diri olduğu için, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olur. Hazret-i Âdem, Muhammed aleyhisselamın hürmeti için dua etti, duası kabul oldu. Allahü teâlâ da, (Ya Âdem, Muhammed aleyhisselamın ismiyle, her ne isteseydin kabul ederdim, O olmasaydı, seni yaratmazdım.) buyurdu. (Hâkim, Beyheki)

Ölü-diri her velinin ruhundan yardım istenir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Halil-ür-rahman [Hazret-i İbrahim] gibi 40 kişi her zaman bulunur. Onların sebebiyle yardım görülür ve zafere kavuşulur. Onların bereketiyle gökten yağmur yağar. Onların yerine yeni biri gelmedikçe, ölen olmaz.) [Taberani]

(Çölde yalnız kalan kimse, bir şey kaybederse, “Ey Allah’ın kulları, bana yardım edin” desin! Çünkü Allahü teâlânın sizin göremediğiniz kulları vardır.) [Taberani] Bu hadis-i şerif, yanında olmayan kimseye seslenerek, ondan yardım istemeyi emretmektedir. (El-Üsul-ül-erbe’a)

Fatiha suresindeki, (Yalnız senden yardım isteriz) mealindeki âyet-i kerime, ölünün de, dirinin de bir şey yapmasına tesir eden kudretin, Allahü teâlâdan başka bir güç olduğunu göstermez. Mesela acıkan kimsenin, hiçbir sebebe yapışmadan, (Ya Rabbi, beni doyur) demesi, bu âyete uygun değildir; çünkü Cenab-ı Hak, doyurmak için yemek yemeyi sebep kılmıştır. Yemek yiyip doyanın da, doymayı Allah’tan bilmesi gerekir. Rabbimiz, yemek yemeden de doyurur; fakat yemek yenmesini sebep kılmıştır. (Yalnız senden yardım isteriz) diyen kimsenin fırıncıya gidip, (Bana ekmek ver) diye ondan yardım istemesi Allah’tan başkasından yardım istemek değil, Allahü teâlânın emrettiği sebeplere yapışmak olur. Ölü veya diri Evliyadan yardım istemek de, sebeplere yapışmaktır. Sebeplere yapışmak da, Allahü teâlânın emrine uygundur.

Abdülaziz-i Dehlevî hazretleri Fâtiha’nın tefsirinde buyuruyor ki: Birinden yardım istenirken, yalnız ona güvenilirse, onun, Allahü teâlânın yardımına mazhar olduğu düşünülmezse, haramdır. Eğer yalnız Allahü teâlâya güvenilip, o kulun Allah’ın yardımına mazhar olduğu, Allahü teâlânın her şeyi sebeplerle yarattığı, onun da bir sebep olduğu düşünülürse caiz olur. Enbiya ve evliya da, böyle düşünerek başkasından yardım istemiştir. Bu düşünceyle birinden yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek olur.

Musa Kazım’ın kabri, duamın kabul olması için ilaç gibidir. (İmam-ı Şâfiî)

(Diriyken tasarruf [yardım] yaptığı gibi, öldükten sonra da yapan Evliyadan, Maruf-i Kerhi ile Abdülkadir-i Geylani’yi gördüm) diyenler olmuştur. (Mişkat tercümesi)

Keşif ehli evliyanın çoğu, ruhlardan feyz alarak olgunlaşmışlardır. (Eşiat-ül-lemeat)

Mevlana Abdülhakim-i Siyalkuti hazretleri buyuruyor ki: Dua eden, Allahü teâlâdan istemektedir. Duasının kabul olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vasıta yapmaktadır. (Ya Rabbî, bu sevgili kulunun hatırı ve hürmeti için bana da ver!) demektedir. Yahut evliyadan bir zata, (Ey Allah’ın velisi, bana şefaat et, bana vasıta ol, benim için dua et!) demektedir. Dileği veren, yalnız Allahü teâlâdır. Velî, sadece vesiledir, sebeptir. O da fânidir, tasarrufu, gücü yoktur. Allahü teâlânın verdiği güçle yardım etmektedir. Böyle inanmak şirk olsaydı, Allah’tan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de dua istemek, bir şey istemek yasak olurdu. Bir cahil, dileğini Allah’ın kudretinden beklemeyip, (Veli yaratır) derse, bu düşünceyle ondan isterse, bu elbette yanlıştır, şirktir. Bunu ileri sürerek, İslam âlimlerine dil uzatılamaz. Zaten herkes kulun bir şey yaratamayacağını bilir. (Zad-ül-lebib)

Abdülhak-ı Dehlevi
hazretleri buyuruyor ki: İnsan ölürken ruhunun ölmediğini, şuur sahibi olduğunu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladığını âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler açıkça bildiriyor. Evliyanın ruhları, diriyken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededir. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan, ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesiyle ölmez. Kerameti yaratan, yalnız Allah'tır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diriyken de, ölüyken de hiçtir. (Mişkat)

Resulullahı ve Evliyayı vesile ederek dua etmek caizdir. (Hülasat-ül-kelam)

Ben ölünce beni düşünün, imdadınıza yetişirim. (Mevlana Celaleddin-i Rumi)

Ruhaniyetime teveccüh edin veya Mazhar-ı Can-ı Canan’ın kabrine gidin! Ondan hâsıl olan fayda, bin dirinin faydasından daha çoktur. (Mektubat-ı Dehlevi)

Evliya, enbiya yaratıcı değildir. Allahü teâlâ istenilen şeyi onların hürmetine yaratır. Yani onlar vesiledir, sebeptir. Cenab-ı Hak, her şeyi yoktan yarattığı hâlde, yaratmasına bazı şeyleri sebep kılmıştır. Mesela Hazret-i Âdem’i ana babasız yaratmış, fakat çamuru vesile kılmıştır. Bütün çocukları yaratan da Allahü teâlâdır, fakat çocukların yaratılması için, ana babayı vesile, vasıta kılmıştır. Hazret-i Âdem’i yarattığı gibi, bütün insanları da ana babasız yaratabilirdi, fakat ana babayı sebep vasıta kılmıştır. Onun âdeti böyledir. Onun için (Allah’a yaklaşmak için vesile arayın!) buyuruyor. (Maide 35)

Her şeyi yaratan Allah’tır. (Sebeplere yapışın) buyurduğu için bir sebebe yapışılır. İbni Kemalpaşazade hazretlerinin Hadis-i erbain’deki (Bir işinizde, sıkışıp bunalınca, kabirdekilerden yardım isteyin) ve Deylemi’nin bildirdiği (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı) hadis-i şerifleri de, Allahü teâlânın izniyle, ölülerin dirilere yardım edebildiğini göstermektedir. (M. Nasihat)

Enbiya ve evliyadan yardım istemek, Allahü teâlâyı bırakmak, Onun yaratıcı olduğunu unutmak değildir. Bulut vasıtasıyla Allahü teâlâdan yağmur beklemek, ilaç içerek Allahü teâlâdan şifa beklemek, top, bomba, füze kullanarak Allahü teâlâdan zafer beklemek, hep Allahü teâlâdan istemek olur. Bunlar sebeptir. Allahü teâlâ, her şeyi sebeple yaratmaktadır. Bu sebeplere yapışmak, şirk değildir. Her Peygamber sebeplere yapıştı. Rabbimizin yarattığı suyu içmek için çeşmeye, Onun yarattığı ekmeği yemek için fırıncıya gidildiği ve Onun zafer vermesi için, savaş araçları yapıldığı gibi, onun duayı kabul etmesi için de, büyük zatların ruhlarına gönül bağlanır. Allahü teâlânın elektromanyetik dalgalarla yarattığı sesi almak için radyo kullanmak, Allah’ı bırakıp bir kutuya başvurmak değildir, çünkü radyo kutusundaki aletlere o özellikleri, o kuvvetleri veren, her şeyde, kendi kudretini gizleyen Allahü teâlâdır.

Müşrik, puta tapar, Allahü teâlâyı düşünmez veya Allah’ın düşmanı olan putları Allah’a yaklaşmak için vesile yaptığını iddia eder. Müşriklerin putlarıyla, Allah’ın sevgili kulları olan Enbiya ve Evliya nasıl aynı kefeye konur? Müslüman, sebepleri, vasıtaları kullanırken, sebeplere, mahlûklara, tesir, hassa veren Allahü teâlâyı düşünür. İstediğini Allahü teâlâdan bekler. Geleni Allahü teâlâdan bilir. Müminler her namazda Fatiha suresini okurken, (Ya Rabbi, dünyadaki arzularıma, ihtiyaçlarıma kavuşmak için maddi sebeplere yapışıyor ve bana yardım etmeleri için, sevdiğin kullarına yalvarıyorum. Bunları yaparken ve her zaman, dilekleri verenin, yaratanın yalnız Sen olduğuna inanıyorum. Yalnız Senden bekliyorum) anlamında söylüyorlar. Her gün böyle söyleyen müminlere nasıl müşrik denir ki?

Enbiya ve evliyanın ruhlarından yardım istemek, Allahü teâlânın yarattığı bu sebeplere yapışmaktır. Bunların müşrik olmadıklarını, halis mümin olduklarını Fatiha suresinin bu âyeti açıkça haber vermektedir. Mezhepsizler maddi sebeplere yapışıyor, nefislerinin isteklerine kavuşmak için, her vesileye, her çareye başvuruyorlar; fakat Enbiya ve Evliyayı vesileye şirk diyorlar. (Seadet-i Ebediyye)

Vehhabiler, (İlaç hastalığıma iyi geldi demek veya türbeye gitmek şirktir) dedikleri gibi, öldürüp dirilten yalnız Allah olduğu için, (Terörist falancayı öldürdü) demeye de şirk diyorlar. Elbette öldüren ve dirilten yalnız Allahü teâlâdır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Dirilten ve öldüren yalnız Odur.) [Yunus 56]

(Ölüm zamanında insanı, Allahü teâlâ öldürüyor.) [Zümer 42]

Hazret-i Azrail’in can alması da mecazîdir. (Azrail öldürdü, Azrail can aldı) demek de mecazîdir. Esas öldüren, Allahü teâlâdır. Hastaya şifa veren de Allahü teâlâdır; çünkü Kur’an-ı kerimde, (Hasta olduğum zaman ancak O bana şifa verir) buyuruluyor. (Şuara 80)

Cenab-ı Hak her şeyi sebeplerle yaratıyor. İlaçsız da şifa vermeye gücü yettiği halde, ilacı sebep kılıyor. Her şeyi yaratanın, şifa verenin Allahü teâlâ olduğunu bilen bir müslümanın, (Aspirin başımın ağrısını giderdi) demesi şirk olmaz. Öldüren yalnız Allahü teâlâ olduğu halde, (Falanca falancayı öldürdü) veya (Azrail babamın canını aldı) demek günah değildir.

Aynı mecazlar Kur'an-ı kerimde de vardır. Mesela, (Âdem aleyhisselamın oğlu, kardeşini öldürdü) buyuruluyor. (Maide 30)

O halde, (Şu ilaç hastalığa iyi gelir) veya (Doktor, hastayı iyileştirdi) demek şirk olmaz; çünkü Kur’an-ı kerimde Hazret-i İsa’nın, (A’manın gözünü açarım, Baras hastalığını iyi ederim ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim) dediği bildiriliyor. (Al-i İmran 49)

Aynı sapıklar, âyet-i kerimelerdeki mecazî manaları anlamadıkları için -hâşâ- Allahü teâlânın gökte olduğunu, Onun eli olduğunu söylüyorlar. Hâlbuki Türkçede de âyet-i kerimelerde bildirilen mecazların benzerleri çoktur. (İstanbul, valinin elindedir) denince, İstanbul’un valinin emri altında olduğu anlaşılır. Yoksa İstanbul, valinin elinin içinde demek değildir. Mülk suresinde, (Mülk, Allah’ın elindedir) buyuruluyor. Buradaki eli de, insan eli gibi düşünmek çok yanlıştır. Her türlü tasarrufun, hükümranlığın ancak Allahü teâlânın kudreti altında olduğu anlaşılır. Böyle âyet-i kerime ve hadis-i şerifler çoktur. Bunları İslam âlimlerinin açıkladığı şekilde anlamak gerekir. Allah’ın Arş’a hükümran olduğunu bildiren, (Rahman, Arş’ı istiva etti) mealindeki âyet-i kerimeyi de, hâşâ (Allah Arş’ta oturuyor) şeklinde anlamak küfür olur. Onun için Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumak gerekir. (El-Münkız)

Biri, bir bardak su istese, bu, (Yalnız senden yardım dileriz) âyet-i kerimesine aykırı olur mu? Hangi hususta başkasından yardım istemeyeceğiz?

Bir doktora muayene olsak, ilaç verse, güvensek, (Yalnız Allah’a güvenin) âyetine aykırı olur mu? Topkapı’dan Sirkeci’ye giden tramvaya binsek, (Bu tramvay Sirkeci’ye gider) desek, Allah’tan başkasına mı güvenmiş olacağız? Peygamber efendimizin ve âlimlerin sözlerine güvensek, Allah’tan gayrısına mı güvenmiş oluruz? Demek ki bunların izahı gerekir. Bir âyet-i kerime meali:
(Eğer iman etmişseniz, onlardan değil benden korkun!) [Al-i İmran 175]

Hırsızdan, hainlerden ve yılandan korksak bu âyete aykırı olur mu? Atalarımız, (Allah’tan korkmayandan korkmak gerekir) demişlerdir. Demek ki açıklamaya ihtiyaç vardır.

Kur’an-ı kerimde (Namaz kılın, zekât verin) buyuruluyor. (Hac 78, Nur 56)

Namazın nasıl, kaç rekât kılınacağı, zekâtın nasıl, hangi mallardan verileceği açık değildir. Bütün bunlar, hadis-i şeriflerle ve âlimlerin açıklamasıyla anlaşılmıştır.

Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah, dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir.) [Araf 155, İbrahim 4]

Bu âyetleri okuyan bir dinsiz, (Doğru yola getiren ve sapıttıran Allah olduğuna göre, beni de dinsiz yapan Odur. Benim bunda ne suçum var?) diyebilir. Bu bakımdan hadis-i şeriflere ve âlimlerin açıklamasına ihtiyaç vardır. Nitekim âyetlerden anladığına uyup, (Hayır-şer Allah’tan olduğuna göre, bize günah işleten de Allah’tır. Biz günahlardan sorumlu değiliz) diyenler çıkmıştır. İşte bu tehlikeyi önlemek için, Peygamber efendimiz gerekli açıklamalarda bulunmuş, âlimler de bunları açıklamış, artık, bahane kalmamıştır. Üç âyet-i kerime meali:
(Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44]

(Verdiğimiz bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.) [Ankebut 43]

(Bilmiyorsanız âlimlere sorun.) [Nahl 43]

Bu âyet-i kerimeler, Kur’an-ı kerimi anlamak için Peygamber efendimizin ve âlimlerin açıklamasına ihtiyaç olduğunu bildirmektedir.

Dua ederken
Sual:
Fatiha suresini tek başına sure veya dua olarak okuyorum. Sana ibadet ederiz, senden yardım dileriz, bizi doğru yola ilet şeklinde çoğul dua edilmiş oluyor. Niçin "Beni doğru yola ilet!" denmiyor da, bizi deniyor?
CEVAP
Dua umumi olursa, kabul olma ümidi daha fazladır. Bunun için ben yerine biz demek gerekir. Bizleri denince, bütün müslümanları içine alır. Ayrıca müslümanların içinde birinin duası kabul olunca, diğerlerininki de onun hürmetine kabul olur. (İ.Razi)

Bu bakımdan dua ederken, "Bizi" denmeli ve duaya salevat-ı şerife ile başlayıp yine salevat-ı şerife ile bitirmek sünnettir. Allahü teâlâ, salevat-ı şerifeyi kabul eder. Duanın başı ve sonu kabul olunca ortasının kabul olmaması düşünülmez. Peygamber efendimiz, (Allahü teâlâya günah işlenmeyen dil ile dua edin) buyurunca, Eshab-ı kiram, böyle bir dili nasıl bulacaklarını sual ettiler. Resul-i Ekrem efendimiz, (Birbirinize dua edin! Çünkü ne sen onun, ne de o senin dilinle günah işlemiştir) buyurdu. Hele dua, mümin kardeşimizin gıyabında yapılırsa, duanın kabul olma ihtimali daha fazlalaşır.

Evliyayı ziyaret
Sual:
Mezhepsiz bir yazar, Zümer suresinin 3. âyetini tefsirinde, "Tevhid ve ihlas sahibi bir kimse, Allah’tan başkasından bir şey istemez. Hiçbir mahluka itimat etmez. Bugün müslümanlar evliyaya ibadet ediyor, İslamiyet’ten öncekilerin putlara tapındıkları gibi, şimdikiler de evliyadan şefaat istiyorlar. Halbuki Allah’ın bildirdiği tevhidde Allah ile kul arasında vasıta ve şefaat etmek yoktur" diyor.
Ehl-i sünnet âlimleri tevessülün caiz olduğunu bildirmiyorlar mı?
CEVAP
Ölmüş evliyadan yardım istemenin caiz ve gerektiğini, defalarca vesikaları ile bildirdik. Bahsettiğiniz yazar, Ehl-i sünnet olmadığı için, kendi görüşünü din gibi bildiriyor.

Allahü teâlâya mahsus olan sıfatlara Üluhiyyet sıfatları denir. Taş, ağaç, güneş, yıldız, inek, insan, heykel, resim gibi bir mahlukta üluhiyyet bulunduğuna inanmak, bunlara yalvarmak, ibadet etmek olur ki, böyle inanmaya şirk denir. Şirke girene müşrik denir. Müşrikin ibadet ettiği bu şeylere şerik, mabud, put denir. Şimdiki Hristiyanların çoğu, Budistler, Brehmenler ve Mecusiler müşriktir.

Müslüman, hiçbir evliyada üluhiyyet sıfatı bulunduğuna inanmaz. Enbiyanın ve evliyanın, Allah’ın sevgili birer kulları olduklarını bilirler. Ziyaret edenleri, dua isteyenleri, Allahü teâlânın kendisine haber verdiğine inanırlar. Dua etmeleri için bunlara yalvarırlar. Kur'an-ı kerimde, (Allahü teâlâya yaklaşmak için vesile arayınız) buyuruluyor. Peygamber efendimiz de, (Bir işinizde şaşırırsanız, ölmüşlerden yardım isteyiniz) buyuruyor. Bu hadis-i şerif, Cinlere de fetva vermekle meşhur olan Müfti-yüs-sekaleyn ve Şeyh-ül İslam ibni Kemalpaşazade hazretlerinin Hadis-i erbain kitabında vardır.

Ölülerin işitmediğini zannedenler Ehl-i sünnet değildir.
Ölünün de, dirinin de yardımı ancak Allahü teâlânın izni ile olur.

Yardım istemek
Sual:
Yusuf aleyhisselamın, zindandan kurtulmak için birinden yardım istemesi, senelerce zindanda kalmasına sebep olmuş. Buna göre, ölü olsun, diri olsun, Allah’tan başkasından yardım istemek nasıl caiz olur?
CEVAP
Burada Yusuf aleyhisselam yani bir Peygamber suçlanıyor. Peygamberler, caiz olmayan, günah olan işi yaparlar mı hiç? Aksine bu durum, başkasından yardım istemenin caiz olduğunu gösteriyor; çünkü Peygamberler kesinlikle günah işlemez. Allahü teâlânın, sevdiği kullarına böyle gayret etmesi çok vaki olmuştur. Yani Yusuf aleyhisselamın zindanda kalması, bunun günah olduğunu göstermez.

İnsan, her zaman başkasından yardım isteyebilir. Doktora gider, hastalığının iyileşmesi için yardım ister. Hapse düşmemek veya hapisten kurtulmak için, avukata gidip yardım ister. Denizde boğulmak üzereyken, imdat, beni kurtarın diye insanlardan yardım ister. Elindeki ağır yükü taşıyamayınca, birine (Yardım et de, şu yükü sırtıma alayım) demesinde de bir mahzur olmaz. Bunlar şirk olmaz, sebebe yapışmak olur. Bir âyet-i kerime meali:
(Onun [Musa aleyhisselamın] kavminden olan bir kimse, düşmanına [üstün gelmek için, Kıptiye] karşı, ondan [Musa aleyhisselamdan] istigasede bulundu [yardım istedi].) [Kasas 15]

Ölüden veya diriden yardım istemenin sakıncası olmaz. Ölüye de, diriye de yardım etme kuvvetini verenin Allahü teâlâ olduğu bilinince, mesele kalmaz.

İmdat ya Resulallah
Sual:
Vehhabiler, vefat etmiş veya uzakta olandan yardım istemeye şirk diyorlar. Eshab-ı kiram, gıyabında, Resulullah efendimizden yardım istemiş midir?
CEVAP
Evet, isteyenler olmuştur. Bir tanesi şöyledir:
Meymune binti Haris “radıyallahü anha” validemiz anlatır:
Resulullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Teheccüd namazı için abdest alırken âniden üç kere (Lebbeyk) dedi, sonra yine üç kere (Nusirte) dedi. Bunun sebebini sordum. Ömer bin Salim Raciz isimli bir sahâbînin, (İmdat yâ Resulallah!) diyerek yardım istediğini, kendisinin ona yardım ettiğini, yoksa Kureyşlilerin onu öldüreceklerini bildirdi. (Taberanî)

Bu hadis-i şerif, İmam-ı Taberanî’nin Sagir’inde bildiriliyor. Türkçe tercümesi de vardır, kolayca bulunabilir. Allahü teâlâ, Peygamber efendimize yardım ettirdiği gibi, evliya zatlara da yardım ettirmektedir.

Hadis-i şerifteki Lebbeyk, (İşittim, söyle!) demektir. Nusirte, (Yardım olundun, sana yardım ulaştı) demektir.

Yardımı yalnız Allah'tan isteriz
Sual:
Selefî denilen bazı gençler, İsra sûresinin, (Allah’la birlikte başka bir ilâh edinme! Yoksa kınanmış ve yalnız kalırsın) mealindeki 22. âyetine istinaden, (Allah'ın isminin yanına bir şey koymak, Allah’la birlikte başkasından imdat istemek şirktir. Mesela, “Yâ Rabbî, Resulullah'ın hürmetine bana yardım et!” demek şirk olduğu gibi “Şefaat Yâ Resulallah, imdat Yâ Ömer!” demek de şirktir) diyorlar. Birinden yardım istemek, ona tapmak anlamına gelmediği hâlde niye şirk oluyor ki?
CEVAP
Hiçbiri şirk değildir. Âyet-i kerimede bildirilen husus, Allah’la birlikte başka ilah edinmektir. Hangi Müslüman putları ilah edinir? Hâşâ, ne Resulullah, ne de Hazret-i Ömer puttur. Put, tapınılan şey demektir. Bunlar, putlarla ilgili âyetleri gösterip, Peygamber efendimizden veya evliya zatlardan yardım istenemeyeceğini söylüyorlar. Birçok âyet ve hadiste, peygamberler veya evliya zatlardan yardım istendiği bildirilmektedir. Hangi Müslüman Resulullah'ı veya evliya bir zatı ilah kabul eder ki?

Yardım istemeye şirk diyenler, Allah'ın kudretinden şüphe ediyorlar. Hâşâ (Allah, peygambere de, evliya zatlara da yardım ettiremez) demek istiyorlar. Peygamberlerin mucizeleri ve evliya zatların kerametleri Allah’ın kudretiyle oluyor. (Yâ Resulallah!) denince, (Resulullah nasıl duyacak ki?) diyorlar. Hâşâ Allahü teâlâ duyurmaktan âciz mi? İki âyet-i kerime meali:
(Allah, gaybı dilediği resulüne bildirir.)
[Âl-i İmran 179]

(Allah, dilediği resul hariç, kimseye gaybı bildirmez.) [Cin 26, 27]

Allahü teâlâ, (Şefaat yâ Resulallah) diyeni Resulüne duyuramaz mı?

Süleyman aleyhisselam, (Belkıs’ın tahtını kim getirir?) diye yanındakilerden yardım istedi. Vezirlerinden Asaf, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda getirdi.

Belkıs’ın tahtını bir anda getiren kimdir? Allah'ın kudreti olmadan nasıl getirebilir? Süleyman aleyhisselam bunun Allah'ın yardımı olduğunu bilmiyor muydu? Elbette biliyordu. Onun için Hazret-i Süleyman, (Bu, Rabbimin bir lütfudur) dedi. (Neml 40)

Bu gençler, (Süleyman aleyhisselam, Allah'tan başkasından yardım istedi) diyerek, o büyük peygambere de dil uzatıyorlar. Hazret-i Süleyman, Asaf’ı tahtın getirilmesinde vasıta yani aracı kıldı. Bunlar, aracı kullanmaya da şirk diyorlar. Şirk olmadığı Kur’an-ı kerimde böyle misallerle bildiriliyor.

Allahü teâlâ, yukarıda bildirilen âyetlerde açıklandığı gibi, Peygamber efendimize birçok gaybı bildirdiği gibi, bazı evliya zatlara da bildirmiştir. Mesela Hazret-i Ömer, Medine’den İran’daki ordusunu görüp, komutanı Sariye’ye, (Dağa yanaş!) diye emretmiştir. (Şevahid-ün Nübüvve)

Yine bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Geçmiş ümmetler içinde gaybdan haber veren keramet ehli zatlar vardı. Ümmetimden Ömer de, onlardandır.) [Buhârî, Müslim]

İran’daki ordunun komutanının hareketlerini gösteren ve Hazret-i Ömer’in sesini onlara duyuran Allahü teâlâ, (İmdat yâ Ömer!) dersek bunu duyurmaktan âciz midir? (Şefaat yâ Resulallah!) veya (İmdat yâ Ömer!) demenin şirkle bir ilgisi yoktur.

İşte Selefî denilen gençler, (Allah, peygamberine duyuramaz, evliyasına işittiremez) dedikleri için kendileri şirke giriyorlar. (Duyuramaz demiyoruz) diye inkâr edenler çıkarsa, o zaman, (Evliya zatların yardım ettiğine inanmak şirktir) diyerek, kendi şirklerini Müslümanlara niye yüklüyorlar?

Allah’tan başkasına dua

Allah’tan başkasına dua

Sual: İbni Teymiyeci bir yazar, (Sizlere fayda ve zararı olmayan, Allah’tan başkasına dua etmeyiniz) ve (Allahü teâlâ ile birlikte başkasına dua etmeyiniz) âyetlerini gösterip, evliya, hatta peygamber de olsa, Allah’tan başkasından bir şey isteyenin kâfir, müşrik olacağını söylüyor. Dinimizin bu husustaki hükmü nedir?

CEVAP
Bu âyet-i kerimede yasak edilen dua, ilim dilinde kullanılan dua demektir. Yani tapınarak yapılan duadır. Bu dua, ancak Allahü teâlâya olur. Fakat, bir kimse, yalnız Allahü teâlâya dua edileceğini, Allahü teâlâdan başka kimsenin yaratıcı olmadığını, her şeyi Onun yaptığını bilerek, enbiyayı ve evliyayı vesile eder, onların Allah’ın sevgili kulları olduklarını ve Allahü teâlânın, onların ruhlarına, insanlara yardım edebilmek kuvvetini verdiğini düşünerek, ruhlardan yardım beklerse, caiz olur.
Onlar, mezarlarında, bilmediğimiz bir hayatla diridirler. Ruhlarına, kerametler ve tasarruf kuvveti ihsan edilmiştir.

Böyle inanana müşrik denemez. Böyle olmakla beraber, müslümanlar, evliyanın ruhlarından, kalblerinin temizlenmesini, feyz, marifet ister. Resulullahın mübarek kalbinden, onun kalbine kadar, kalbden kalbe akıp gelmiş olan bilgilerden, kendine de vermesini ister.
(Faideli Bilgiler)

Sevene atılan kement

Sevene atılan kement

Sual: Selefiyim diyen biri, (Hazret-i Ömer, Osman, Ali ve Hüseyin gibi zatlar, şehit olurken, Resulullahtan yardım istemediler, çünkü biliyorlardı ki, Resulullah ölüdür, kabirdeki yardım edemez) diyor. Gerçekten de, onlar yardım isteseydi, Resulullah elbette yardım ederdi. Yardım etmemesinin sebebi nedir?

CEVAP
(Ölüler yardım etmez)
sözü Vehhabi inanışıdır. Enbiya ve evliya ölü değildir. Hatta Allah yolunda ölen müminler bile ölü değildir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar Rablerinin yanında diridir, rızklandırılır.) [Al-i İmran 169]

Allah yolundaki müminler ölü olmayınca, peygamberlere ve evliyaya nasıl ölü denebilir ki? Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Peygamberler kabirlerinde diridir, namaz kılarlar.) [Ebu Ya’la, Beyheki]

Resulullah, (Cuma günü bana çok salevat getirin, çünkü salevatınız bana arz olunur) buyurunca, Eshab-ı kiram, (Ya Resulallah, salevatımız sana nasıl ulaşabilir ki, sen artık kabrinde toprak olmaz mısın?) dediler. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Allahü teâlâ toprağın Peygamberleri çürütmesini haram etti.) [Ebu Davud, Nesai, Beyheki]

Nimet ve belâya insanların tepkileri farklı olur. Nimet ve belâ yönünden insanlar dörde ayrılır:
1- Nimet gelince sevinir, dert-belâ gelince isyan eder. (Genelde kâfirler ve fâsıklar böyledir.)

2- Nimet gelince sevinir, dert-belâ gelince isyan etmez, fakat sabreder, gitmesini ister. (Genelde Müslümanlar böyledir.)

3- Dert-belâ gelince sevinir, razı olur. (Evliya zatlar böyledir.)

4- Dert-belâ gelince, nimetlerden alınan zevkten daha çok zevk alır, gitmesini istemez. Tatlı gelen şeyin gitmesi istenir mi? (Peygamberler ve büyük evliya zatlar böyledir.)

Bildirilen şehit zatlar, bu dördüncü sınıfa dâhildir. Allahü teâlânın gönderdiği şehitlik nimetini, geri teperler mi hiç? Bilirler ki, dert ve belâ kemend-i mahbûbdur. Kement, sevilenin, seveni kendine çekmek için attığı iptir.

Peygamber efendimiz, bir gün, bir dizine torunu Hazret-i Hasan’ı, öteki dizine de oğlu Hazret-i İbrahim’i almış severken, Cebrail aleyhisselam gelip, (Allahü teâlâ bunun ikisinden birini almak istiyor, hangisini tercih edersen onu alacak) dedi. İkisini de almasın deseydi, Allahü teâlâ onun duasını elbette kabul ederdi. Buna rağmen, birine razı oldu. Hazret-i Hasan’a razı olsa idi, kızı da, damadı da üzülecekti. Onların üzülmemesi için Hazret-i İbrahim’e razı oldu. Allahü teâlânın attığı kemende severek yapıştı.

Hürmetine diye dua etmek

Hürmetine diye dua etmek

Sual: Enbiya, evliya hürmetine veya yağan yağmur hürmetine, günahsız bebekler hürmetine, şu eşyanın hürmetine diye dua etmek caiz midir?

CEVAP
Hepsi de caizdir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Sözlerine kulak asılmayan nice kimseler görürsünüz ki, bunlar, bir şey için yemin etseler, Allahü teâlâ bu sevgili kullarının hatırı için, o şeyi hemen yaratır.) [Müslim]

Bu hadis-i şerif, tasavvuf ilminin ve rehberin gönlünü kazanmaya çalışmanın doğruluğunu göstermektedir. Bu hadis-i şerifin açıklamasında buyuruluyor ki:
(Ya Rabbi! Şu Peygamberin, ölü veya diri, salih, veli, âlim kulunun hürmeti, senin ona ihsan ettiğin kıymet hürmetine senden istiyorum) demenin caiz olduğu, Bezzaziyye fetvasında yazılıdır. Birçok ârifler, talebesine, (Allahü teâlâdan bir şey isteyeceğiniz zaman, benden isteyin! Allahü teâlâ ile aranızda, şimdi ben vasıtayım) demişlerdir. Ebül-Abbas-ı Mürsi hazretleri de, (Allahü teâlâdan bir şey isteyeceğiniz zaman, İmam-ı Gazali’nin hürmeti için isteyin!) buyururdu. (Hadika, Berika, Hısn-ül-hasin)

Resulullah efendimiz, satın aldığı gömleği, dilenen bir köre verdi. Gömlekten misk gibi güzel koku geliyordu. Bunu Resulullahın verdiğini anlayıp, (Ya Rabbi! Bu gömlek hürmetine, gözlerimi aç!) diye dua edince, iki gözü hemen açıldı. (Zad-ül Mukvin)

Resulullah efendimiz, gazalarda ve sıkıntılı zamanlarda, muhacirlerin fakirleri hürmetine dua ederdi. (Tergib, Taberani, Ebu Nuaym)

Resulullah efendimizi vesile ederek Allahü teâlâya yapılan dualar kabul olduğu için Müslümanların halifesi hazret-i Ömer, Medine’de kıtlık olunca, Abbas bin Abdülmuttalib’i vesile ederek yağmur duasına çıkıp, (Ya Rabbi! Sevgili Peygamberini vesile yaparak dua ederiz! Resulünün muhterem amcası hürmetine, senden yağmur isteriz! Duamızı kabul buyur!) demiştir. (Kıyamet ve Ahiret)

Enes bin Malik ve Ali bin Ebi Talib’in, rivayetine göre, Resulullah efendimiz buyurdu ki:
Allahü teâlâdan dünyaya veya âhirete ait bir isteği olan, gece gusledip veya abdest alıp, iki rekât namaz kılsa, her rekâtında bir Fatiha ve üç kere İhlâs okusa, selamdan sonra başını secdeye koyup, (Yâ Rabbi, benim isteğimi Ebu Bekr-i Sıddık hürmetine yerine getir) diye dua etse, Allahü teâlâ, Ebu Bekr-i Sıddık hürmetine isteğini verir. (Menakıb-i çihar yar-i güzin)

İmam-ı Birgivi, şu hadis-i şerifi naklediyor:
(Bir müminin kabrini ziyaret ederken, yâ Rabbi! Muhammed aleyhisselam hürmetine, buna azap yapma denirse, Allahü teâlâ kıyamete kadar azabını durdurur.) [Etfal-ül-müslimin]

Resulullah, Eshab-ı kiram ve Tabiîn ile, bunlar öldükten sonra da Allahü teâlâya tevessül etmek, yani bunların hürmeti için dilekte bulunmak caizdir. (Hadika)

Hacetlere kavuşmak için, iki rekât namaz kılıp, sevabını Silsile-i aliyye’nin ruhlarına hediye etmeli, bunların hürmeti için diyerek dua etmelidir. (Mekatib-i şerife)

Ölü veya diri olan bir Velinin veya bir Nebinin ismini söyleyerek, bunun hürmeti için dilekte bulunmak caizdir. (Bezzaziyye)

Hazret-i Ömer, tavaf ederken, Hacer-ül esvede karşı, (Sen bir taşsın, bir şey yapamazsın, ama Resulullah öptüğü için, sünnet olduğu için seni öpüyorum) dedi. Hazret-i Ali, Resulullahın, (Hacer-ül esved, kıyamette insanlara şefaat eder) buyurduğunu ben işittim dedi. (İbni Hibban)

Hazret-i Ömer, Hacer-ül Esved’in şefaat edeceğini elbette biliyordu. Böyle demesi, Hazret-i Ali’nin o hadis-i şerifi nakledip, dindeki bir hükmün vesika haline gelmesi içindi.

Roma ordularını yere seren, kaleleri, ülkeleri fetheden Halid bin Velid hazretleri, bütün bu başarılarının, sarığında taşıdığı bir sakal-ı şerif sayesinde olduğunu söylemiştir. Sakal-ı şerif, Hacer-ül esved, Evliya kabrinden alınan topraklar ve onların giydikleri elbiseyle bereketlenmek, Evliya kabirlerini öpmek gibi nimetleri ganimet bilmelidir.

Şeairi sevmek ne demektir?
Yine Şah Veliyullah-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlânın şeairini sevmek demek, Kur’an-ı kerimi, Peygamberi, Kâbe’yi ve Allahü teâlâyı hatırlatan her şeyi, evliyayı sevmektir. (Eltaf-ül-kuds)

Bekara suresinin, (Meleklere, “Âdem’e karşı secde edin” dediğimiz zaman, secde ettiler. Yalnız İblis secde etmedi) mealindeki 34. âyet-i kerimesi, Hazret-i Âdem’e tazim olunmasını emrediyor. Şeytan, (Allah’tan başkasına tazim edilmez) diyerek, bu emri dinlemedi. Hazret-i Yusuf’un ana babası ve kardeşleri de kendisine secde ederek saygı gösterdiler. Allah’tan başkasına saygı, tazim putçuluk olsaydı, Allahü teâlâ, sevdiği kullarını anlatırken bununla övmezdi. Eshab-ı kiramdan hicri bin yılına kadar, evliya çoktu. Herkes bunları ziyaret ederek bereketlenir, dualarını alırdı. Cansız eşya ile bereketlenmeye lüzum kalmazdı. Hiçbir âlim buna mani olmadı. (Ed-dürer-üs-seniyye)

Hazret-i Ebu Bekir’in kızı Hazret-i Esma, Peygamber efendimizin hayattayken giydiği bir cübbe çıkarıp, (Şifa bulmaları için, bunu hastalara giydiriyoruz) dedi. (Müslim)

Peygamber efendimiz abdest aldığı zaman, Eshab-ı kiram, onun abdest suyuna dokunmak ve düşen bir kılını almak için yarışırlar ve bununla bereketlenirlerdi. O da bu hareketlerini kabul buyururdu. Hatta mübarek başını tıraş ettiği zaman, bereketlenmek için, mübarek saçını, Eshabı arasında paylaştırmasını Ebu Talha hazretlerine emrederdi. (Buhari)

Yağan yağmur hürmetine diye de dua etmek caizdir. Rahmet-i ilahiyye alametidir. Günahsız bebekler hürmetine diye dua etmek de caizdir. Yenilen yemekler ve nimetler hürmetine demek de caizdir. Bunların hepsinde mazruf önemlidir. Mazruf, zarf içindeki mana demektir. Vasıtalar söylenerek, Allahü teâlâdan istenmektedir.

Aracı kullanmak

Aracı kullanmak

Sual: Vehhabilerin etkisinde kalan bazı kimseler, (Dua ederken aracı kullanmayın! Resulullah'ın, evliyanın hürmetine demeyin, direkt Allah'tan isteyin! Aracı kullanmak, Fatiha suresindeki (Yalnız benden isteyin) âyetine zıttır ve şirktir) diyorlar. Peygamber efendimizin hürmetine istemek neden şirk oluyor?

CEVAP
Hiçbir İslam âlimi, o şekilde dua etmenin şirk olduğunu bildirmemiş; aksine, caiz, hatta daha iyi olduğunu bildirmişlerdir. Abdülaziz-i Dehlevi hazretleri Fatiha suresinin tefsirinde buyuruyor ki:
Birinden yardım istenirken, yalnız Allahü teâlâya güvenilip, o kulun Allah'ın yardımına mazhar olduğu, Allahü teâlânın her şeyi sebeple yarattığı, onun da bir sebep olduğu düşünülürse caiz olur. Enbiya ve Evliya da, böyle düşünerek başkasından yardım istemiştir. Böyle yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek olur. (Tahkik-ul-hakkıl-mübin)

Vehhabilerin tabiriyle, Peygamber efendimiz de aracı kullanmış ve aracı kullanılmasını tavsiye etmiştir. Gazalarda ve sıkıntılı anlarda da, muhacirlerin fakirleri hürmetine dua ederdi. Yani aracı kullanırdı. (Taberani, Ebu Nuaym)

Yine Resulullahın bir duası şu mealdedir:
(Ya Rabbi, senden isteyip de verdiğin zatların hatırı için, senden istiyorum.) [İbni Mace]

Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Çölde yalnız kalan, bir şey kaybederse, “Ey Allah'ın kulları bana yardım edin!” desin; [aracı kullansın] çünkü Allahü teâlânın, sizin göremediğiniz kulları vardır.) [Taberani]

Hazret-i Âdem, çok dua ettiyse de kabul olmadı. Aracı kullanarak, yani Peygamber efendimizi vesile ederek, Onun hürmeti için dua edince duası kabul oldu. Allahü teâlâ, (Ya Âdem! Habibimin ismiyle her ne isteseydin kabul ederdim, O olmasaydı seni yaratmazdım) buyurdu. (Beyheki)

Şefaat, aracılık demektir. Âhirette, Peygamberler, âlimler, şehitler ve daha niceleri şefaat edeceklerdir. Günahkârlar şefaat isteyecekler ve şefaatçiler [aracılar] vesilesiyle kurtulacaklardır. Bu husus, âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle açıkça bildirilmiştir.

Kabirden yardım istemek

Kabirden yardım istemek

Sual: Bir kimse, yaşayan insanlardan iş, eş ve aş istiyor. Vefat eden evliya da ölü olmadığı için, onlardan da, böyle dünyalık şeyler istemek caiz olur mu?

CEVAP
Vefat eden evliya zat, yaşayandan daha çok feyz verir, daha çok yardım eder. Şehitler ölü olmadığı gibi, peygamberler ve evliya zatlar da ölü değildir.

Yaşarken de, bir insana yapma gücünü veren, yürüten, konuşturan, iş yaptıran, Allahü teâlâdır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]

Yaşayana bu gücü veren Allahü teâlâ, vefat etmiş evliyasına niye veremesin ki? Ölüye iş yaptıran da Allahü teâlâdır. Onun kudretinden şüphe etmek küfürdür. Kur’an-ı kerimde, (Yardım ancak ve yalnız Allah’tandır) buyuruluyor. (Al-i İmran 126)

Terziye gideriz, bir elbise dik deriz. Ona bu gücü veren, elbette Allahü teâlâdır.

Emlakçiye gideriz, bize kiralık bir ev bul veya satılık bir ev bul deriz. O da bulur, verir. Ona bu gücü veren, elbette Allahü teâlâdır.

Doktora gideriz, tansiyonumuza bakar. Muayene eder, ilaç verir, gerekirse enjeksiyon yapar. Ona bu gücü veren, elbette Allahü teâlâdır.

Vefat etmiş olan ama hakikatte ölü olmayan peygambere ve evliya zata giden kimsenin de, esas yaratıcının Allahü teâlâ olduğunu bilerek, o kabirde yatan zattan yardım istemesi gayet normaldir; çünkü veren, yaratan Allahü teâlâdır. Hazret-i Mevlana, (Ben ölünce, beni düşünün, imdadınıza yetişirim) buyurdu. Deylemi’nin bildirdiği (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı) hadis-i şerifi de, Allahü teâlânın izniyle, ölülerin dirilere yardım ettiğini göstermektedir.

Allahü teâlânın kudretini inkâr eden, Allah ölüye iş yaptıramaz diyen kâfir olur.

Kabirden direkt yardım istenir
Sual:
(Türbeye gidip direkt oradaki zattan yardım istemek şirk olur) deniyor. Bu doğruysa, yanına gitmeyip de, evden yardım istemek de şirk olur mu?
CEVAP
Ölü diri herkesten yardım istenir. Ruh ölmez. Allahü teâlâ dirilere yardım ettirdiği gibi ölülere de yardım ettirir. Hazret-i Hızır’ın ruhu çaresizlere yardım etmektedir. Eğer evliyayı yaratıcı biliyorsa, ister evden yardım istesin, ister kabrine gidip direkt istesin, fark etmez, şirk olur, ama hiçbir Müslüman zaten evliyayı yaratıcı bilmez. Evliyayı vasıta bilip evden veya direkt yanına gidip istemek, şirk olmaz.

Evliyanın diri veya ölü olması fark etmez. Hattâ ölünce, feyzi kesilmez, artar. (İrşad-üt-talibin)

Ölü veya diri Evliyadan yardım istemek, onları yaratıcı bilmek değildir. Bulut vasıtasıyla yağmur, ilaç içerek şifa ve silah kullanarak zafer beklemek, su için çeşmeye, ekmek için fırıncıya gitmek, hep Allah’tan istemek olur. Bunlar sebeptir. Rabbimiz, her şeyi sebeple yaratmaktadır. Bu sebeplere yapışmaya şirk denmez. Allahü teâlânın, Evliya zatların ruhlarına yardım etme kuvvetini verdiğini düşünüp, ruhlardan yardım beklemek caizdir. Onlar kabirde diridir. Ruhlarına keramet verilmiştir. Böyle inanana müşrik denemez. (Faideli Bilgiler)

Büyük bir zatın Allah’ın yardımına mazhar olduğunu, Rabbimizin her şeyi sebeple yarattığını, onun da bir sebep olduğunu düşünerek ondan yardım istemek, Allah’tan istemek olur. (Tahkik-ul-hakkıl-mübin)

Hadis-i Erbain
’deki (Bir işinizde, sıkışıp bunalınca, kabirdekilerden yardım isteyin) ve Deylemi’nin bildirdiği (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı) hadis-i şerifleri de, Rabbimizin izniyle, ölülerin dirilere yardım ettiğini göstermektedir.
(M. Nasihat)

Eşyalarla bereketlenmek

Eşyalarla bereketlenmek

Sual: Resulullah'ın mübarek saç ve sakalıyla bereketlenmeye, saygı duymaya şirk demek doğru mudur?

CEVAP
Çok yanlıştır. Bunlara saygı duymak lazımdır. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah’ın şeâirini tazim etmek, kalblerin takvasındandır.) [Hac 32]

Bunun için, Allahü teâlânın şeâirini tazim etmek vacib olmuştur. Şeâir, nişanlar, alametler demektir. Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri, (Görülünce, Allahü teâlâyı hatırlatan her şey, Allahü teâlânın şeâiri olur) buyuruyor. Bekara sûresinin, (Safa ve Merve, Allah’ın şeâirindendir) mealindeki 158. âyet-i kerimesinden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın şeâiri, yalnız Safa ve Merve tepeleri değildir. Bunlardan başka şeâir de vardır. Mekke-i mükerreme şehrinde, Mescid-i haramın yanında bulunan Safa ve Merve ismindeki iki tepecik arasında, İsmail aleyhisselamın annesi Hazret-i Hacer gidip geldiği için, bu iki tepecik, Allahü teâlânın şeâiri olup, o mübarek anneyi hatırlamaya sebep olunca, bütün mahlûkların en üstünü ve Allahü teâlânın sevgilisi olan Muhammed aleyhisselamın doğduğu, büyüdüğü, ibadet ettiği, hicret ettiği, namaz kıldığı, vefat ettiği yerler, mübarek türbesi, Hazret-i Ali’nin ve diğer Eshabının yerleri de elbette Allahü teâlânın şeâiri olur. (Usul-ül-erbea fi terdid-il vehhabiyye - Faideli Bilgiler)

Şah Veliyyullah Dehlevî hazretleri de buyuruyor ki:
Allahü teâlânın şeâirini sevmek demek, Kur’an-ı kerimi, Peygamber efendimizi ve Kâbe’yi sevmek demektir. Hatta Allahü teâlâyı hatırlatan her şeyi sevmektir. Allahü teâlânın evliyasını sevmek de böyledir. (Eltaf-ül-kuds)

Kendisi de dağıtmıştır

Peygamber efendimizin, mübarek saç ve sakalıyla bereketlenmek de, bunlar gibi caizdir. Bizzat kendisi, bunların dağıtılmasını emretmiştir. Resulullah, sallallahü aleyhi ve sellem, Cemre-tül-akabe’ye geldi, taşlarını attı, sonra Mina’da konakladığı yere geldi ve kurbanını kesti. Sonra berbere, (Al!) buyurdu ve sağ yanını işaret etti, sonra sol tarafını işaret etti, sonra kesilen saçları halka vermeye başladı. Sağ yandan kesilenleri sağındakilere, sol yandan kesilenleri de Ümmü Süleym’e verdi. Enes bin Malik hazretleri, kendisiyle beraber bir sakal-ı şerifin defnolunmasını vasiyet etti. Allahü teâlânın huzuruna sakal-ı şerifle birlikte çıkmak istedi. (Buhârî)

Resulullah'ın, sallallahü aleyhi ve sellem, faziletlerinden biri de şudur ki, Halid bin Velid radıyallahü anh, başında, sarığı arasında bir sakal-ı şerif taşırdı. Bunu taşıdığı her savaşta zafer kazanırdı. O, mübarek bir kılı sebebiyle muradına kavuşuyor da, Resulullah efendimizin mübarek zat-ı şerifini vesile ederek Allahü teâlâdan dilekte bulunanlar muradına kavuşmaz olur mu? (Kadi İyad - Şifa-i şerif)

Resulullah efendimiz çarşıya çıkıp, bir entari satın aldı. Giderken bir âmânın yani gözleri görmeyen birinin, oturmuş, (Allah rızası için, bana bir gömlek verin, Cennet elbiselerine kavuşun) dediğini duyup, aldığı entariyi buna verdi. Âmâ, entariyi eline alınca, misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resulullah’ın mübarek elinden geldiğini anladı, çünkü Resulullah'ın bir kere giydiği her şey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı. Âmâ, (Yâ Rabbî, bu gömlek hürmetine, gözlerimi aç) diye dua etti. İki gözü hemen açıldı. (Zad-ül-mukvin)

Ellerini tutup yüzlerine sürdüler

Hazret-i Ebu Cuhayfa diyor ki: Resulullah efendimiz, öğle sıcağında çıkıp abdest aldı. Oradakiler kalkıp, onun ellerini tutup, yüzlerine sürdüler. Bir de ben, onun mübarek ellerini tutup yüzümün üstüne koydum. O sıcakta mübarek elleri, kardan daha soğuktu ve miskten daha güzel kokuyordu. (Buhârî)

(Ellerini tutup yüzlerine sürdüler)
ifadesi, faziletli ve sâlih kimselere dokunarak bereketlenmenin meşru olduğunu gösteriyor.

Hazret-i Âişe validemiz buyuruyor ki: (Resulullah bir yarası olan kimseyi tedavi ederken, işaret parmağını yere sürüp ve kaldırarak, “Bismillahi türbetü erdinâ biriki ba’dinâ liyüşfa bihî sekimünâ bi-izni Rabbinâ” derdi.) [Müslim]

İmam-ı Nevevi, bu hadis-i şerifin mânâsını şöyle açıklıyor: İşaret parmağını mübarek ağız suyuyla ıslatıp, sonra toprağın yapışması için yere koyar, sonra hastalıklı veya yara olan yere sürer ve bu elini sürerken, Allahü teâlânın ism-i şerifiyle bereketlenmek için bu duayı okurdu.

Eshab-ı kiram, Resulullah'ın kullandığı eşyalarla teberrük ederlerdi. Abdest alırken kullandığı su ile, mübarek teri ile, gömleği, asası, kılıcı, nalınları, kadehi, yüzüğü ile ve kullanmış olduğu her şeyle bereketlenirlerdi. (Üsul-ül-erbea, Faideli Bilgiler)

Sual:
Resulullah’ın veya mübarek insanların eşyalarıyla bereketlenmek caiz midir?
CEVAP
Elbette caizdir. Eshab-ı kiram, Resulullah’ın kullandığı eşyalarla, mesela gömleği, bastonu, kılıcı, terlikleri, bardağı, yüzüğü ve kullanmış olduğu her şeyle bereketlenirlerdi. Müminlerin annesi Ümm-i Seleme validemiz, bir hasta gelince, Peygamber efendimizin mübarek sakalından bir kılı suda bırakır, sonra çıkarıp bu suyu ona içirirdi. Mübarek bardağına su koyup, şifa için içerlerdi. (Usul-ül-erbea)

Resulullah efendimiz, cemreden sonra kurbanını kesince, berberin kestiği mübarek saçlarını Hazret-i Talha’ya verip, (Bunları insanlara dağıt) buyurdu.
(Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)

Allah’tan başkasından yardım istemek

Allah’tan başkasından yardım istemek

Sual: Biz bir insan olarak herkesten yardım istiyoruz. (Allah’tan başkasından, ne türlü olursa olsun, yardım istemek şirktir) diyorlar. Bunun caiz olan ve olmayan kısımları nedir? İstigâse, isti’ane, tevessül, teveccüh, vesile ne demektir? Caiz olanı ne, caiz olmayanı nedir?

CEVAP
Hepsi caizdir. Caiz olmayan tek şey, Allah’tan başkasını yaratıcı bilmek, Allahü teala dilemeden onun kendiliğinden fayda ve zarar verebileceğine inanmaktır. Normal bir Müslüman da zaten Allah’tan başkasını yaratıcı bilmez. Şimdi bu hususların hepsini örneklerle açıklayalım:

İstigâse

Şefaat dileme, yardım isteme, Allahü teâlâdan bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için Peygamberleri ve Evliya zatları, sevdiği kullarını vesile ederek yani araya koyarak isteme, yalvarma, dua etme demektir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kıyamette insanlar, önce Âdem, sonra Musa ve sonra Muhammed [aleyhimüsselâm] ile istigase ederler.) [Buhari]

İstigase olunan, yardım istenilen ve yardımı yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Ancak peygamberler, Evliya zatlar, salih kullar ve benzerleri birer vasıtadır, vesiledir yani sebeptir. İstenilen şeyi yaratan ise yalnız Allahü teâlâdır. (Şevahid-ül-hak)

İmam-ı Sübki
buyuruyor ki:
Resulullah ile tevessül etmek, yani istigâse etmek, ondan şefaat istemektir. Bu ise güzel bir şeydir. Önceki ve sonraki İslam âlimlerinden hiçbiri buna karşı bir şey dememiştir. Yalnız İbni Teymiyye bunu inkâr etti. Böylece doğru yoldan ayrıldı. Kendinden önce gelen âlimlerden hiçbirinin söylemediği bir bid’at çıkardı. Bu bid’ati ile Müslümanların diline düştü. (Camius-sagir şerhi)

Vehhabiler, (Allah’tan başkasından yardım istemek, ona sığınmak şirktir) diyorlar. Allah’tan başkasını yaratıcı bilmek şirktir. Bunu bilmeyen hiçbir Müslüman yoktur; fakat başkasından da istigase olunacağını, mecaz olarak söylemek caizdir; çünkü bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Onun kavminden olan, düşmanına [Kıpti’ye] karşı, ondan [Musa aleyhisselamdan] istigase [yardım] istedi.) [Kasas 15]

Hadis-i şeriflerde de buyruldu ki:
(Ya Rabbi, senden isteyip de verdiğin zatların hatırı için, senden istiyorum.) [İbni Mace]

(Yardım isteyen kimse, Ey Allah’ın kulları bize yardım edin desin!) [Hısn-ül-hasin]

Son iki hadis-i şerif, yanında olmayan kimseye seslenerek, ondan yardım istemeyi emretmektedir. (El-Üsûl-ül-erbe’a fî-terdîd-il-vehhâbiyye)

Her şeyi yaratan Allah’tır. (Sebeplere yapışın) buyurduğu için bir sebebe yapışılır. İbni Kemalpaşazade hazretlerinin Hadis-i erbain’deki (Bir işinizde, sıkışıp bunalınca, kabirdekilerden yardım isteyin) ve Deylemi’nin bildirdiği (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı) hadis-i şerifleri de, Allahü teâlânın izniyle, ölülerin dirilere yardım edebildiğini göstermektedir. (M. Nasihat)

İmam-ı Birgivi
buyuruyor ki:
Bir hadis-i şerifte, (Bir müminin kabrini ziyaret ederken, “Ya Rabbi! Muhammed aleyhisselam hürmetine, buna azap yapma” denirse, Allahü teâlâ, kıyamete kadar azabını durdurur) buyurulmaktadır. (Etfal-ül-müslimin)

Kabirdeki ölüde his bulunduğunu bildiren çok hadis-i şerif vardır. Eshab-ı kiram ve Tabiin-i ızam, Kabr-i seadet’i ziyaret ve istigase ederdi. Bunun için çok kitap yazılmıştır. Hısn-ül-hasin kitabında, (Duanın kabul olması için, Peygamberleri ve salih kulları vesile etmelidir) buyuruluyor. İmam-ı Sübki hazretleri, Resulullah'ı ve Evliyayı ziyaretin ve ruhlarından istigase etmenin caiz olduğunu ispat etmektedir. (Şifa-üs-sikam)

İsti’ane


İsti’ane de yardım istemek demektir. Resulullah efendimizden ve Evliyadan şefaat istemek, istiane yani yardım istemek, Allahü teâlâyı bırakmak, Onun yaratıcı olduğunu unutmak demek değildir. Bulut vasıtasıyla Allahü teâlâdan yağmur beklemek, ilaç içerek Allahü teâlâdan şifa beklemek, top, bomba, füze, uçak kullanarak Allahü teâlâdan zafer beklemek, hep Allahü teâlâdan istianedir. Bunlar sebeptir. Allahü teâlâ, her şeyi sebeple yaratmaktadır. Bu sebeplere yapışmak, şirk değil, dinin emridir.

Peygamberler hep sebeplere yapıştılar. Allahü teâlânın yarattığı suyu içmek için çeşmeye, Onun yarattığı ekmeği yemek için fırıncıya gidildiği ve Allahü teâlânın zafer vermesi için, savaş vasıtaları ve talim terbiye yapıldığı gibi, Allahü teâlânın duayı kabul etmesi için de, Peygamberin, Evliyanın ruhlarına gönül bağlanır. Allahü teâlânın elektromanyetik dalgalarla yarattığı sesi almak için radyo kullanmak, Allahü teâlâyı bırakıp bir kutuya başvurmak değildir; çünkü radyo kutusundaki aletlere o özellikleri, o kuvvetleri veren Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, her şeyde, kendi kudretini gizlemiştir.

Müşrik, puta tapar, Allahü teâlâyı düşünmez. Müslüman, sebepleri, vasıtaları kullanırken, sebeplere, mahlûklara, tesir, hassa veren Allahü teâlâyı düşünür. İstediğini Allahü teâlâdan bekler. Geleni Allahü teâlâdan bilir. Kıpti’den kurtulmak için Musa aleyhisselamdan istigase eden yani yardım isteyen kişinin yardımını bildiren âyet-i kerimenin manası da, böyle olduğunu göstermektedir.

Müminler her namazda Fatiha suresini okurken, (Ya Rabbi, dünyadaki arzularıma, ihtiyaçlarıma kavuşmak için maddi, fenni sebeplere yapışıyor ve bana yardım etmeleri için, sevdiğin kullarına yalvarıyorum. Bunları yaparken ve her zaman, dilekleri verenin, yaratanın yalnız Sen olduğuna inanıyorum. Yalnız Senden bekliyorum!) demektedir. Her gün böyle söyleyen müminlere müşrik denilemez. Peygamberlerin, Evliyanın ruhlarından yardım istemek, Allahü teâlânın yarattığı bu sebeplere yapışmaktır. Bunların müşrik olmadıklarını, halis mümin olduklarını Fatiha suresinin bu âyeti açıkça haber vermektedir. Vehhabiler maddi, fenni sebeplere yapışıyor, nefislerinin isteklerine kavuşmak için, her vesileye, her çareye başvuruyorlar. Peygamberleri ve Evliyayı vesile edinmeye de şirk diyorlar.

Tevessül

Tevessül, bir isteğin, bir maksadın hâsıl olması için bir şeyi vesile, sebep yapmak demektir. Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak, onların hatırı, hürmeti için diyerek dua etmek veya bu suretle yapılan duaya denir. İstigâse ve teşeffû da denir.

İmam-ı Sübki buyuruyor ki:
Resulullah efendimizle tevessül etmek iki türlü olur:
Birincisi, Onun yüksek mertebesi, bereketi için Allahü teâlâdan istemektir. Böyle dua ederken, tevessül, istigase ve teşeffu sözlerinden her biri kullanılabilir. Üçü de, aynı şeyi bildirmektedir. Bu kelimeleri söyleyerek dua eden, Resulullah’ı vesile ederek, Allahü teâlâdan istemektedir. Onu vasıta kılarak Allahü teâlâdan istigase etmektedir. Dünya işlerinde de, bir kimseden, onun çok sevdiğini vesile ederek bir şey istenilince, hemen vermektedir.
İkincisi, dileğe kavuşmak için, Resulullah’ın Allahü teâlâya dua etmesini, Ondan istemektir, çünkü O, kabrinde diridir. İstenileni duyup anlar ve Allahü teâlâdan ister. Kıyamet günü yapacağı şefaat de kabul edilecektir. (Şevahid-ül-hak)

Şihabüddin-i Remli
hazretleri buyuruyor ki:
Peygamberler ve Veliler öldükten sonra da, kendileriyle tevessül, istigase olunur. Peygamberler ölünce mucizeleri bitmez. Veliler ölünce de, kerametleri kesilmez. Peygamberlerin mezarda diri olduklarını, namaz kıldıklarını, hac yaptıklarını, hadis-i şerifler açıkça bildirmektedir. Şehitlerin de diri oldukları, kâfirlerle harb ederken yardım ettikleri bilinmektedir. (Şevahid-ül-hak)

Hülasat-ül-kelam
kitabında deniyor ki:
Tevessül, istigase ve teveccüh, hep aynı şey demektir. Hepsi caizdir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kıyamette insanlar, önce Âdem aleyhisselama istigâse edeceklerdir.) [Buhari]

Hazret-i Ömer, kıtlık olduğu zaman Peygamber efendimizin amcası hazret-i Abbas ile tevessül etti. Yani onu vesile ederek Allahü teâlâdan yağmur istedi. (Yâ Rabbi! Kıtlık olduğu zaman, Resulullah efendimizle sana tevessül ederdik. Sen bize yağmur verirdin. Şimdi sana, Resulullah efendimizin amcasıyla tevessül ediyoruz. Bize yağmur ihsân et!) diye dua edince, Allahü teâlâ onlara yağmur verdi. (Buhari)

Asırlardır, doğru yolda olan Müslümanlar, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesile ederek dua etmişler, böylece arzu ve isteklerine kavuşarak sıkıntılardan kurtulmuşlardır. Duanın kabul olması haram lokma yememeye bağlıdır. Bu ise, ancak Cenab-ı Hakk’ın sevdiklerinde mümkündür. Ölü veya diri Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak yapılan dua, onların bereketiyle ve hatırları için kabul olmaktadır. Daha önce yapılmış olan salih amellerle de tevessül yapılır. (Seadet-i Ebediyye)

Mezhepsizler diyor ki:
(Allahü teâlâdan başka bir şeyin bir iş yaptığını söyleyen, müşrik olur. Mesela, “Filân ilaç ağrıyı kesti”, “Terörist falancayı öldürdü” veya “Resulullah'ın kabri şerifi yanında veya falanca evliya zatın mezarı yanında Allahü teâlâ duamı kabul etti” diyen müşrik olur.)

Mezhepsizler, mecaz ve isti’ânenin ne demek olduğunu anlayamıyorlar. Bir kimsenin bir işi yaptığını söylemeye, bu söz mecaz olarak söylenmiş olsa da, hemen şirk diyorlar. Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerimin birçok yerinde, bir işin hakiki yapıcısının kendisi olduğunu, mecazi yapıcısının da kullar olduğunu bildirmektedir.

Hakiki hâkim

Hakiki hâkim Allahü teâlâdır. İki âyet-i kerime meali:
(Hüküm, ancak Allah’ındır. [Yani hüküm verme yetkisi olan, hâkim olan yalnız Allahü teâlâdır.]) [Enam 57]

(Aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hâkim [veya hakem] yapmadıkça, iman etmiş olmazlar.) [Nisa 65]

Birinci âyet-i kerime, hakiki hâkimin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildiriyor. İkinci âyet-i kerime ise, insana da, mecaz olarak hâkim denileceğini bildiriyor. İnsanlara mecazen böyle hâkim, hakem, hüküm veren gibi şeyler söylemek şirk olmaz.

Dirilten ve öldüren

Dirilten ve öldüren yalnız Allahü teâlâdır. Dört âyet-i kerime meali şöyledir:
(Dirilten ve öldüren, yalnız Odur.) [Yunus 56]

(Ölüm zamanında insanı, Allahü teâlâ öldürüyor.) [Zümer 42]

(Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor.) [Secde 11]

(Âdem aleyhisselamın oğlu, kardeşini öldürdü.) [Maide 30]

İlk iki âyette öldürenin Allahü teâlâ olduğu bildiriliyor. Üçüncü âyet-i kerimede insanları bu işle vekil olan meleğin öldürdüğü bildiriliyor. Dördüncü âyette ise, bir insanın diğerini öldürdüğü mecaz olarak bildiriliyor. (Anarşistler üç polisi öldürdü) demek niye şirk olsun ki?

Hastaya şifa veren

Hastalara şifa veren yalnız Allahü teâlâdır. İki âyet-i kerime meali şöyledir:
(Hasta olduğum zaman, bana ancak O [Allahü teâlâ] şifâ verir) [Şuara 82]

([Hazret-i İsa diyor ki:] A’mânın gözünü açarım ve baras illetini iyi ederim ve Allahü teâlânın izniyle, ölüleri diriltirim.) [Âl-i İmran 49]

Birinci âyet-i kerimede şifa verenin Allahü teâlâ olduğu bildirilirken ikinci âyette mecaz olarak İsa aleyhisselamın şifa verdiği bildiriliyor. Hatta ölüleri dirilttiği bildiriliyor. Hâlbuki yukarıda bildirilen âyet-i kerimede, öldürüp diriltenin yalnız Allahü teâlâ olduğu bildirilmişti. Demek ki şifa vermek, diriltmek, mecaz olarak insanlar için de kullanılabiliyor.

Çocuk veren

Evladı da Allahü teâlâ verir. İbrahim aleyhisselamın, (Ey Rabbim! Bana salihlerden bir oğul ihsan et!) diye bir evlat istediği Kur’an-ı kerimde bildiriliyor. (Saffat 100)

İbrahim aleyhisselamın hanımı Sara validemiz de, Allahü teâlânın çocuk vereceği müjdesini duyunca, (Olacak şey değil! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyarken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey) demiştir. (Yunus 72)

Allahü teâlâ onlara İshak aleyhisselamı vermiştir. (Enam 84)

Evladı Allahü teâlâ verdiği halde, Cebrail aleyhisselam, Meryem validemize mecaz olarak, (Ben, sana temiz bir oğlan vermek için, Rabbinin gönderdiği elçiyim) dedi. (Meryem 19)

Hakiki sahip, gerçek dost


İnsanın hakiki sahibi Allahü teâlâdır. Üç âyet-i kerime meali:
(Allahü teâlâ, iman edenlerin velîsi yani sahibidir.) [Bekara 257]

(Sizin velîniz yani sahibiniz, Allah ve Resulüdür.) [Maide 56]

(Nebi, müminlere kendilerinden daha çok sahiptir.) [Ahzab 6]

Veli kelimesi, burada sahip, malik, dost anlamındadır. Birinci âyet-i kerimede iman edenlerin sahibinin Allahü teâlâ olduğu bildiriliyor. Üçüncü âyet-i kerimede ise, Peygamber efendimizin de müminlerin sahibi, dostu olduğu bildiriliyor. Bunlar gibi muin olan Allahü teâlâdır. Kullarına da, mecaz olarak muin demiştir. Muin, yardım eden, yardımcı demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(İyilikte ve takvada birbirinize, yardımcı olun!) [Maide 2]

İnsanların kulu

Mezhepsizler, Allah’tan başkasının kulu diyene, mesela Abdünnebî, Abdürresul, peygamberin kulu diyen Müslümanlara müşrik diyorlar. Bazı mezhepsizler de, (Osmanlılarda, insan, Allah’ın değil, padişahın kuluydu. Onun için padişah, halka kullarım derdi. Sultanlık sistemine karşı çıkmak, soylu mücadele vermektir) diyorlar. Hâlbuki bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Evli olmayan kadınlarınızı, kullarınızdan ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin!) [Nur 32]

Âyet-i kerimede görüldüğü gibi kulların da kulları oluyormuş. Padişahın kulları demenin mahzuru olmadığını bu âyet-i kerime de açıklıyor. Kul kelimesinin, köle, hizmetçi anlamı da vardır. Yeniçeri askerlerine de kul denirdi.

İnsana rab denir mi?

İnsanların hakiki Rabbi, Allahü teâlâdır. Ancak mecaz olarak, başkasına da rab demek caizdir. Yusuf aleyhisselamın, padişaha rab dediği şu âyet-i kerimeyle bildiriliyor:
(Rabbinin [melikin, hükümdarın, efendinin] yanında beni an [ki beni zindandan çıkarsın]!) [Yusuf 42]

Rab, ilah manasına geldiği gibi, efendi, yetiştiren, terbiye eden anlamlarına da gelir. Mezhepsizler, işte böyle kelimeleri kullandı diye, Müslümanlara müşrik demekten hiç çekinmiyorlar.

Peygamberden yardım istemek
Sual:
Cin suresinin 18. âyetinde, (Mescidler, Allah’ındır. O halde orada Allah ile birlikte başkasına dua etmeyin! Onlara yalvarmayın!) âyetine rağmen Peygamberden veya Evliyadan yardım istemek şirk olmaz mı?
CEVAP
Bildirilen âyet-i kerimede yasak edilen dua, ilim dilinde kullanılan dua demektir. Yani tapınarak yapılan duadır. Bu dua, ancak Allahü teâlâya olur, fakat bir kimse, yalnız Allahü teâlâya tapınılacağını, yalnız Ona dua edileceğini, Allahü teâlâdan başka kimsenin yaratıcı olmadığını, her şeyi Onun yaptığını bilerek, Peygamberleri ve Evliyayı vesile eder, onların Allahü teâlânın sevgili kulları olduklarını ve Allahü teâlânın, onların ruhlarına, insanlara yardım edebilmek kuvvetini verdiğini düşünerek, ruhlardan yardım beklerse, caiz olur. Onlar, mezarlarında, bilmediğimiz bir hayatla diridirler. Ruhlarına, kerametler ve tasarruf kuvveti ihsan edilmiştir. Böyle inanan kimseye müşrik demek çok yanlıştır. (Faideli Bilgiler)

İmam-ı Kurtubi hazretleri bu âyet-i kerimenin tefsirinde buyuruyor ki:
Hristiyanlar kiliseye ve Yahudiler havraya girdiklerinde Allah’a ortak koşuyorlardı. Allahü teâlâ, mescidlere girilince, sadece Allah’a dua ve ibadet etmelerini, kitap ehli gibi yapmamalarını emrederek, (Dua ve ibadete kendilerine tapınılmış put veya başka herhangi bir şeyi ortak koşmayın!) buyurmaktadır. (Kurtubi)

Celaleyn tefsirinde de, bu âyette, (Kilise ve havralarda Hristiyanlarla Yahudilerin yaptıkları gibi Allahü teâlâya ortak koşmayın!) buyurulduğu bildiriliyor.

Netice olarak bu âyet-i kerimenin, Peygamberden veya Evliyadan yardım istemekle hiç alakası yoktur. Âhir zamanda böyle düşünen kimselerin çıkacağını Peygamber efendimiz, 14 asır önce mucize olarak bildirmiştir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Müslüman ismini taşıyıp da, en çok korktuğum kimseler, Kur’anın manasını değiştirenlerdir.) [Taberani]

(Kâfirler, kâfirler için gelmiş olan âyetleri, Müslümanlara yükletirler.) [Buhari]

Sual: "Peygamber efendimizi vesile ederek dua edilmez" diyenler var, bunlara nasıl cevap vermelidir?

CEVAP
Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Tirmizî ve İmâm-ı Nesâî hazretlerinin Sünen kitaplarında buyuruluyor ki:
“İki gözü âmâ bir kimse gelip, ya Resulallah! (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Allahü teâlâya dua et, gözlerim açılsın dedi.

Peygamber efendimiz;
(Kusursuz bir abdest al! Sonra; Ya Rabbi! Sana yalvarıyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselamı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdiğim Peygamberim Muhammed aleyhisselam! Seni vesile ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hatırın için kabul etmesini istiyorum. Ya Rabbi! Bu yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle! Onun hürmetine duamı kabul et!) duasını okumasını söyledi. Adam, abdest alıp dua etti. Hemen gözleri açıldı. Bu duayı Müslümanlar, her zeman okumuşlar ve maksatlarına kavuşmuşlardır.”

Cenazeyi türbeye götürmek

Cenazeyi türbeye götürmek

Sual: Namazı orada kılınan cenazeler, Eyyüb Sultan hazretlerinin türbesinin önüne getirilerek dua ediliyor. Merhum hocamızın ve oğlunun cenazeleri de oraya götürülüp dua edilmişti; fakat geçen gün, sevilen bir amcamızın cenazesinin oraya getirilmesine, bid’at diye mani olundu. Bereketlenmek bid’at olur mu?

CEVAP
Hayır, cenazelerin öyle büyük bir zatın kabr-i şerifinin yanına götürülerek bereketlenmesi büyük nimettir. Din büyüklerimiz, (Cenazeyi orada durdurup dua etmeli, bereketlenmeli ve buna mani olmamalı) buyuruyorlar.

İmam-ı Buhari’nin kabrinden misk kokusu duyulurdu. Bereketlenmek için toprağından alıp götürürlerdi. Hiçbir âlim buna mani olmazdı. (Üsul-ül-erbea, Faideli Bilgiler)

Mübarek zatların ve eşyanın yanında bulunmakla ve onlara dokunmakla bereket hâsıl olur, çok nimetlere kavuşulur. Bunun gibi, kötü kimselerden ve kötü şeylerden de zulmet gelir. Bir örnek verelim:
Bir kimse, kazancı bol olmasına rağmen geçim sıkıntısı çektiğini bildirince, Resulullah efendimiz, (Bu bereketsizlik, namaz kılmamaktan ileri gelir) buyurdu. O zat, evde herkesin namaz kıldığını söyledi. Resulullah, (Komşularınızda namaz kılmayan olabilir, sizin eve gelmiş olabilirler) buyurdu. O zat, mahallesinde bile namaz kılmayan olmadığını düşündükten sonra, namaz kılmayan birinin cenazesi geçerken, tabutunun evlerinin duvarını çizdiğini söyleyince, (İşte evinizdeki bereketsizlik bundandır. O duvarı yıkıp yeniden yapın) buyurur.

Buhari’deki bir hadis-i şerifte, sahabeden Ebu Cuheyfe hazretleri, (Resulullah, öğle sıcağında çıkıp abdest aldı. Oradakiler kalkıp, Onun ellerini tutup, yüzlerine sürdüler) buyurdu. Buradaki (Ellerini tutup yüzlerine sürdüler) ifadesi, faziletli ve salih kimselere dokunarak bereketlenmenin faydasını gösteriyor.

İmamı Şafii (İmam-ı a’zam Ebu Hanife ile teberrük ediyorum. Zor bir durumda kalınca, kabrine gidip, iki rekât namaz kılarak Allahü teâlâya yalvarıyor ve dileğime kavuşuyorum) buyurdu. (Seadet-i Ebediyye)

Taştan, ağaçtan, puttan veya kâfir mezarından teberrük şirk olur; fakat Enbiyanın ve Evliyanın kabirlerini ziyaret edip, onların bereketiyle Allahü teâlâdan feyz ve bereket beklemeyi bunlara benzetmek, cahilliktir. (Kıyamet ve Ahiret)

Evliyanın kabriyle teberrük edenlere mani olmak haramdır.
(Hadika, Seadet-i Ebediyye)

Muska ve nazar boncuğu

Muska ve nazar boncuğu

Sual: Selefîler, âyet yazılı muska ve nazar boncuğu kullanmaya, enbiyadan ve evliyadan yardım istemeye niye şirk diyorlar?

CEVAP
Allahü teâlânın kudretinden şüphe ettikleri için şirk diyorlar. Yemeğe doyurma, ilaca şifa kuvvetini verdiği gibi, âyet okuyana şifa vermez mi? Diriye yardım ettiren Allahü teâlâ, ölüye yardım ettiremez mi?

Rukye, okuyup üflemek veya üzerinde taşımak demektir. Âyet ve hadisle bildirilen dualarla yapılan muskaya taviz denir. Taviz muskası ise caizdir. İki hadis-i şerif şöyledir:
(Rukyede şirk yazılı bir şey olmadıkça, kullanmakta mahzur yoktur.) [Müslim]

(İlaçların en iyisi Kur’an-ı kerimdir.) [İbni Mace]

Peygamber efendimizin bildirdiğine uyarak, âyet ve hadiste bildirilen duaları okumaya, üstünde muska olarak taşımaya şirk demek çok yanlıştır. Selefîler şapla şekeri, caiz olanla caiz olmayanı karıştırıyorlar. Mânası bilinmeyen veya küfre sebep olan rukyeye efsun denir. Bunu üzerinde taşımaya, temime denir. Efsun ve temime denilen sihri yapmak elbette caiz olmaz, ama âyet yazılı muskaları takmanın hiç mahzuru olmaz.

Nazarlıklara şirk demek de çok yanlıştır. Çünkü İbni Âbidin hazretleri, (Tarlaya kemik, korkuluk, hayvan kafası koymalı. Bir kadın, ürününe nazar değmemesi için ne yapacağını sorunca, Resulullah, (Tarlaya hayvan kafası as!) buyurur. Bakan kimse, önce bunu görüp tarladaki ürünü sonra görür) buyuruyor. (Redd-ül-muhtar)

Kuru kafa, korkuluk, nazar boncuğu bizzat nazarı önlemiyor. Gözden çıkan ve nazara sebep olan şualar önce bunlara isabet ettiği için nazar değmemiş oluyor. Hangi Müslüman bunları yaratıcı bilir ki? Resulullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” emrine uyarak hayvan kafası veya benzerlerini asmaya şirk demek, bizzat Resulullah’a hakarettir. (Âyetleri üzerinde taşı!) diyen Peygamber efendimizin bildirdiğine uyan Müslümana müşrik demek, (Müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olur) kuralına göre kendilerinin müşrik olduğunu göstermektedir.

Vehhabilik son din mi ki

Vehhabilik son din mi ki

Vehhabiler, (Münafıkları Allahü teâlâya ve Resulüne çağırırsanız, yüz çevirirler, gelmezler) âyet-i kerimesini yazarak, Ehl-i sünneti bu münafıklara benzetiyorlar. (Ehl-i sünnete âyet, hadis gösterilince, bunlardan yüz çevirip mezhep imamlarına uymakta ısrar ediyor, müşrik oluyorlar) diyorlar. (Feth-ül mecid, s.393)

CEVAP
Burada da, Ehl-i sünnet olan müslümanlara iftira etmektedirler. Münafıklar için, kâfirler için, puta tapanlar yani müşrikler için gelmiş âyet-i kerimeleri güya delil göstererek kendileri gibi inanmayan müslümanlara müşrik, kâfir demektedirler. Kendileri gibi yani vehhabi gibi inanmadığımız için, atalarımız da biz de güya şirk üzere yani kâfirlik üzere imişiz. Asırlardır milyarlarca müslüman hep müşrik olarak yani kâfir olarak ölmüşler.

Birinci maddede yani Vehhabilik Nedir maddesinde de yazdığımız gibi şöyle diyorlardı:
(Vehhabilik gelmesi ile, dininiz şimdi tamam oldu. Allah sizden razı oldu. Babalarınız kâfir idi, müşrik idi. Onların dinlerine uymayınız! Onların kâfir olduklarını herkese anlatınız!)

(Ey cemaat! Bugün dininiz tamam oldu. Müslüman oldunuz. Allah’ı sevindirdiniz. Artık babalarınızın, dedelerinizin bozuk olan dinlerine özenmeyiniz! Allah’ın onlara rahmet etmesi için dua etmeyiniz! Onların hepsi şirk üzere öldüler. Müşrik idiler.)

(Allah’a nasıl ibadet edeceğinizi, nasıl dua edeceğinizi, din adamlarımıza verdiğim kitaplarda bildirdim. Din adamlarımın bildirdiklerine uymayanlarınız olur ise, mallarınızın ve eşyanızın, çocuklarınızın ve kadınlarınızın, kanınızın, askerim için mubah olduğunu biliniz! Hepinizi zincire bağlayıp, işkence yapacaklar ve öldüreceklerdir.)

Şimdi vehhabilere soruyoruz:
İslamiyet hak din değil mi, ki vehhabilikten önce ölenler müşrik olarak ölmüşler?
Vehhabilik Allah’ın gönderdiği son din mi ki, şimdi inanmayanlar kâfir olsun?


Bir müslümanın âyet ve hadislerden yüz çevirmesi düşünülemez. Bu bir müslümanın yapabileceği iş de değildir. Ancak, Allah’a ve Resulüne iman etmeyen kâfirler, puta tapanlar yani müşrikler için gelen âyetlerin müslümanlarla ne alakası var? Biz bu âyet-i kerimelerden yüz çevirmiyoruz. Vehhabilerin İngiliz casuslarının tuzaklarına düştüklerini söylüyoruz. Münafıklar, kâfirler, puta tapan müşrikler için gelmiş âyetleri, yine bunlar için söylenmiş hadisleri müslümanlara yükleyerek fitne çıkarıp bölücülük yaptıklarını, ehl-i sünnet yolundan ayrıldıklarını söylüyoruz.

Bir mezhep imamına uymanın müşriklik olduğunu demeleri çok yanlıştır. Kendileri, imamları ibni Teymiye’nin, ibni Kayyım’ın, Abdülvehhab oğlunun yolundan gidince müşrik olmuyor da, biz imam-ı a’zamın, imam-ı Malik’in, imam-ı Şafii’nin, imam-ı Ahmed’in yolundan gidince mi müşrik oluyoruz?

Bunlar, İngiliz casuslarının tuzaklarına düştüklerini ne zaman anlayacaklar? Rafiziler de ibni Sebe’nin tuzağına düşmüşlerdir.

Not: Mezhep hakkında geniş bilgi için, Mezhep ve Mezhepsizlik maddesine bakınız.

Parçalanıp bölünmenin zararı

Parçalanıp bölünmenin zararı

Sual: Mezheplere ayrılmak parçalanmak değil midir?

CEVAP
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshabımın yolunda olanlardır.) [İbni Mace]

Ehl-i sünnet vel-cemaat demek, Resulullahın ve eshab-ı kiramın gittikleri doğru yolda bulunan âlimler demektir. 73 fırka içinde Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan kurtuluş fırkası Ehl-i sünnet fırkasıdır.

Abdülgani Nablüsi hazretleri buyuruyor ki:
Al-i imran suresinin, (Toptan Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın) mealindeki 103. âyet-i kerimesi, itikadda, inanılacak bilgilerde parçalanmayın demektir. Yani nefsinize ve bozuk düşüncenize uyarak, doğru imandan ayrılmayın demektir. İtikadda ayrılmak, parçalanmak elbette asla caiz değildir. Hadis-i şerifte de (Cemaat rahmet, ayrılık azaptır) buyuruldu.

İmam-ı Beyheki, (Müslümanlar bozulduğu zaman, önceki âlimlerin doğru yoluna sarılmalısın! Bir kişi kalsan bile, o yoldan ayrılmamalısın!) buyuruyor. Necmeddin-i Gazzi de, (Ehl-i sünnet âlimi demek, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın gittikleri doğru yolda bulunan âlimler demektir. Sivad-ı a’zam, yani İslam âlimlerinin çoğu böyle idiler. Hak olan cemaat ve 73 fırka içinde Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan Fırka-i naciyye bunlardır) buyuruyor. (Parçalanmayın) âyet-i kerimesi, fıkıh bilgilerinde de ayrılmayın demek değildir. Ahkamda, amellerde olan ictihad bilgilerindeki ayrılık, hakları, farzları, amellerdeki, ince bilgileri ortaya koymuştur. Eshab-ı kiram da, günlük işleri açıklayan bilgilerde, birbirlerinden ayrılmışlardı. Fakat, itikad bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktu. Hadis-i şerifte, (Ümmetimin [âlimlerinin] ayrılığı [ameli mezheplere ayrılması] rahmettir) buyuruldu. Dört mezhebin, amel bilgilerinde ayrılması böyledir. [Âlimlerin amel, iş bilgilerinde çeşitli ihtisas kollarına ayrılmaları da böyledir. Böylece; birçoğu hadiste, birçoğu tefsirde, çoğu da fıkıhta, arabi bilgilerde yetişmişlerdir.] Bunun gibi sanat sahiplerinin çeşitli iş kollarına ayrılmaları da rahmettir. (Hadika)

Müctehid âlimlerin farklı ictihadları olabilir. Birinin farz dediğine öteki haram diyebilir. Bunlar da bizim için senettir. Biz onların ictihadlarına uymak zorundayız. Hatalarından sorumlu değiliz. Kendileri de sorumlu değildir. Çünkü Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Âlim, [amele ait bilgilerde] ictihadında hata ederse bir, isabet ederse iki sevap alır.) [Buhari]

Bir mezhepte bulunan Müslüman, diğer hak mezheptekileri kardeş bilir, onları incitmez. Birbirlerini severler, yardım ederler. Amelde mezheplerin bir olmayıp, çok olması, faydalıdır. İnsanların yaratılışları birbirlerine benzemediği gibi, sıcak çölde yaşayanlara, bir mezhebe uymak kolay olurken, kutuplara yakın yerlerde yaşayanlara, başka mezhebe uymak kolay geliyor. Bir hastaya bir mezhep kolay iken, başka hastalık için, başka mezhep kolay oluyor. Tarlada ve fabrikada çalışanlar için de, bu ayrılış görülmektedir. Herkes, kendine daha kolay gelen mezhebi seçip, taklit ediyor veya bu mezhebe tamamen geçiyor.

Mezhepsizlerin, istedikleri gibi, tek bir mezhep olsaydı ve herkes tek bir mezhebe uymaya zorlansaydı, bu hâl çok güç, hatta imkansız olurdu. Amellerde tek hüküm [mezhep] ideal olsaydı Resulullah öyle bildirirdi. Halbuki rahmet olduğu için kendisi de farklı bildirdi.

Hanefi mezhebinde bulunan bir kimsenin bir yerinden kan çıkar ve durmazsa, abdestli duramaz ve her zaman abdest alması güç olacağından, Şafii veya Maliki mezhebini taklit ederek, zorluktan kurtulur. Halbuki tek hüküm olsaydı, buna imkan olmazdı.

Mezhepler olması gerekli midir?

Mezhepler olması gerekli midir?

Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Eshab-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resulullahın kalblere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Herbirinin mezhebi vardı. Mezhepleri az veya çok farklı idi.

Tâbiinin ve Tebe-i tâbiinin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin mezheplerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhepleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları Eshab-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymayan işlerinde, zaruret olunca, birbirlerini taklit ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheplerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, müslümanlara Allahü teâlânın rahmeti olduğunu, Peygamberimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezhep arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her müslüman, vücut yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar.

Allahü teâlâ dileseydi, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde, her şey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhepler hasıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, her iklim ve şartta, her müslüman için tek bir nizam olurdu. Müslümanların halleri, yaşamaları güç olurdu.

Resulullahın yolu

Peygamberimizin yolu, Kur’an-ı kerim ile hadis-i şerifler ile ve müctehidlerin ictihadları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesika ile bir de, İcma-ı ümmet vardır ki, Eshab-ı kiramın ve Tâbiinin sözbirliği olduğu, Redd-ül-muhtar’da yazılıdır. Bir hüküm üzerinde, dört mezhebin ictihadları arasında icma hasıl olursa, bu icmaya da inanmak gerekir, inanmayan küfre girer. (Mektubat 2/36)
İslam âlimleri yanlış bir şey üzerinde ittifakta bulunmazlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez.) [İ.Ahmed]

Bu dört vesikaya Edille-i şeriyye denir. Bunların dışında kalan her şey bid’attir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshabımın yolunda olanlardır.) [İbni Mace]

Bu ayrılık, usulde, imanda olan ayrılıktır. Eshab-ı kiramdan sonra, yeni müslüman olanlardan bir kısmının imanları bozuldu. Eshab-ı kiramın doğru imanından ayrıldılar. Dalalet fırkaları meydana geldi. Bu bozuk fırkalara, bid’at fırkaları denir. Bunlar, bazı nassları tevil ederek yanıldıkları için kâfir değildir. Fakat, İslamiyet’e zararları, kâfirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekiştiler. Harp ettiler. Çok müslüman kanı döküldü. Müslümanların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar. Bid’at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır.

Mezhep ve rahmet

Allahü teâlâ ve Resulü, müminlere merhamet ettikleri için, bazı işlerin nasıl yapılacağı, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmayanlar günaha girer, kıymet vermeyenler de kâfir olurdu. Müminlerin hali güç olurdu. Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek işlemek gerekir. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlayabilenlere, Müctehid denir.

Dört mezhebin hali, bir şehir halkının haline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanunda bulunmazsa, o şehrin eşrafı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanunun uygun bir maddesine benzetip yaparlar. Bazen uyuşamayıp, bazısı devletin maksadı, beldeleri tamir ve insanların rahatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleri ile, kanunun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefi mezhebine benzer.

Bazıları da, devlet merkezinden gelen memurların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır, derler. Bunlar da, Maliki mezhebine benzer.

Bazısı ise ifadeye, yazının gidişine bakıp, o işi yapma yolunu bulur. Bu da, Şafii mezhebine benzer.

Bir kısmı ise, kanunun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbeli mezhebine benzer.

Dört doğru yol

İşte şehrin ileri gelenlerinden herbiri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanuna uygun olduğunu söyler. Kanunun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlıştır. Fakat, kanundan ayrılmaları, kanunu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanuna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükafat alır. Dört mezhebin hâli de buna benzer. Her mezhep imamı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar affolur. Hatta sevap kazanır. Onlara bu yetkiyi Allahü teâlâ ve Resulü vermiştir.

Dört mezhepten başkasına uymak caiz değildir. Bu, Eshab-ı kiramın ve Tâbiinin mezheplerini küçümsemek değildir. Çünkü, Eshab-ı kiramın ve başkalarının mezheplerini tam olarak bilmiyoruz. O mezhepleri de bilseydik, onlara uymamız da caiz olurdu. Çünkü, hepsinin mezhepleri doğru idi. Dört mezhep, tam bilindiği ve kitapları her yere yayılmış olduğu için, her müslümanın yalnız bunlardan birine uyması gerekir.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Bir mezhebe tâbi olmayan mülhid olur buyuruyor. (Mebde ve Mead)

Yusuf Nebhani hazretleri, Şimdi her müslümanın, dört mezhepten birine uyması gerekir buyurduğu gibi, imam-ı Şarani, S.Ahmed Tahtavi hazretleri gibi birçok âlim de, aynı şeyi bildirmişlerdir.
Kur’an-ı kerimdeki; (Allah’ın ipine sarılın!) emri, (Fıkıh âlimlerinin, mezhep imamlarının bildirdiğine uyun!) demektir. [Tahtavi (Dürr-ül-muhtar) haşiyesi, zebayih kısmı]

Mezhep değiştirmek

Dört mezhebin imamları ve onları taklit eden âlimler, her müslümanın dört mezhepten dilediğini taklitte serbest olduğunu ve bir mezhepten başka mezhebe geçmenin caiz olduğunu ve harac, sıkıntı olduğu zamanlarda, başka mezhebin taklit edileceğini bildirdiler. Allahü teâlâ, müminlerin dört mezhebe ayrılmalarını ve bunun, kulları için faydalı olacağını ezelde takdir ve irade buyurdu. Amelde mezheplere ayrılmaktan razı olduğunu bildirdi. Razı olmasaydı Resulü, bu ayrılığın rahmet olduğunu bildirmezdi. İtikadda ayrılmayı yasak ettiği gibi, amelde ayrılmayı da yasak ederdi. (Mizan)

Resulullah, Kur’an-ı kerimde icmalen bildirilenleri, yani kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’an-ı kerim kapalı kalırdı. Resulullahın vârisleri olan mezhep imamlarımız, hadis-i şeriflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünneti nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resulullaha tâbi olarak, mücmel olanı açıklamışlardır.

Bilinen 4 imam zamanında, başka mezhep imamları da vardı. Bunların da mezhepleri vardı. Fakat, bunların mezheplerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. (Hadika)

Ehl-i sünnetin dört mezhebinin imanları, inandıkları şeyler, birbirlerinin aynıdır. Aralarında hiç fark yoktur. Ayrılıkları yalnız ameldedir. Bu da, müslümanlara bir kolaylıktır. Her müslüman, dilediği mezhebi seçerek, bunu taklit eder. Her işini, seçtiği mezhebe göre yapar. Müslümanların, dört mezhebe ayrılmaları, Allahü teâlânın rahmetidir. Bir müslüman, kendi mezhebine göre ibadet yaparken, bir zahmet, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebi taklit ederek, bu işi kolayca yapar.

Ölçümüz ne olmalı?
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine uymayan, her mana yanlıştır. Çünkü her sapık, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uyduğunu sanır ve iddia eder. Kısa görüşü ile, bu kaynaklardan yanlış manalar çıkarır, doğru yoldan kayar. Felakete gider. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde mealen, (Kur'an-ı kerimde bildirilen misaller, çoklarını küfre sürükler, çoklarını da hidayete, doğru yola ulaştırır) buyurdu. (Bekara 26)

Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları mana doğrudur. Çünkü, bu manaları, Selef-i salihinin eserlerini inceleyerek elde etmişlerdir. Doğru bilgileri bizlere ulaştıran bunlardır. Kurtuluş yolunu, yanlış yollardan ayıran onlardır. Onların hidayet ışıkları olmasaydı, bizler doğru yolu bulamazdık. Doğruyu bozuk olanlardan ayırmasalardı, dalalete yuvarlanırdık. İslamiyet’i bozulmaktan koruyan onların çalışmasıdır. Onlara uyan kurtulur. Onlara uymayan sapıtır, herkesi de sapıtmaya çalışır.) [Mektubat, m. 286]

Mezheplere olan ihtiyaç

Bazıları, Hadislere değil, Kur'ana uymak gerekir diyor. Halbuki hadisler, Kur’andan ayrı değildir. Kuran-ı kerimin açıklamasıdır. Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]

(Peygamberin emrine uyun, yasak ettiklerinden sakının!) [Haşr 7]

(İndirdiğimi insanlara açıkla!) [Nahl 44]

Âlimler de, âyetleri açıklayıp Kur'an-ı kerimden hüküm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, (Sadece sana vahiy olunanları tebliğ et) derdi. Ayrıca açıklamasını emretmezdi. Resulullah, Kur'an-ı kerimde, kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'an-ı kerim kapalı kalırdı. Hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, rüku ve secdede okunacak tesbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekat nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Yani hiçbir âlim, bunları Kur'an-ı kerimden bulup çıkaramazdı. Bunları Peygamber efendimiz açıklamıştır. Mezhep imamları, hadis-i şerifleri açıklamasaydı, sünnet kapalı kalırdı. Sünneti, müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhepler meydana çıkmıştır.

Mezhep nedir? Bir müctehidin edille-i şeriyyeden elde ettiği bilgilere, o müctehidin mezhebi denir. Sahabelerin tamamı müctehid idi. Hepsinin de mezhebi vardı. Mezheplerden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Dört mezhep arasında amelle ilgili farklı ictihadlar, işlerimizi kolaylaştırmaktadır. Her Müslüman, durumuna göre, kendisine kolay gelen mezhebi seçer.

Bugün dört mezhepten birine uymak gerekir. Çünkü, Eshab-ı kiramın ve diğer müctehidlerin mezhepleri tam olarak bilinmiyor. Dört mezhep, tam bilindiği ve kitapları her yere yayılmış olduğu için, dört mezhepten birine uymak şarttır. Mezhepler rahmettir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Âlimlerin farklı ictihadları,
[mezheplere ayrılmaları] rahmettir.) [Beyheki]

(Âlimlere tabi olun!) [Deylemi]

(Ulema, enbiyanın vârisidir.) [Tirmizi]

Bir Müslüman, kendi mezhebine göre ibadet yaparken, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebe uyarak, bu işi kolayca yapar. Mesela Şafiiler, hacda kadına dokununca abdestleri bozulur. Bunun için Hanefi’yi taklit ederek haclarını yapıyorlar. Bu apaçık bir rahmettir.

Aynı yere giden dört yol

Aynı yere giden dört yol

Sual: 72 fırkanın hepsi de aynı yere yani Cennete gitmiyor mu? Hepsi birleşse daha iyi olmaz mı?

CEVAP
Bid’at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır. Dört mezhep, birbirlerinin doğru yolda olduğunu söyler ve birbirini severler. Bid’at fırkaları ise, müslümanları parçalamaktadır. Bu dört mezhebin birleştirilemeyeceğini, İslam âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, mezheplerin birleştirilmesini değil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece, İslam dinini kolaylaştırıyor.
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Ey iman edenler! Allah’ın dinine sarılın. Birbirinizden ayrılmayın!) [Al-i İmran 103]

Ebüssüud Efendi hazretleri burayı açıklarken, (Ehl-i kitabın parçalandığı gibi parçalanıp da doğru imandan ayrılmayın! Cahiliye zamanında birbirleriniz ile dövüştüğünüz gibi bölünmeyin!) buyurdu. Doğru yolun, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği iman olduğunu, Peygamberimiz haber verdi. O halde, Ehl-i sünnette birleşerek, kardeş olmaları, birbirini sevmeleri gerekir. Müslümanların bu birliğinden ayrılan, bu âyet-i kerimeye uymamış olur. Bu yolda birleşir, birer kardeş olduğumuzu bilip birbirimizi severek, dünyanın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyada rahata, huzura, ahirette de sonsuz saadete kavuşuruz. Düşmanlarımızın ve cahillerin ve sömürücülerin, kendi çıkarları için söyledikleri yalanlara aldanıp, bölünmemeye çok dikkat etmeliyiz!
(Hadika s. 696)

Allah’tan başkası için hayvan kesmek

Allah’tan başkası için hayvan kesmek

Vehhabi Feth-ül mecid kitabında diyor ki:
(Allah’tan başkası için hayvan kesmek haramdır. Keserken, bu ümmetin münafıklarının yıldızlara yaklaşmak için yaptıkları gibi, Besmele ile kesse bile, mürted olurlar. Kestiklerini yemek helal olmaz. Zemahşeri diyor ki, ev satın alınca, yahut yeniden yaptırınca, cin çarpmasın diye hayvan kesmek de böyledir.

İbrahim Meruzi diyor ki, sultan veya devlet adamları gelince, onlara yaklaşmak için hayvan kesmek haramdır. Çünkü, Allah’tan başkası için kesilmiş olur. Allah’tan başkası için yapılan adak hayvanları da haramdır. Ölüler için ve onlardan bereketlenmek için türbelere götürüp, türbe yakınlarındaki fakirlere dağıtılan yiyecek ve içecekleri de, Allah’tan başkası için nezir yapanlar ve putlar için, güneş, ay için, mezarlar için ve bunlar gibi adak yapanlar, Allah’tan başkası için yemin edenler gibi şirk yapıyorlar.

Her şeyi Allah yapar. Ölü bir şey yapamaz. Öyle inanmaları küfürdür. İbni Nüceym, Bahr kitabında diyor ki, bu sapıklıklar, bir put olan Ahmed Bedevi’nin türbesinde çoktur.)

CEVAP
Önce bu kitabın put dediği Ahmed bin Ali Bedevi’nin hayatını kısaca bildirmek uygun görüldü. Şemseddin Sami beğ, Kamus-ül’a’lam kitabında diyor ki:
(Ahmed Bedevi hazretleri, Evliyanın meşhurlarından ve şeriflerdendir. Yani Hazret-i Hasan’ın soyundandır. Büyük dedesi, Haccac’ın zulmünden, Fas’a kaçmıştı. Kendisi hicretin 596 [m. 1200] yılında Fas’da doğdu. Yedi yaşında iken, babası ve kardeşleri ile Mekke’ye geldi. Hicri 633‘de, gördüğü rüya üzerine Irak’a ve Şam’a gitti. Sonra, Mısır’da Tanta şehrinde yerleşti. Çok kerametleri görüldü. Yüksek bir Veli olduğu anlaşıldı. Şöhreti her tarafa yayıldı. Ziyaretçileri ve talebesi binleri aştı. Hicri 675 de Tanta’da vefat etti.)

Seyyid Davud bin Süleyman Bağdadi hazretleri, Eşedd-ül-cihad fi İbtal-i Da’vel-ictihad adındaki kitabında buyuruyor ki:
Allahü teâlâ için adak yapmak ve hayvan kesmek ve bunların etlerini fakirlere dağıtıp, sevaplarını Peygamberlere ve Evliyaya hediye etmek küfür, şirk olurmuş. Bunlara hemen cevap vermek lazımdır. Böyle söyleyenler mezhepsizdir. Bunlar, mezhep imamlarına, İslam âlimlerine uymuyorlar. Kendi kısa görüşleri ile, noksan akılları ile konuşuyorlar. Burada, önce onları red edeceğiz. Sonra İslam âlimlerinin bildirdiklerini yazacağız.

Bekara suresinin 270. âyet-i kerimesinde mealen, (Fakire verdiğiniz sadakaları ve yaptığınız nezirleri, Allahü teâlâ biliyor) ve Hac suresinin 29. âyetinde mealen, (Nezirlerini yerine getirsinler) buyuruldu. İnsan suresinin 7. âyetinde, (Onlar nezir ettiklerini yaparlar) buyurarak övmektedir.

Bu âyet-i kerimelerde, Allahü teâlâ, nezir edenleri bilirim diyor. Nezir edenleri övüyor. Nezirin, fakirlere nafaka olduğunu bildiriyor.

Resulullah efendimize sordular:
Bir erkek veya bir kadın, Mekke şehrinden başka bir yerde, deve kesmeyi nezir ediyor. Bu, cahiliyet zamanında, putların önünde kesilen deve gibi mi olur? Cevabında, (Hayır öyle olmaz, nezirini yerine getirsin! Allahü teâlâ, her yerde hazır ve nazırdır. Herkesin nasıl niyet ettiğini bilir) buyurdu.

[Allahü teâlâ mekandan münezzehtir. (Allahü teâlâ her yerde hazır ve nazırdır) ifadesi mecazdır. Yani zamansız ve mekansız hiç bir yerde olmayarak hazır ve nazır demektir. (Birgivi vasiyetnamesi şerhi)]

Bu hadis-i şerif, sapık sözlere cevap olarak yetişir. Allah rızası için kesilmesi nezir edilen hayvanı, salih kimselerin mezarları yanında keserek, etini orada bulunan fakirlere dağıtmak ve sevabını o salih kimsenin ruhuna bağışlamak caizdir. Bir zararı yoktur. Allah rızası için kesilmesi adak yapılan hayvan elbette kesilecektir. Bu hayvanı kesmek, bir ibadettir. Etini fakirlere dağıtmak da, ayrı bir ibadettir. Bu her iki ibadetin başka başka sevapları vardır.

Vehhabinin, ölüler için adak yapılmasını ve mezar yakınında, Allahü teâlâ için hayvan kesmesini, puta tapmaya benzetmesi, müslümanlara büyük iftiradır. Bu sözünü, âyet-i kerime ile ve hadis-i şerif ile ispat etmesi lazımdır. Adak için, böyle bir ispat yapamıyor. Kâfirler için, müşrikler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri müslümanlara bulaştırmaya kalkışıyor. Fıkıh âlimlerinin kitaplarında haram veya mekruh hatta caiz olduğu bildirilen şeyleri yazarak, küfürdür, şirktir, yaygarasını basıyor. Zaten, mezhep imamlarına, fıkıh âlimlerine kıymet vermiyor. Ehl-i sünneti aldatmak için, müslümanların gözünü boyamak için, işine gelen, çıkarına yarayan yerleri yazıyor. Halbuki, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden kendi anladığına uymaktadır. Bekara suresinin (Allah size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah’tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır) mealindeki 173. âyet-i kerimeyi ileri sürüyor. Hep bu âyet-i kerimeyi koz olarak kullanıyor. Allahü teâlâdan başka niyet ile hayvan kesen kâfir olur, müşrik olur diyor. Bunun sözüne göre, bütün müslümanlar kâfir olmaktadır. Çünkü İslam memleketlerinde her gün yemek için milyonlarca hayvan kesiliyor. Bunların hiçbiri Allahü teâlânın rızası için, ibadet olmak için değil, ticaret için veya yemek için kesilmektedir. Allahü teâlâdan başkası için hayvan kesen müşrik olur diyen kimse, bunlara da mı müşrik diyor?

Başka yerlerde keserek, sevabını ölülerin ruhuna göndermek caiz olur diyorlar. Onlara göre, bunun da küfür ve şirk olması lazım gelir. Bunları Allah için kesiyoruz, etini fakirlere dağıtıp sevabını ölülerimize bağışlıyoruz diyorlar. Onlara deriz ki, Peygamber için ve Evliya için diyerek de bu niyet ile kesilmektedir. Bunlar için hayvan kesenin niyetinin bozuk olduğunu nereden anlıyorsunuz? Herkesin niyetini yalnız Allahü teâlâ bilir ve Onun haber verdiği kimse bilir. Başka kimse bilemez. İleri sürdükleri, yukarıdaki âyet-i kerimedeki İhlal kelimesi, bağırarak söylemek demektir. Cahiliye zamanında, putlara tapanlar, hayvan keserken Lat için ve Uzza için diyerek bağırırlardı. Müslümanlar, Bismillahi veya Allahü ekber diyerek keser. Yahut ikisini de söyleyerek Bismillahi Allahüekber diyerek keserler. Müşrikler, Allah adı yerine putların ismini söylerlerdi. Haram olan budur.

Hac zamanında, Mina’da kesilen yüzbinlerle hayvanı toprak altında bırakmaları, açlara, muhtaçlara dağıtmamaları ihlal olmaktadır. Böyle yapanların müşrik, kâfir olmaları icap eder. Yemek için, mesela misafir için hayvan kesmek, ihlal olmaz. Çünkü, İbrahim aleyhisselamın sünnetidir. Yemek için hayvan kesmek ihlal olsaydı, müşriklerin ihlalini İbrahim aleyhisselam elbet yapmazdı.

Evliya için, yani Allahü teâlânın sevdiği kulları için hayvan kesmeyi adamakta üç niyet bir arada düşünülmektedir:
1- Hayvanı, Allahü teâlâ için kesmek.
2- Etini ve başka şeylerini fakirlere dağıtmak.
3- Her müslüman, hayvanını böyle adamaktadır. Böyle hayvan adamak, misafir için kesmekten daha iyidir. Çünkü, çok olur ki, misafir zengin olur. Sadaka alması caiz olmaz. Evet, devlet adamları ve sultan yahut beklenilen yolcu gelince, onlar için hayvan kesmek ve etini fakirlere dağıtmayıp, boş yere bırakmak, kâfirlerin putları için hayvan kesmesine benzemektedir. Bu da, Şafi’i mezhebinde haramdır.

Allame ibni Hacer-i Mekki’ye soruldu:
Diri olan Veli için nezir yapmak caiz midir? Nezir olunan şeyleri o Veliye veya herhangi bir fakire vermek lazım mıdır? Ölmüş olan Veli için nezir yapmak caiz midir? Nezir olunan malı Velinin çocuklarına ve akrabasına, yahut onun yolunda bulunanlara, talebesine, hizmetçilerine vermek lazım mıdır? Mezar üzerine kabir, duvar, parmaklık, sıva gibi şeyler yapmak için nezir sahih olur mu?
CEVAP
Diri olan Veli için adak yapmak sahihtir. Adak olunan malı ona vermek vaciptir. Başka hiçbir yere vermek caiz olmaz. Ölmüş olan Veli için nezir yapmaya gelince, mal meyyitin olsun diye niyet edilirse, nezir bâtıl olur, sahih olmaz. Başka bir hayır için mesela, çocuklarına, talebesine, türbesindeki veya başka yerdeki fakirlere vermeyi, yedirmeyi niyet ederse, adak sahih olur. Niyet ettiği şeyleri vermesi vacip olur. Adak sahibi hiçbir şey niyet etmedi ise, zamanındaki müslümanların âdetlerine bakılır. Hemen her müslüman, ölü için nezirim olsun diyerek, yazdığımız yerlerden birine vermeyi ve sevabını ölüye bağışlamayı düşünmektedir. Adak yapan da, bu yerleşmiş, kökleşmiş âdetleri bildiği için, onlar gibi nezir etmiş olur. Vakıfda olduğu gibi, neziri sahih olur. Vakıfda, şartlarını söylemese, yerleşmiş âdetlerdeki şartlara göre vakfetmiş sayılmaktadır. Mezarların yapılması, sıvanması için yapılan nezirler bâtıldır. Fakat imam-ı İzra’i ve Zerkeşi ve başkaları buyurdu ki, Peygamberlerin, Evliyanın ve âlimlerin mezarlarını ve yırtıcı hayvanların, hırsızların ve düşmanların açmasından korkulan mezarları korumak için üzerlerine duvar, parmaklık gibi şeyler yapmak caizdir. Böyle faydalı şeyleri adamak sahih ve caiz olur ve iyi olur. Bunlar için vasiyet yapmak da böyledir.

İbni Hacer-i Mekki’nin fetvası daha uzundur. Kitabımıza bu kadarı yetişir. Bu konuda Hayreddin-i Remli’nin de fetvaları vardır. Bu fetvaların aslı, imam-ı Rafi’inin Cürcan’daki kabri için yapılan adak üzerindeki yazılardır. İbni Hacer-i Mekki bunları Tuhfe kitabında ve fetvalarında uzun bildirmiştir. Şafi’i mezhebinde sözbirliği ile caizdir.

[İbni Abidin, nafile namazları anlatırken, (Nezir, bir şeyin husulüne mani olmaz) hadisini bildirerek, bundan, bir nafile namazı kılmadan önce, bunu şarta bağlı nezir etmenin yasak olduğu anlaşılıyor diyor. Çünkü nezir olunan namazın bir isteğe karşılık olmasını andırmaktadır. Buhari kitabını şerh edenler, bunun yasak olması, nezir olunan namazın, şart edilen şeyin hasıl olmasına tesir edeceğini sanan kimseler içindir dediler ise de, hadis-i şerif, nafilelerin mutlak nezir yapılarak kılınmasını da yasaklamaktadır diyor. Bundan anlaşılıyor ki, şarta bağlı yapılan nezir, ibadeti, şart edilen şeye karşılık yapmak değildir. Allahü teâlâya şükür olarak yapılmaktadır. Şükür secdesi yapmak gibidir. İbadet ile ve ibadetin sevabı hediye edilen salih kimsenin duası ile, Allahü teâlânın merhametini istemektedir.]

Maliki mezhebi âlimlerinden şeyh Halil’in (Muhtasar-ı Halil)i şerhinde diyor ki:
(Niyet ederek veya söyleyerek, Mekke’den başka bir yere, mesela Resulullahın veya bir Velinin kabrine, kesmek için deve, koyun gibi hayvan götürürse, bunları keser, etlerini fakirlere dağıtır. Bu kabirlere elbise, para, yemek gibi şeyler göndermek isterse, oradaki hizmet edenlere, zengin olsalar bile, dağıtmayı niyet etti ise, onlara gönderir. Eğer sevabını onlara bağışlamayı niyet etti ise, bunları kendi memleketinde fakirlere dağıtır. Hiçbir şey niyet etmedi ise, yahut niyetini bildirmeden kendisi öldü ise, memleketindeki âdete göre olur.)

Peygamberler ve Veliler için hayvan kesmeyi adamak, Allahü teâlânın rızası için keserek sevabını bunlara bağışlamak demektir. Hadis-i şerifte, (Allah’tan başkası için hayvan kesene Allah lanet eylesin) buyuruldu. İbni Teymiye’nin talebesi ibni Kayyım-i Cevziyye Kitab-ül-Kebair kitabında ve imam-ı Zehebi, Kebair kitabında ve ibni Hacer-i Mekki, Zevacir kitabında, bu hadis-i şerifi açıklıyorlar. Allahü teâlâdan başkası için kesmek demek, keserken, seyyidim, filan Veli için demektir diyorlar. Kâfirler de keserken putun ismini söyleyerek kesiyorlar. Allahü teâlânın ismi yerine başka isimler söyleyerek kesmek böyledir. İmam-ı Nevevi, Ravda kitabında diyor ki, (Beytullah olduğundan dolayı, Kâbe için diyerek kesmek ve Resulullah olduğundan dolayı, Peygamber için diyerek kesmek caizdir. Mekke’ye veya Kâbe’ye hediye göndermek de böyledir.)

Sultan veya devlet adamları gelince, onların gözüne girmek için hayvan kesmenin haram olduğunu yukarıda bildirmiştik. Bunlar geldiği zaman, sevinerek kesmek ve çocuğu dünyaya gelince, sevinerek kesmek veya kızmış birinin gönlünü almak için kesmek caizdir. Gönlünü almak başkadır, gözüne girmek başkadır. Put için kesmek, büsbütün başkadır. Cin için kesilen kurbanlara gelince, Allah için keserek, Allah’ın, böylece cinden korumasını düşünmek caizdir. Böyle düşünmeden kesmesi haramdır.

Görülüyor ki, İslam âlimleri, her şeyi cevaplandırmışlar, kimsenin bir şey söylemesine ihtiyaç bırakmamışlardır. Herkes aradığını kitaplarda bulmuşlardır. Bir ahmak ve cahil kimse ortaya çıkarak, müslümanları parçalamak, bölücülük yapmak ve İslam âlimlerini kötülemek ve hak yolunda çalışanları gözden düşürmek için, bozuk fikirler yayarsa, bunun sapık veya zındık olduğu anlaşılır. Aklı olan kimse, buna inanmaz ve aldanmaz. Deccal’ın askerleri gibi olanlar, ancak o ahmaka inanacaklardır. Her doğruya eğri, her güzele çirkin diyeceklerdir.
(Eşedd-ül-cihad)

Vehhabiler Hristiyan gibi inanıyor

Vehhabiler Hristiyan gibi inanıyor

Sual: Hristiyanlar da Vehhabiler gibi tanrı gökte diyorlar. Bu inanç İncillerde var mıdır?

CEVAP
Hazret-i İsa’nın, göğe çıkıp, Allah’ın sağına oturduğu ve Allahü teâlânın gökte olduğu inancı Hristiyanlığa sonradan sokulmuştur. Hristiyan İngilizler tarafından kurulan Vehhabi inanışına göre de tanrı gökte, Hazret-i Muhammed de sağ tarafında oturmaktadır. Kitabül-Arş isimli Vehhabi kitabında, “Allah Arş’ın üzerinde oturur, yanında Resulullaha da yer bırakır” deniyor. Hristiyanlarla Vehhabiliğin bu konuda da birbirine benzemesi tesadüf değildir. Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi “Allah mekandan münezzeh” buyuruyor.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, zamanlı, mekanlı, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, yönleri O yaratmıştır. Cahiller, Onu Arş’ın üstünde veya yukarıda gökte sanır. Arşı da, yukarısını da, aşağısını da O yaratmıştır. Sonradan yaratılan bir şey, kadim [ezeli] olana yer olamaz. Allah, madde, cisim ve hâl değildir. Benzeri, ortağı, zıddı yoktur. Bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Hatıra gelen her şey yanlıştır. O kâinatın ne içinde, ne de dışındadır. İçinde, dışında olmak, var olan iki şey arasında düşünülür. Halbuki kâinat, hayal mertebesinde yaratılmıştır. Hayal mertebesindeki âlemin devamlı var görünmesi, Allahü teâlânın kudreti ile oluyor. (c.2, m.67)

Bir filmdeki cansız resimler, aynen canlı gibi hareket etmektedir. Bir kimse hayal kursa, hayalinde çeşitli işler yapsa, (Bu kimse, hayalinin içindedir, dışındadır) denemez. Çünkü hayal gerçek değildir. Rüya da hayale benzer. Rüya gören kimse, rüyasının ne sağındadır, ne solundadır. Rüyasında gözsüz görür, kulaksız işitir, dilsiz konuşur, yer, içer, hatta rüyasında rüya bile görür. Allahü teâlânın kudreti ile hep devam etse, insan rüyayı gerçek bilir, rüyadan başka hayat yok zanneder. Bu dünya hayatı da bir rüyadan ibarettir. Demek ki; kâinat hayal mertebesinde yaratıldığı için bize var gibi görünmektedir. Ezeli ve ebedi var olan yalnız Allahü teâlâdır. O halde, Allah, hayal olan bu kâinatın içinde, dışında denemez. (Mektubat-ı Rabbani – Sefer-i Ahiret Risalesi)

Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Her varlık, Arş’ın altındadır. Arş ise, Onun kudreti, kuvveti altındadır. O, Arş’ın üstündedir. Fakat bu, Arş Onu taşıyor demek değildir. Arş, Onun lütfu ve kudreti ile vardır. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl ise, şimdi hep öyledir. Arş’ı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedi sonsuz geleceklerde de, hep öyledir. Onda değişiklik olmaz.

İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
(Allahü teâlâ, mekandan münezzehtir. Ehl-i bâtıl, istiva, vech, yed gibi kelimeleri tevil etmedikleri için sapıtmışlardır. Allah’ın, Arşı istiva etmesi, Arşı hükmü altına alması demektir. “Hükümdar, Irak’ı kansız olarak istiva etti” demek, “Irak’ı kansız olarak ele geçirdi” demektir. Bu sapıklıklarına da “Selefin yolu” diyerek selef-i salihine, [Eshaba ve Tabiine] iftira ediyorlar. Yedullahtaki yed kelimesini el gibi düşünmemeli. Mesela “Falanca şehir, filanca valinin elinde” denilince, o şehrin valinin elinin içinde değil, onun idaresi altında olduğu anlaşılır. İstiva, vech gibi kelimeler böyle tevil edilir.) [İlcam-ül-avam]

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, zamanlı ve mekanlı olmadığı için, hazır ve nazırdır sözü mecazdır. Yani zamansız ve mekansız [hiçbir yerde olmayarak] hazırdır [bulunur] ve nazırdır [görür] demektir. Allahü teâlânın bütün sıfatları zamansız ve mekansız olduğu gibi, hazır ve nazır olması da, zaman ile ve mekan ile değildir.
(Seadet-i Ebediyye)

Filtrele

Geri