Yanlış düşünenlere cevaplar

Yanlış düşünenlere cevaplar

İbni Teymiyeci diyor ki: İbni Kayyım en-Nuniyye şiirinde Allah Arş’a oturdu diye açıklıyor.

CEVAP
İbni Kayyım, İbni Teymiye’nin talebesidir. Onun açıklaması ölçü olamaz. Çünkü hocasının mücessimeden olduğunu Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyor. Dört mezhep imamı ne demiş? İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbani ne demiş? Bunlar önemli. Hepsi de Allah mekandan münezzeh diyor. Bunu önceki maddede açıklamıştık.

İbni Teymiyeci diyor ki: “Ehl-i sünnet vel cemaate göre yüce Allah’ın kendi zatı hakkında haber verdiği şekilde Arş’ı, üzerinde yüce zatının bildiği bir keyfiyet ile yarattıklarından ayrı olmak üzere istiva etmiştir. Nitekim imam Malik ve başkaları da, istiva haktır, ancak keyfiyeti meçhuldür (nasıllığı bilinemez.) Ehl-i sünnet vel cemaat, Onun Arş’ın üzerinde oluşu herhangi bir mahlukun, bir başka mahlukun üzerinde oluşu gibidir, demiyor. Burada ve Allah’ın diğer sıfatlarında da uydukları kaide şudur: Onun benzeri hiçbir şey yoktur ve o her şeyi işitendir, görendir. (Şura 11)”
CEVAP
Şu açıklaması bile, kendisini tezada düşürüyor. Madem, Allahü teâlâ insanlara hiç benzemiyor, Onun benzeri yoktur. O halde nasıl, Allah Arş’ta oturuyor denebilir? İstiva, insanların oturması gibi nasıl kabul edilebilir? Kendisi de itiraf ediyor ki, Ehl-i sünnet âlimleri, (İstiva haktır, keyfiyeti meçhuldür, yani nasıl olduğu bilinmez) dedi. Peki, meçhul olan, bilinmeyen şey hakkında nasıl kesin konuşulabilir? İbni Teymiye, bu meçhulleri, bilinmeyenleri kesin olarak söylüyor, Allah oturur, yürür, iner çıkar diyerek mücessime fırkasından olduğunu gizlemiyor. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimleri ona kâfir demiştir. İmam-ı Gazali hazretleri istiva ve yed kelimelerini şöyle açıklıyor: (Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir. İstiva demek, Arş’a hükümran olması, Arş’ı hükmü altına alması demektir. “Hükümdar, Irak’ı kansız olarak istiva etti” demek, “Irak’ı kansız olarak ele geçirdi” demektir. Yedullah ifadesindeki yed kelimesini el gibi düşünmemelidir. Mesela “Falanca şehir, filanca valinin elinde” denilince, o şehrin valinin elinin içinde değil, onun idaresi altında olduğu anlaşılır. İstiva, Vech gibi kelimeler böyle tevil edilir.) [İlcam-ül-avam]

İbni Teymiyeci, Bektaşinin yaptığı gibi, Hadid suresinin dördüncü âyetinin yarısını almış, Nerede olsanız, O sizinle beraberdir kısmını gizleyerek şöyle yazmıştır:
(O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arş’a istiva edendir.) [Hadid 4]

Halbuki âyet tam olarak Vehhabi mealine göre şöyledir:
(O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istiva edendir. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.) [Hadid 4]

Diyanetin mealinde ise, (Arş’a istiva eden) yerine (Arş’a hükmeden) denmiş. Doğrusu da budur. Vehhabi meali de yanlış değildir. Ama istivayı, Arş’ta oturuyor gibi tevil etmek yanlıştır. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir kısmı da tevil edilmezse, hâşâ Allah her yerde herkesle beraber anlaşılır. Ehl-i sünnet âlimleri Allah mekandan münezzeh diye açıklamışlardır. İbni Teymiyeci de, âyetin bu kısmını, tevil ediyor da, ilk kısmını tevil etmiyor. Halbuki âyet müteşabihtir, tevili gerekir.

İbni Teymiyeci âyetleri değiştiriyor

İbni Teymiyeci âyetleri değiştiriyor

Denize düşen, yılana sarılır. İbni Teymiyeci de yalana sarılıyor. Bir âyeti şöyle değiştirmiş: (Allah semadan bütün dünya işlerini idare eder.) [Secde 5]

CEVAP
Vehhabi meali bile şöyle diyor: (Allah, gökten yere kadar her işi yönetir.) [Secde 5]

İbni Teymiyeci, gökten yere kadar olanları idare etmeyi, gökten idare diye değiştiriyor. Bir âyeti de şöyle değiştirmiş: (Üstlerindeki Rablerinden korkarlar.) [Nahl 50]

Halbuki Diyanet’in mealinde şöyle deniyor:
(Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar.) [Nahl 50]

Rablerinden korkan kim? Âyette geçen fevk ne demek? Fevk, rütbesi üstün demektir. Peygamberler insanların fevkindedir. Allah ise peygamberlerin de, meleklerin de fevkindedir. H. Basri Çantay, (Kahir ve hakim olan Rablerinden korkarlar) diyor. Muteber tefsirlerde ise şöyle deniyor: Kendi güçlerinin üstünde olan Rablerinin gücünden korkarlar; çünkü helak edici azap gökten iner. Melekler, yeryüzünden yukarıda olmalarına rağmen korktuklarına göre yerdekilerin daha önce korkması lazım gelir. Burada meleklerin olduğunun delili, âyetteki (emrolundukları şeyleri yaparlar) ifadesidir. Meleklerin hepsi emre uyar, insanların hepsi emrolunana uymazlar. (Kurtubi)

İbni Teymiyeci gökteki Allah diyerek şu âyeti de yazmış: (Göktekinin sizi yere geçirmesinden, taş yağmuruna tutmasından emin mi oldunuz?) [Mülk 16,17]
CEVAP
Göktekinin kim olduğunu açıklamadan önce, şunu bildirelim. Nasıl Amerika ile Türkiye birbirinden farklı yer ise, dünya ile gök, gök ile Arş birbirinden çok farklıdır. Yedi kat sema vardır. Hepsinin üstünde Arş vardır. Hâşâ Allah Arş’ta ise, gökte demek doğru olur mu? Gökte denirse o zaman Arş’ta denir mi? Aralarında muazzam uzaklık vardır. Dünya, gezegenlere göre bile çok küçüktür. Hele göklere göre nokta bile değildir. Gökte olan bir şey, yerde niye olmasın ki? Bu tam bir tenakuzdur. Âyette bahsedilen gökteki kelimesi için Vehhabi meali bile Ehl-i sünnete uygun olarak diyor ki:
(Âlemin tedbiri ile görevli olan meleklere, işaret bulunduğu belirtilmekle beraber, asıl fiili yaratan ve cezayı veren cenab-ı Allah’tır. Her şey onun izni ve emri ile meydana gelmektedir.) [S. 562]
İmam-ı Beydavi ise, (Sizi yere batıracak veya sizi taş yağmuruna tutacak olan Allah’ın bu âlemin tedbirine müvekkel kıldığı melekten emin misiniz?) diye açıklıyor.

Canımızı ölüm meleği Hazret-i Azrail aldığı halde, âyette buyuruluyor ki:
(Allah, ölümüne hükmettiği kimselerin canını alır.) [Zümer 42]

Allahü teâlâ, bu işi müvekkel kıldığı ölüm meleği ile yapar. İşte âyet meali:
(Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor.) [Secde 11]

Canımızı alan da, gökten taş yağdıracak olan da Allah’tır. Ama bunu meleklerine yaptırır. Görüldüğü gibi göktekine Allah demek ne kadar yanlıştır.

İbni Teymiyeci, Firavun’a da sarılarak şu âyeti yazmış:
(Firavun, Ey Haman, bana yüksek bir kule yap; belki göklerin yollarına erişirim de Musa’nın Tanrısı’nı görürüm! Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum, dedi. Böylece Firavun’a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı tamamen boşa çıktı.) [Mümin 36/37]

CEVAP
Firavun’un Allah’ı gökte sanması bir delil mi? Hem âyette, Firavun’un yaptığına kötü iş, yanlış iş deniyor. Yani Onun zannettiği gibi Allah gökte değil deniyor. Görüldüğü gibi İbni Teymiyecinin delil getirdiği âyetlerin hiç birinde Allah gökte denmiyor. Gökte diyenin kâfir olacağını Ehl-i sünnet âlimleri açıkça bildiriyor. Bu âlimler, o âyetleri bilmiyor muydu da, Allah’a mekan ittihaz edenleri tekfir eylediler?

Onun eşi benzeri olmaz

Onun eşi benzeri olmaz

Feraid-ül fevaid kitabında diyor ki:

Allahü teâlânın zâti sıfatları altıdır:

1-
Vücud: Ezelden ebede kadar vardır.
2- Kıdem: Varlığının öncesi yoktur, ezelidir.
3- Beka: Varlığının sonu yoktur, ebedidir.
4- Vahdaniyet: Eşi, benzeri ve ortağı yoktur.
5- Kıyam bi-nefsihi: Mekana muhtaç değildir. Madde, mekan yok iken de, o vardı.
6- Muhalefetün lilhavadis: Yarattıklarına yani hiçbir mahluka benzemez.

Allahü teâlânın sübuti sıfatları ise sekizdir:

1-
Hayat: Diridir, hayattadır.
2- İlim: Her şeyi bilicidir.
3- Sem: Her şeyi işiticidir.
4- Basar: Her şeyi görücüdür.
5- Kudret: Her şeye gücü yeter.
6- İrade: Dilediğini yapıcıdır.
7- Kelam: Konuşur.
8- Tekvin: Yaratıcıdır.

Bu sıfatlar Kur’an-ı kerimde de bildirilmiştir. Allahü teâlâ hiçbir mahluka benzemez. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Leyse kemislihi şeyün [Onun benzeri hiçbir şey yoktur].) [Şura 11]

Allahü teâlâ, noksan sıfatlardan münezzehtir, sıfatlarının hepsi kâmildir. Zaten Sübhaneke; Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatlar ile tavsif ederim demektir. Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Sübhanekellahümme [Allah’ım, Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatlar ile tavsif ederim].) [Yunus 10]

Âyetlerde geçen Sübhanallah, Sübhanehü, sübhanellezi gibi kelimeler. Allah’ın hiçbir noksanı olmadığını, her bakımdan tam mükemmel olduğunu bildirir.

Bir kimse, Allah, oturur, iner çıkar, yürür, eli ayağı vardır derse, Allah’ın bir şeylere muhtaç olduğunu söyleyerek insanlara benzetmiş olur. Müteşabih olan istiva kelimesi, oturmak anlamında kullanılırsa, hâşâ Allah’a noksan sıfat izafe edilmiş olur. Arş’a oturdu demekle de, ikinci bir noksan sıfat daha verilmiş olur. Allah’ın mekana ve oturmaya ihtiyacı olur mu? O yarattıklarına nasıl benzer?

Allah’ı bir mahluk gibi bildiren âyet ve hadisler var. Bunlar müteşabihtir, hiç yorum yapmadan öylece kabul edilir. Allahü teâlânın sıfatlarına aykırı olarak tevil etmek asla caiz olmaz. Nitekim Kur’an-ı kerimde bildiriliyor ki:
(Müteşabih âyetleri, kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak için, kendilerine göre yorumlamaya çalışırlar. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. Ulema-i rasihin, ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındadır, derler. Bu inceliği ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.) [Al-i imran 7] (Mevduat-ül-ulum ve Mektubat-ı Rabbani gibi eserlerde müteşabihatı ulema-i rasihin de anlar buyuruluyor.]

Müteşabih bir âyet olan istiva kelimesini oturdu diye yanlış tevil edenlerin kalblerinde eğrilik olduğunu bu âyet-i kerime açıkça bildirmektedir. Allah’ı Arş’a ve oturmaya muhtaç sanmak küfürdür. Hadis-i şerifte de, (Allahü teâlâ her türlü noksandan münezzehtir) buyuruluyor. (Müslim)

Gökleri altı günde yaratmasının hikmetini bilmeyiz. Bir anda da yaratırdı. Çünkü Allahü teâlâ, Ol dediği zaman oluverir. Kur’an-ı kerimde bunu açıkça bildiriyor:

Allah bir şeyin olmasını isterse, kün feyekün [OL] der, o da hemen oluverir. Kün feyekün geçen âyetler. (Bekara 117, Al-i imran 47, Enam 73, Nahl 40, Meryem 35, Yasin 82, Mümin 68)

Müteşabih nasların keyfiyeti bilinmez

Müteşabih nasların keyfiyeti bilinmez

Müteşabih olan âyetlerden üçünün meali şöyledir:
(Kıyamet günü bütün yeryüzü Allah’ın kabzasındadır [avcundadır]. Gökler Onun sağ eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin şirkinden yüce ve münezzehtir.) [Zümer 67]

(Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır
[sıkıdır] dediler. Hayır, Allah’ın iki eli de açıktır.) [Maide 64]

(Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.) [Fetih 10]

Bu üç âyette bildirilen el, insan eli gibi bir el sanılır. Halbuki Allahü teâlâ hiçbir mahluka benzemez. O halde selefi salihin [sahabe, tâbiin ve tebe-i tâbiin] gibi, (Yedullah’ın ve diğer müteşabih ifadelerin keyfiyetini Allah bilir) demek gerekir. Bekara suresinin, (Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır) mealindeki 115. âyetinde, vech kelimesi yüz olarak yazılırsa, Allahü teâlânın bir mahluk gibi yüzü olduğu anlaşılabilir. Vecihten kasıt nedir bilinmez. Nur suresinin, (Allah yerin ve göklerin nurudur) mealindeki 35. âyetinden Allah nur sanılır. Halbuki nur yaratıktır. Bunun da keyfiyeti meçhuldür. Esas konumuzu teşkil eden âyet ise şudur:
(O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istiva edendir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.) [Hadid 4]

Allahü teâlâ için yaratmak zor değildir, yaratması için altı güne ihtiyacı olmaz. Ol derse hemen olur. Kün feyekün âyetleri de bunu göstermektedir. Altı günde yarattığına inanırız, fakat keyfiyeti meçhuldür deriz. Bazı âlimler günden maksat devirdir demişlerdir. Gökleri yarattıktan sonra Arş’a istiva ettiği bildiriliyor. Arş’a istiva ettiğine inanırız ama keyfiyetini bilemeyiz. İbni Teymiyeciler gibi Arş’ta oturuyor demeyiz. Çünkü böyle söylemek onu mahlukata benzetmek olacağı için küfürdür. Âyetin sonunda ise, (Nerede olursanız olun, sizinle beraberdir) buyuruluyor. İbni Teymiyeci, bu âyeti tevil ediyor da ötekini tevil etmiyor. Bu da, bir kimsenin bir kimse ile beraber olması gibi elbette değildir. O zaman mahluka benzemiş olur. Allah her yerde demek de, mekan isnat edildiği için küfürdür. Bir hadis-i şerifte, (Allah her yerde hazır ve nazırdır) buyuruluyor. Halbuki Allah mekandan münezzehtir. O halde, (Allah her yerde hazır ve nazırdır) ifadesi mecazdır. Yani zamansız ve mekansız hiçbir yerde olmayarak hazır ve nazır demektir. (Eşedd-ül-cihad)

Vehhabiler, müteşabih âyet ve hadislere veya zahir ifadelere bakarak, (amel imandan parçadır) diyorlar. Günah işleyene mesela içki içene veya namaz kılmayana kâfir diyorlar. (Şu günahı işleyen Cennete giremez veya mümin değildir) demek, (O günahtan tevbe edilmezse, af veya şefaate uğramazsa, günahının cezasını çekmeden Cennete girmez) demektir. Çünkü zerre kadar imanı olan Cennete girecektir. Günah ile, imansızlık ayrı şeylerdir. (Hadika)

Tevilsiz yanlış anlaşılacak bazı hadisler:
(Allahü teâlâ, gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamette, yedi sınıf insanı kendi gölgesinde gölgelendirir.) [Buhari] (Burada gölge himaye demektir.)

(Sultan, yerde Allah’ın gölgesidir.)
[Taberani] (Müslüman sultan yetkilidir.)

(Allahü teâlâ gece sabaha doğru yer semasına iner.) [Buhari] (Rahmeti iner.)

(Üç sınıf kimseye, Allahü teâlâ güler.)
[Taberani] (Gülmek razı olmaktır.)

(Cennet kılıçların gölgesi altındadır.) [Müslim] (Cihad eden mümin Cennete gider.)

(Cennet anaların ayakları altındadır.) [Müslim] (Cennet müslüman ana babanın rızasındadır.)

(Namazı kasden terk eden kâfirdir.)
[Taberani] (Namazın farz olduğuna inanıp, tembellikle kılmayana kâfir denmez.)

(Mümin, zina ederken, şarap içerken ve hırsızlık ederken mümin değildir.)
[Müslim] (Bunlar bu halde iken kâmil mümin değildir.)

Müteşabih naslar
Sual:
Yed, vech, istiva, nüzul gibi kelimeler için keyfiyetini bilmeyiz ama, Allahın eli vardır, yüzü vardır, oturur, iner çıkar demekte bir sakınca var mıdır? İnsan görüp işitiyor, Allah da görüyor, insanın eli olduğu gibi Allahın da eli vardır, ama Onunkinin keyfiyetini bilemeyiz demekte mahzur var mıdır?
CEVAP
Bu müşebbihe fırkasının inancıdır. Bu, Allahı mahlukata [yaratıklara] benzetmek olur. Yaratan yaratıklara asla benzemez El yüz, bir organı hatırlatır. Bir hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ, hatıra gelen her şeyden uzaktır.) [Diya-ül kulüb]

Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Leyse kemislihi şey’ün [Onun benzeri hiçbir şey yoktur, O hiçbir şeye benzemez.]) [Şura 11]

Eli ayağı var, kalbi var, gözü kulağı var demek Onu bir şeye, yaratıklara benzetmek olur. O, hatırımıza gelen her şeyden münezzehtir.

(Tatarhaniyye)
fetva kitabında, (Milel ve Nihal) kitabında ve bütün Ehl-i sünnet kitaplarında (Mücessime) ve (Müşebbihe) fırkalarının, (Allah, Arş üzerinde oturur, iner, yürür, eli vardır) gibi şeyler söylediklerinden dolayı kâfir oldukları yazılıdır.

Allahü teâlânın görmesi göz ile değildir, işitmesi kulak ile değildir. Kur’an-ı kerimde geçen Yedullah kelimesindeki yed, hiçbir zaman organ olan el anlamında değildir. Vech, yüz anlamında değildir. İstiva da oturmak anlamında değildir. İstiva, sahip olmak, malik olmak, emri altında olmak demektir. Diğerleri de böyledir. Selefi salihin denilen eski âlimler, (Allahın eli vardır ama bilmeyiz) dememişler, (Yedullah’ın ve diğer müteşabihlerin keyfiyetini Allah bilir) demişlerdir.

Selefi denilen kimseler, selefi salihin gibi söylemiyorlar, (Keyfiyetini bilmeyiz ama Allah’ın eli vardır) diyorlar. Selefi salihin böyle söylemiyor. (Yedullahın keyfiyetini bilemeyiz) diyor. Aradaki farkı anlamalı, küfre düşürücü benzetmelerden uzak durmalıdır.

Allahü teala mekandan münezzehtir

Allahü teala mekandan münezzehtir

Selefi genç diyor ki: Mülk suresinin, (Göktekinin sizi yere geçirmesinden, taş yağmuruna tutmasından emin mi oldunuz?) mealindeki 16. ve 17. âyetleri, Allah’ın gökte olduğuna kesin delildir. Bunun için Allah mekandan münezzeh demek yanlıştır.

CEVAP
Bizi yere geçirecek, taş yağmuruna tutabilecek olan elbette Allahü teâlâdır. Ancak burada gökteki ifadesinden oradakinin Allah olduğunu söylemek yanlış olur. Mesela Boğaz köprüsü Demirel’in, Fatih köprüsü ise Özal’ın eseridir cümlesinden, bu köprüleri bizzat yapanların Demirel ve Özal olduğu anlaşılmaz. Başkaları yapmıştır, ama bunlar yaptırdığı için onlara nispet edilmiştir. Canları alan da Allahü teâlâdır. Fakat Azrail aleyhisselam vasıtası ile aldırır. Bize taş yağdıracak olan da Allah’tır. Fakat bunu bir melek vasıtası ile yapar. Bunun için gökteki denmiştir. Yani gökteki görevli melek demektir. İmam-ı Beydavi de, (Sizi yere batıracak veya sizi taş yağmuruna tutacak olan Allah’ın bu âlemin tedbirine vekil ettiği melekten emin misiniz?) diye açıklıyor.

Genç diyor ki:
Taha suresinin (Rahman, Arşa istiva etmiştir) mealindeki 5. âyeti de açıkça Allah’ın Arşta oturduğunu göstermektedir. Onda değişiklik olmaz. Hep orada oturur. Selef âlimleri bu âyeti tevil etmemiş, aynen kabul etmiştir. Tevil etmek Kur’ana aykırıdır.
CEVAP
Asıl tevil eden sensin. İstivaya, oturmak anlamı vermek tevildir. Selef âlimleri, (İstiva vardır, keyfiyetini bilemeyiz) buyurmuşlardır. Allah’a oturur demek, onu mahluka, insana benzetmek olur. O hiçbir şeye benzetilemez. Kur’an-ı kerimde, (Onun benzeri hiçbir şey yoktur) buyuruluyor. (Şura 11) [Görüldüğü gibi, onu bir şeye benzetmek bu âyete aykırı bir tevil olur.]
Yine Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah Arşa istiva edendir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.) [Hadid 4]

(Doğu da batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır.) [Bekara115]

(Allah her şeyi kuşatmıştır.) [Nisa 126]

Eğer bu âyetler tevil edilmezse, Allah hem Arşta, hem de her yerde olduğu anlaşılır. Onun için halef âlimler, cahillerin yanlış anlamaması için tevil etmek zorunda kalmışlardır.

Genç diyor ki:
(Allah göktedir, Allah yer semasına inip kulların amelini seyreder) hadislerine ne diyeceksiniz? Bu hadisler açıkça Allah’ın gökte olduğunu göstermiyor mu?

CEVAP
Yukarıdaki sözlerinle bu, tezat [çelişki] içindedir. Allah Arşta ise gökte olmaz. Sonra gök bir tane değildir. Kur’an-ı kerimde göklerin yedi kat olduğu bildirilir. Birinci kat, ikinci katın yanında nokta kadardır. İkinci kat, üçüncü katın yanında da böyledir. Her kat böyledir. En üstünde Arş vardır.
Ehl-i sünnet âlimleri, istivayı, Allah Arşa hükmeder diye açıklamışlardır. Peki Allah Arşın hakimi de göklerin ve yerin hakimi değil midir? Hepsine hükmetmez mi? Niye sadece Arşa istiva etti denmiştir de, göklere de istiva etti denmemiştir? Bunu bir örnekle açıklarsak kolay anlaşılır. Türkiye başbakandan sorulur demek, İstanbul, İzmir sorulmaz demek değildir. İstanbul, valinin elinde denince, ayrıca Beşiktaş ve Fatih’i de söylemek gerekmez. Arş da, yer ve göklerden büyük olduğu için sadece Arş denmiştir. Ancak yine cahiller yanlış anlamasın diye hepsi de bildirilerek şöyle buyurulmuştur:
(Göklerin, yerin ve Arşın Rabbi olan Allah onların vasıflandırdıklarından münezzehtir.) [Zuhruf 82]

Müteşabih âyetleri tevil etmek

Müteşabih âyetleri tevil etmek

Selefi genç diyor ki:
Allah Arşta istiva etmiştir, hep orada oturmaktadır, onda hiç değişiklik olmaz. Âyetler tevil edilmez aynen anlaşıldığı gibi söylenir.

CEVAP
Gencin Allah’ta değişiklik olmaz demesi doğrudur. Ama bu onun oturma görüşünün yanlış olduğunu gösterir. Hâşâ Allah Arşta oturuyorsa, onda değişiklik olmayacağına göre hep orada oturuyor demektir. Ama birçok âyetin zahir manalarına göre, Allah’ın yerde, gökte ve kâinatın dışında olduğu da anlaşılıyor. Böyle olunca, Arşta olmadığı da anlaşılıyor. Şu âyetlere bakalım:
(O, göklerde ve yerde tek Allah’tır.) [Enam 3]

(O gökte ilahtır, yerde ilahtır. [veya gökteki ilah da, yerdeki ilah da Odur.]) [Zuhruf 84]

Bu âyetlerden, hâşâ Allah’ın hem yerde ve hem de gökte olduğu anlaşılabilir. Böyle inanmak ise küfürdür.

(O her şeyi kuşatmıştır.)
[Fussilet 54]
Bu âyetten de hâşâ, Allah’ın, kâinatın dışında olup her şeyi kuşattığı anlaşılıyor. Bu da küfürdür.

(Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde ışık bulunan bir kandile benzer. O ışık bir cam fanus içindedir, fanus ise, inciye benzer parlak bir yıldız gibidir. Doğuya da batıya da nispet edilmeyen mübarek ağacın zeytininden çıkan yağ ile tutuşturulur. Bu yağ ateş değmese de ışık verecek aydınlıktadır. Bu nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara böyle temsiller getirir. O, her şeyi bilir.)
[Nur 35]
Bu âyette de hâşâ Allah’ın bir nur olduğu gökleri de yeri de aydınlattığı anlaşılıyor. Bir selefi de (Allah nur olduğuna göre, her yeri aydınlatıyor ve her yerdedir) demişti. Böyle bilmek de küfürdür.

Bu âyetler tefsirlerde açıklanmıştır. Açıklamasız âyetleri okumak bu bakımdan da çok yanlış olur. Bu âyetler, gencin dediği gibi tevil etmeden, açıklamadan olduğu gibi anlaşılırsa, hâşâ Allah’ın hem yerde, hem gökte, hem Arş’ta, hem kâinatın dışında hem bir nur, bir ışık olduğu da anlaşılır. Gencin Arş’ta devamlı duruyor demesi bu âyetlere zıttır. Arş yaratılmadan önce hâşâ Allah nerede duruyordu? Oturmak, yorgunluk ve acizlik değil midir? Hâşâ Allah aciz denir mi?

Müteşabih âyetler tevil edilmez, keyfiyetini Allah bilir denir. Yanlış anlaşılmaması için mana verilecekse görülen manası verilmez. Şu âyetlere de bakalım:
(Kıyamet günü yeryüzü Allah’ın avucunda olur, gökler de sağ eliyle dürülür.) [Zümer 67]

(Allah'ın eli onların elleri üzerindedir.) [Fetih 10]

Şura suresinin 11. âyetinde (O hiçbir şeye benzemez) buyuruluyor. Hâşâ Allah’ın avucu ve eli denince insana benzetilmiş olur. O hiçbir şeye benzemez âyetine göre onu insana benzeten, Arşta insan gibi oturuyor diyen kâfir olur.
(İsa, Allah’ın resulü ve Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve ondan bir Ruhtur.) [Nisa 171]

(Meryem’e ruhumuzdan üfledik.) [Tahrim 12]

(Âdem’e şekil verip ruhumdan üflediğim zaman, secdeye kapanın.) [Hicr 29]

Bu âyetlerden de, hâşâ Hazret-i İsa’nın ve Hazret-i Adem’in Allah’ın ruhundan bir parça olduğu ve Allah’ın da insan gibi ruhu olduğu anlaşılabilir. Onun için Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde müteşabih âyetlerin keyfiyetini bilmeyiz demelidir.

Kanadını germek
Sual:
(Kur’anda birkaç âyette, Peygamberimize, (Müminlere kanadını indir) buyuruluyor. Bu âyetten Peygamberimizin tek veya iki kanadı olduğu anlaşılamayacağı gibi, (Allah'ın eli sıkı değildir) âyetinden de, Allah'ın eli olduğu anlaşılamaz) sözü doğru mudur?
CEVAP
Elbette doğrudur. (Kanadını indir!) veya (Kanadını ger!) tâbiri Arapların da, kullandığı bir tâbir ki, Allahü teâlâ, onların anladığı dille söylüyor. Tavuklar, civcivlerini, kuşlar yavrularını kanatları altına alıp onları korumaya çalışırlar. (Kanadını indir, kanadını ger!) tâbirleri (Onları koru!) anlamındadır. Resulullah efendimiz, müminleri sonsuz azaptan korumaya çalışmıştır.

Kanat gibi, el tâbiri de bir deyimdir. Kanadın hakiki kanatla ilgisi olmadığı gibi, elin de hakiki el ile hiçbir alakası yoktur. (İstanbul valinin elindedir) demek avucunun içinde demek değil, onun kuvveti altındadır demektir. (Falanca dünyayı parmağıyla döndürür) demek de böyledir, parmakla ilgisi yoktur. (Her şey Allah'ın elinde) demek de böyledir. Yani her şey onun kudreti altındadır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Allah'ın eli [yardımı] onların [biat edenlerin] ellerinin [yardımlarının] üzerindedir.) [Fetih 10]

Allah'ın eli var diyen Selefiler, çok büyük bir yanlış içine giriyorlar. Allah'ı cisim şekline sokmuş oluyorlar. Bu ise küfürdür. Çünkü Allahü teâlâ hiçbir şeye benzemez. Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
(O hiçbir şeye benzemez.) [Şura 11]

Selefiler, (Mahiyetini bilmediğimiz bir el) deseler de, neticede yine eli var demiş oluyorlar. Bu yanlışlık, deyimleri gerçek manada anlamalarından kaynaklanmaktadır.

Arş da sonradan yaratıldı

Arş da sonradan yaratıldı

Hristiyan taraftarı görünen Yahudiler, Hazret-i İsa’nın, göğe çıkıp, Allah’ın sağına oturduğu ve Allahü teâlânın gökte olduğu inancını Hristiyanlığa sokmuşlardır. Hristiyan İngilizler tarafından uydurulan selefi inanışına göre de tanrı gökte, Hazret-i Muhammed de sağ tarafında oturmaktadır.

Kitabül-Arş isimli kitapta, “Allah Arşa oturur, yanında Resulullaha da yer bırakır” deniyor. Hristiyanlarla selefilerin böyle konularda birbirine benzemesi tesadüf değildir. Yahudiler Hristiyanlığı bozdukları gibi, Hristiyanlar da Müslümanlığı bozmaya uğraşıyorlar. İstisnasız Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi “Allah mekandan münezzeh” buyuruyor.

İmam-ı Gazali
hazretleri buyuruyor ki:
Ehl-i bâtıl, istiva, vech, yed gibi kelimeleri tevil etmedikleri için sapıtmışlardır. Allah’ın, Arşı istiva etmesi, Arşı hükmü altına alması demektir. (İlcam-ül-avam)

M. Halid Bağdadi
hazretleri buyuruyor ki:
Müteşabih âyet ve hadisler, kısa veya uzun olarak, tevil olunur. Yani, Allah’a yakışacak mana verilir. Mesela, (Arş’a istiva eden Allah, nerede olursanız olun, sizinle beraberdir) mealindeki âyet için, bu âyette ne murat edilmişse, öylece inandım demeli. Allah’ın ilmi, bizim ilmimize, benzemez. Onun istivası da bizim istivamıza benzemez, beraber olması bizim beraber olmamıza benzemez demelidir. (İtikadname)

Selefiler, bu âyetin, beraber olma kısmını tevil ettikleri halde, istiva kısmını tevil etmiyorlar. Böylece Allah’a mekan ve acizlik isnat ediyorlar. Allahü teâlâ hiçbir mahluka benzemez ve noksan sıfatlardan da münezzehtir. Beraber olma âyetini, bir kimsenin bir kimse ile beraber olması gibi zannetmek küfür olur. O zaman mahluka benzemiş olur. O her yerde demekle de, mekan isnat edilmiş olur. Allah’ın mekana ve oturmaya ihtiyacı olur mu? (O hiçbir şeye benzemez) mealindeki âyet nasıl inkâr edilir? İki âyet meali de şöyledir:
(Onun benzeri hiçbir şey yoktur.) [Şura 11]

(Allah’ım, Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemal sıfatlar ile tavsif ederim.) [Yunus 10]

İmam-ı Rabbani
hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, zamanlı, mekanlı, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmıştır. Bir şey bilmeyen Onu Arşta veya gökte sanır. Arş da, Onun mahlukudur. Sonradan yaratılan bir şey, kadim olana yer olamaz. Allahü teâlâ, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Hatıra gelen her şey yanlıştır. Allahü teâlâ, kâinatın ne içinde, ne de dışındadır. Çünkü kâinat, hayal mertebesinde yaratılmıştır. Kâinatın devamlı var görünmesi Allahü teâlânın kudreti ile oluyor. (2/67; 3/17)

Bir kimse hayal kursa, hayalinde çeşitli işler yapsa, "Bu kimse, hayalinin içinde veya dışında denemez. Çünkü hayal gerçek değildir. Rüya gören de, rüyasının ne sağında, ne solundadır. Rüyasında yer, içer. Hatta rüyasında rüya bile görür. Allahü teâlânın kudreti ile hep devam etse, insan rüyayı gerçek bilir. Rüyadan başka hayat yok zanneder. (İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar) hadis-i şerifi, bu dünyanın bir rüyadan ibaret olduğunu bildirmektedir. Yalnız dünya değil, bütün gezegenler, Cennet, Cehennem ve her varlık, hayal mertebesinde yaratılmıştır. Allahü teâlânın kudreti ile devam etmektedir. (Mektubat-ı Rabbani – Sefer-i Ahiret Risalesi)

Kur’anda yedi şey bildirilir

Kur’anda yedi şey bildirilir

Abdülaziz bin Baz tarafından yazılan "Akidet-üs-sahiha" adlı kitap "Doğru İnanç" ismi verilerek Türkçeye tercüme edilerek her yere dağıtılmaktadır. Bu kitapta, İstiva, Yed, Vech gibi müteşabih kelimelere, oturmak, el yüz gibi manalar vererek -hâşâ- Allahü teâlâyı cisim olarak bildiriyor. Müşebbihe fırkası gibi inanıyor. Üstadımız ibni Teymiye de böyle söyledi diyerek onun da Müşebbiheden olduğunu gizlemeye lüzum görmüyor.

İbni Baz, a’ma [kör] bir zat idi. Bir ehl-i sünnet olan zatla ilmi münazara yapıyor. (Âyetleri tevil etmemek, olduğu gibi inanmak lazımdır) diye iddia edince, Sünni zat, artık taşı gediğine koyar: (İsra suresinin 72. âyetinde, (Bu dünyada kör olan, ahirette de kördür) buyuruluyor. O halde, sen ahirette kör olarak haşrolacaksın) der. İbni Baz cevap veremeyip hemen çıkıp gider. Bu âyette de kâfirlere kör deniyor. Yoksa dünyadaki körler ahirette kör olmayacaktır. Dünyada iman etmeyerek kör olan ve kör olarak ölen kimse, ahirette de kör [kâfir] olarak Cehenneme gidecektir demektir.

Kur'an-ı kerimde manası açık olan âyetlere Muhkem âyetler, manası açık olmayan, tefsire, izaha muhtaç olanlara Müteşabih âyetler adı verilir. Müteşabih olanlara açık manalarını vermek akla ve dine uygun olmazsa, uygun mana vermek, yani tevil etmek gerekir. Açık manalarını vermek günah olur. Âyetler gibi hadis-i şerifler de, muhkem ve müteşabih diye ikiye ayrılır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kur'anda yedi şey bildirilir: Yasak, emir, helal, haram, muhkem, müteşabih ve misaller. Helali helal, haramı haram bilin, emredilenleri yapın, yasak edilenlerden sakının! Misal ve hikaye olanlardan ibret alın! Muhkem olanlara uyun! Müteşabih olanlara inanın!) [Hakim]

Allah’ın sıfatlarına zıt olarak müteşabih âyet ve hadisleri tevil asla caiz olmaz. Bir âyet meali:
(Müteşabih âyetleri, kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak için, kendilerine göre yorumlamaya çalışırlar. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir.) [Al-i imran 7]

Müteşabih bir âyet olan istiva kelimesini oturdu diye yanlış tevil ederek insanlara benzetenlerin kalblerinde eğrilik olduğunu bu âyet-i kerime açıkça bildirmektedir. Allah’ı Arşa ve oturmaya muhtaç sanmak küfürdür. Allahü teâlâ her türlü noksandan münezzehtir. (Yunus 10)

(Körle gören
[kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak], gölge ile sıcak [Cennetle Cehennem] bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Elbette Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere [inatçı kâfirlere] işittiremezsin, sen sadece bir uyarıcısın.) [Fatır 19-22, Beydavi]

Bu âyette, kâfire kör, mümine gören, Cennete gölge deniyor. Resulullah kabirdekilere ne söyleyecek de işittirecek? Hâşâ bu abes, boş söz olmaz mı? Kabirdekileri niye hidayete kavuşturmaya uğraşsın ki? Hemen âyetin devamında, (Sen sadece bir uyarıcısın) [vazifen kâfirleri hidayete kavuşturmak değil, sadece tebliğdir] buyuruluyor. Kabirdekilerden maksat, yaşayan inatçı kâfirlerdir. (Beydavi)

Gerçekten kabirdekilerden maksat ölü olsa idi, ölü de işitmeseydi iman edenlere işittirebilirsin ifadesi yanlış olur ve kâfir ölü işitmez, mümin ölü işitir anlamı da çıkardı. Halbuki Buhari’deki hadis-i şerifte kâfir ölü de işitir buyuruluyor. Selefiler, ibni Teymiye’nin yolunda iseler de, bu konuda ona da uymuyorlar. Çünkü ibni Teymiye diyor ki: Bedir’de çukurdaki kâfirlerin işitmelerini bildiren hadis-i şerif meşhurdur. Zaruri inanılması lazım gelen bilgilerdendir. [İnanmamak küfürdür.]
(Kitab-ül-intisar-fil-imam-ı Ahmed)

Tanrı Baba demek

Tanrı Baba demek

Sual: Hristiyanlar, Tanrı baba gökte diyorlar. Necdiler de baba demiyor ama gökte diyorlar. Böyle söylemek küfür değil midir?

CEVAP
Allahü teâlâ mekandan münezzehtir. Onun için (Allah her yerdedir) demek caiz olmaz. (Allahü teâlâ her yerde hazır ve nazırdır) ifadesi mecazdır. Yani zamansız ve mekansız hiçbir yerde olmayarak hazır ve nazır demektir. (Birgivi vasiyetnamesi şerhi)

Allah gökte demek de küfürdür. Zira Allahü teâlâya, mekan isnat edilmiş olunur. Allahü teâlâ, mekandan beridir. Allah baba diyen de, kâfir olur. (İslam Ahlakı)

Eski Adalar Belediye Başkanı bize bir faks çekmişti. Hristiyan misyonerleri, Adalara "Hamd plakaları" denilen yazılar koyacaklarmış. Bize, uygun olup olmadığını sormuştu. Biz de uygun olmadığını bildirmiştik. Almanyalı Meryem Hemşireler imzası ile asılmasını istedikleri plakalardaki yazılardan bazıları şöyle idi:
Gökteki Rab kuvvetlidir.
Tanrı Babanın sevgi planları.
Babanın seçilmiş çocukları.

Hristiyanlar gibi, Allahü teâlânın gökte olduğunu söyleyen ve kendilerine müslüman denilen kimseler de maalesef vardır.

Yönetici semineri veren Hristiyan bir uzman, Türklerin dünyada en kötümser millet olduğunu söyler. Sonra küçük bir test yapar. Bitişik kelimelerden meydana gelen Thegodisnowhere cümlesini gösterip okunmasını ister. Katılımcıların hepsi bu cümleyi The god is no where diye okur. Yani Tanrı hiçbir yerde değildir, mekandan münezzehtir. Uzman, yanlışlarını buldum zannı ile tatlı tatlı gülümser. "Tam beklediğim cevap" der ve ekler: “Hristiyan ülkelerdeki seminerlerde katılımcılar, bunu şöyle okur: The God is now here, Yani Tanrı, şimdi buradadır.”

Hristiyanlar, necdi veya selefiler gibi, tanrıyı gökte sandıkları için, tanrının her yerde olduğuna inanırlar. Bazı gafiller de, Hristiyanların bu yanlış inancını bilmeden yaymaya çalışıyorlar.

Allahın eli ne demektir?

Allahın eli ne demektir?

Sual: Kur’anda Allah’ın iki eli tabiri geçmektedir. Bu, Allah’ın bizim gibi iki elinin olduğunu göstermez mi?

CEVAP
Asla göstermez. Çünkü Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Onun benzeri hiçbir şey yoktur, O hiçbir şeye benzemez.) [Şura 11]

Onun eli ayağı, gözü var demek, yaratıklara benzetmek olur. Yed’den muradın keyfiyetini Allah bilir demekle yetinmelidir. Çünkü düşündüğümüz, hayal ettiğimiz her şey mahluktur, yaratıktır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Bildiğimiz, hatırımıza, hayâlimize gelen, duygu organlarımıza etki eden her şey mahluktur. Çünkü, insanın bildiği, hissettiği her şey, kendi eseridir. Bizim, Allahü teâlâyı tenzîh etmemiz, bir şeye benzemez dememiz bile benzetmek olur. (2/9)

Arapça’daki yed ile ilgili deyimlerden bazıları şöyledir:

Yed-i tula
[uzun el], büyük ilme sahip kimse demektir.

Yed-i beyza
[beyaz el, parlak el], keramet, harikulade hâl demektir. [Musa aleyhisselam elini koynundan çıkarınca, mucize olarak elinden ışıklar çıkmıştı. Bu deyim oradan kalmıştır.]

Yed-i kudret
[kudret eli], Allahü teâlânın tasarrufu demektir.

Yed-ullah
[Allah’ın eli], Allahü teâlânın yardımı, kudreti demektir.

Yed-i emin
[emin el], güvenilir kimse olarak seçilen zat.

Bu deyimlerde de görüldüğü gibi yed = el kelimesi hakiki manasında değil, deyim manasında kullanılmaktadır.

Az da olsa Arapça bilen bir kimse, Allah’ın iki eli var diyemez. Çünkü Kur’an-ı kerimde, bir elim, iki elim ve ellerim tabiri geçiyor. Arapça’da iki ele yedeyn veya yedan denir. İkiden fazla olursa Eydin veya eyadi denir. Yediy = elim, yedeyye = iki elim demektir. Kur’an-ı kerimde Allahü teâlâ için hem bir el, hem iki el, hem de ikiden fazla el, yani eller tabiri geçiyor. Hâşâ Allah’ın eli bir mi, iki mi, daha mı fazla? Bunlar, hakiki el manasıyla hiç alakası olmayan deyimlerdir.

(Yedullahi fevka eydihim
= Allah’ın eli onların elleri üstündedir.) [Fetih 10] (Bunun açıklaması aşağıda yapılmıştır.)

(… lima halaktü bi yedeyye =
İki elimle yarattığıma…) [Sad 75] (Bunun açıklaması da aşağıda yapılmıştır.)

(Vessemae
beneyna ha bi eydin = Biz ellerle bina ettik.) [Zariyat 47] (Burada Allahü teâlâ kendisi için ben demiyor biz diyor, semayı elimle bina ettim demiyor, ellerle bina ettik diyor. Her ikisi de çoğul. Hâşâ Allah’ın yardımcıları, ortakları mı var? Şu âyet-i kerime de aynı anlamdadır:
(Dâvüde zel eydi = Eller sahibi Davud) [Sad 17] (Davud aleyhisselamın ikiden fazla eli mi vardı da böyle buyuruluyor. Güçlü idi, marifetleri çoktu demektir. Aşağıda açıklamaları yapılmıştır.)

El bir uzuvdur. El, kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan kısmına denir.

El kelimesinin Arapça’da çeşitli manaları vardır:

1- Hakiki manasında kullanılanlara örnekler:
İki âyet-i kerime meali:
(Firavun, “ellerinizi ayaklarınızı çaprazlama kesip, sonra da hepinizi asacağım" dedi.) [Araf 124]
(Kadınlar, Yusuf'u görünce ellerini kestiler.) [Yusuf 31]

2- Bir şeye sahip olmak manasında kullanılanlara örnek:
İki âyet-i kerime meali:
(Elinde nikah akdi bulunan erkek…)
[Bekara 237]

(De ki: Size Allah’ın hazineleri elimdedir, demiyorum.) [Enam 50]

3- Kuvvet, güç manasında kullanılanlara örnekler:
Dört âyet-i kerime meali:
(Hükümranlık elinde bulunan Allah, yüceler yücesidir ve Onun gücü her şeye yeter.) [Mülk 1]

(Allah birini fitneye düşürmek isterse, senin elinden bir şey gelmez.)
[Maide 41]

(Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Bütün yeryüzü, kıyamet günü Onun avucundadır; gökler Onun sağ eliyle
[kudretiyle] dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.) [Zümer 67] (Bu âyetteki sağ elden muradın, kudret olduğu Beydavi, Celaleyn, Medarik gibi bir çok tefsirde bildiriliyor.)

(Mülkün sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verir; dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin; her iyilik yalnız senin elindedir.)
[Al-i İmran 26]

İki hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Dengeler Allah’ın elindedir. Dilediğini yükseltir, dilediğini zelil eder. Âdem oğlunun kalbi de Rahmanın iki parmağı arasındadır. Dilediğini saptırır, dilediğini dinde sabit kılar.) [Deylemi]

(Allahü teâlâ buyurdu ki: Her iş benim elimdedir. Gece ve gündüzü ben döndürürüm.)
[Buhari, Müslim]

4- Yardım, dostluk, rahmet anlamında olanlara örnekler:
Bir âyet-i kerime meali:
(Allah'ın eli
[yardımı, dostluğu] onların [biat edenlerin] ellerinin [yardımlarının, dostluklarının] üzerindedir.) [Fetih 10] (Biat edenlere mükâfatını verecek olan ancak Allahü teâlâdır demektir.)

Birkaç hadis-i şerif meali:
(Cömertlerin kusurunu affedin. Çünkü o sürçtükçe Allahü teâlâ onun elinden tutar. [Ona yardım eder]) [Beyheki, Haraiti]

(Sıkıntı ve musibet zamanlarında kendi elini Allah’ın tutmasını isteyen bollukta çok dua etsin.)
[Hâkim] (Allah’ın elden tutması ona yardım etmesidir.)

(Allah’ın eli cemaat üzerindedir.)
[İ.Asakir] (Burada elden maksat rahmettir.)

(Allah’ın eli müezzinin başı üstündedir.)
[Hatib] ] (Burada elden maksat rahmettir.)

(Üstteki el, alttaki elden [Veren el alan elden] hayırlıdır.) [Buhari, İ. Ahmed]

(Eller tasarrufta üçtür. Allah’ın eli en üsttedir, sonra veren el gelir, en altta isteyenin eli vardır.)
[Ebu Davud]

5- Vasıtalı vasıtasız yaratmak anlamında kullanılanlar:

Bir âyet-i kerime meali:
(Ey İblis, iki elimle [vasıtasız] yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir?) [Sad 75]

İki elimle demekten maksat ana ve baba gibi hiçbir vasıta olmadan yaratmaktır. (Beydavi)

Âdem aleyhisselâma şeref bahşetmek için de iki el tabiri kullanılmıştır. Yoksa bütün mahlukatı, vasıtalı veya vasıtasız yaratan elbette Allahü teâlâdır. (Celaleyn)

İmam Münavi, İbni Kemal ve diğer İslam âlimlerinden naklen buyuruyor ki:
Yed [el] kelimesi, güç ve kuvvetten mecaz ve teşbihtir. İki âlem vardır, bu iki âlemin tek idare edicisi manasındadır. Yani Melekut âlemini de, şehadet âlemini de ben idare ederken, niçin emrime uyup secde etmedin demektir. (Cami-us sagir Feydul kadir şerhi)

6- Nimet anlamında kullanılanlar:

Dört âyet-i kerime meali şöyledir:
(Elini boynuna bağlayıp asma.) [İsra 29] [Cimrilik etme demektir.)

(Münafık erkeklerle münafık kadınlar, ellerini yumarlar. [cimridirler]) (Tevbe 67)

(Ellerimizle onlar için enam
[deve, sığır ve davar] yarattığımızı görmüyorlar mı?) [Yasin 71] (Doğan bir dana veya bir kuzu için, ellerimizle yarattık demek, kudretimizle yarattık demektir.)

(Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır
[sıkıdır, cimridir] dediler. Hayır, Allah’ın iki eli [dünyada ve ahirette her çeşit nimeti] de açıktır; nasıl dilerse, öyle infak eder, öyle verir.) [Maide 64]

İki el denmesinden maksat vurgu içindir; lebbeyk [iki defa hazırım, hazır vaziyetteyim] kelimesi gibi yani layık olan ve olmayana da nimetleri çoktur, boldur. [Müslim’deki] (Allah’ın iki eli de sağdır) hadis-i şerifinde, iki ele de sağ el demek, vurgu içindir, kuvvetlendirmek içindir. Yoksa maddi olarak elin ikisine de sağ el denmez. Dolayısıyla âyetin devamında (dilediği gibi dilediğine rızk verir) buyuruluyor ki, layık olana da olmayana da dünyada bol rızık verebilir anlamındadır. (Tefsir Kurtubi)

Bir hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ sadakayı sağ eline alır ve büyütür.) [Dare Kutnî] (Sadakayı sağ eline almak tabiri de vurgu içindir, onu kabul edip bol sevap vermek demektir.)

7- Güç, güçlü olmak anlamında:
Dört âyet-i kerime meali:
(Ellere sahip kulumuz Davud) [Sad 17] (Güç ve kuvvete sahip Davud demektir. İbadet yönüyle güçlü idi, bir gün oruç tutar bir gün yerdi. Elleriyle demiri de hamur gibi yoğururdu.)

(Elleri ve gözleri olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub.)
[Sad 45] (Burada ellerden kasıt, güç ve kuvvet sahibi olmaları, gözlerden kasıt da, basiret sahibi olmaları demektir.)

(Göğü, elimizle
[kudretimizle] biz kurduk.) [Zariyat 47]

(Lütuf Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir.) [Hadid 29]

8- İrade, arzu manasında kullanılanlara örnekler:

Dört âyet-i kerime meali:
(Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle [kendi iradenizle, kendi arzunuzla] işledikleriniz [günahlar] yüzündendir.) [Şura 30]

(Elleriyle
[kendi iradeleri ile] yaptıkları [kötü amel] yüzünden başlarına bir musibet geldiği vakit halleri nasıl olur?) [Nisa 62]

(Kendi elleriyle öne sürdükleri şeyler
[iradeleri ile yaptıkları günahlar] yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman insanı nimetlerin hepsini unutan bir nankör olarak görürsün.) [Şura 48]

(Rabbinin âyetleri kendisine hatırlatılmışken onlardan yüz çeviren ve iki elinin öne sürdüklerini
[akıbetini düşünmeyip kendi iradeleri ile önceden yaptıkları günahları] unutan kimseden daha zâlimi var mıdır?) [Kehf 57]

Hadis-i şeriflerde yed kelimesi:

Yed =
el kelimesi, deyim olarak hadis-i şeriflerde çok kullanılır. Bazılarının meali şöyledir:

(Eşcinsellik çoğaldığında, Allah halktan elini çeker
[rahmetini keser] ve onların hangi vadide helâk olduklarına bakmaz.) [Taberani]

(Allah’ın eli
[rahmeti] cemaatle beraberdir.) [Müslim, Ebu Davud]

(Ne mutlu hayrın anahtarı elinde olana. Şerrin anahtarı elinde olana da yazıklar olsun.)
[İbni Mace, Hakîm]

(Zühd, Allah’ın elindekine kendi elindekinden fazla bağlanmaktır.)
[Beyheki]

(Sadaka verin. Zira verdiğiniz sadaka, alanın eline geçmeden, Allah’ın eline geçer de, onu sizlerden birinin bir tayı veya deve yavrusunu büyüttüğü gibi büyütüp, kıyamette onu kendisine verir.)
[Müslim]

(Eli geniş olan evlensin, eli dar olan da oruç tutsun. Çünkü oruç tutmak şehveti sakinleştirir.)
[Nesai]

(Hacer-i Esvede elini süren, rahmânın eline elini sürmüş gibi olur.)
[İbni Mâce]

(Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız .)
[Tirmizi]

(Namaz ve eliniz altındakiler hakkında Allah’tan korkun.)
[Hatib]

(Her namaz vakti girince, şöyle seslenen bir melek vardır: Ey Âdemoğulları, kendi elinizle tutuşturduğunuz sizi yakacak olan ateşi namazla söndürmek için kalkın.)
[Taberani]

Türkçe’de el ilgili deyimler:

El açmak
, dilenmek demektir.

El almak
, müridin mürşidinden veya bir sanatı yapmak için ustasından izin almak. [Ustasının elini kesip cebine koymuyor.]

El altında
, kolay alınacak bir yerde.
El altından, gizlice. [El altından silahları kaçırdılar. Kimseye duyurmadan kaçırdılar demektir.]

El atmak
, bir işe karışmak. [Sen bu işe el atarsan o iş tez zamanda yapılır.]
El çektirilmek, işi bıraktırmak, görevine son vermek.

İkinci el,
kullanılmış. [İkinci el araba almak, kullanılmış araba almak demektir.]
El ele vermek, bir konuda birleşmek.

El koymak,
bir yolsuzluğu ortaya çıkarmak için müdahale etmek. [Devlet ... bankasına el koydu. Banka hesaplarını incelemeye aldı demektir.]

El uzatmak
, birinin hakkına tecavüz etmek. Adamlar ekmeğimize el uzatıyorlar.
Elde avuçta ne varsa harcamak, bütün parasını harcamak .

Elde kalmak
, satamamak. Bu eski araba elimde kaldı. Elinden çıkaramamak da aynı anlamdadır. Yoksa koca araba elinin içinde duruyor demek değildir.

Elden ayaktan düşmek,
yaşlılık sebebiyle sağlığı bozularak çalışamaz hale gelmek.
Elden düşme, az kullanılmış ve sahibinden ucuza alınmış eşya.
Elden çıkarmak, satmak. Evlerimin hepsini yok pahasına elden çıkardım. Sattım demektir.

Elindekileri satmak
, mülkündeki malları satmak. Ev, tarla gibi elimdeki bütün malları sattım. Yani sahip olduğum mülkümdeki malları sattım demektir.

Elinden kurtarmak
, baskısından, yönetiminden kurtarmak. Bu çocuğu bu adamın elinden kim kurtarabilir? Bu toprakları düşman elinden kurtardık.

Elden ele geçmek
, sahip değiştirmek. El değiştirmek de aynı anlamdadır. Bu araba çok el değiştirdi demek, çok kişi satın aldı demektir.

Elden gelmemek
, yapamamak.
Elden kaçmak, elde edememek.

Ele alınır gibi değil,
çok kötü.
Ele avuca sığmamak, söz dinlememek, yaramazlık etmek.

Ele geçmek
, yakalanmak.
Ele vermek, suçlu birini ihbar edip yakalatmak.

Eli ağır,
yavaş iş gören. Yoksa eli kilolu, ağır demek değildir.
Eli kolu bağlı olmak, çaresiz kalmak.

Eli ayağı olmak
, yardımcı olmak.
Eli ayağı düzgün, sakatlığı yok.

Eli maşalı, şirret
, kavgacı.
Eli boş çıkmak, umduğunu bulamamak.

Eli değmemek
, bir şey yapmaya vakit bulamamak.
Eli genişlemek, bol paraya kavuşmak.

Eli işe yatmak
, becerikli olmak.
Eli hafif, acıtmadan iş gören.

Eli kulağında
, çok yakında olması beklenilen şey.
Bir işte eli olmak, gizli bir ilgisi bulunmak.

Eli uzun olmak
, hırsızlık etmek.
Elini uzatmak, yardım etmek.

Elinde tutmak
, başkalarına kaptırmamak.
Elinden kan çıkmak, cinâyet işlemek.

Eline bakmak
, bir kimsenin yardımı ile geçinmek.
Eline düşmek, emri altına girmek, onun insafına kalmak.

Elinin hamuru ile erkek işine karışmak,
beceremeyeceği işlere karışmak.
El eliyle yılan tutmak, tehlikeli işleri kendi yapmayıp başkalarına yaptırmak.

Eli işte, gözü oynaşta
, yaptığı işe kendini tam vermemek, önemsememek.
El üstünde gezmek, makbul olmak.

Sıkıntılı iken o bana ellerini uzattı
, ihtiyacımı gördü.

İpin ucu onun elinde
, yetkiler onda demektir.

Bu deyimlerde de el kelimesi hakiki manasında değil, mecaz manada kullanılmıştır.

Netice:
Meallerden din öğrenilmez. Kur’an-ı kerimde Allah’ın iki eli tabiri geçiyor diye, Allahü teâlânın iki elinin olduğunu zannetmek yanlıştır. Üstelik bu tür iddiaları itikadımızı bozmak için din düşmanları ortaya atıyor.

Onun eli ayağı, gözü var demek, yaratıklara benzetmek olur. Yed’den muradın keyfiyetini Allah bilir demekle yetinmelidir. Çünkü düşündüğümüz, hayal ettiğimiz her şey mahluktur, yaratıktır.

Üç çeşit el
Sual:
Arapçada beyaz el, siyah el, yeşil el deniyormuş. Bunlar ne demektir?
CEVAP
Bu tabirler bizde kullanılmadığı için bilmek gerekmez. Böyle deyimleri bilmek; ancak tercüme yapacaklara lazım olur.

Şu adam beyaz ellidir veya eli beyazdır demek; karşılıksız iyilik ve ihsan eder demektir.
Şu adam yeşil ellidir veya eli yeşildir demek; yapılan iyiliğe mükafat verir demektir.
Şu adam siyah ellidir veya eli karadır demek; yaptığı iyiliği başa kakar, minnet ettirir demektir.

Bunları Türkçe’ye çevirirken beyaz el; kara el diye tercüme edilirse yanlış olur.

Canım çıktı demek
Sual:
Hiç yalan söylediğini görmediğim bir arkadaş, geçen yanıma geldi, (Çok ağır işler yaptım, canım çıktı) dedi. Hâlbuki yaşıyor yani canı çıkmamış. Böyle yalan söylemesi haram değil mi?

CEVAP
Bunlar deyimdir. Deyimlerde kelimeye değil, mânâya bakılır. (Canım çıktı) demek, çok yoruldum demektir, yalan değildir. Bazen de, (Öldüm bittim) de denir. (Çok sıkıntı çektim) demektir. Âyet ve hadislerde de böyle deyimler vardır. Kelime mânâsı ile açıklanırsa yanlış olur. Vehhabiler, Kur’an-ı kerimi böyle yanlış anladıkları için, hâşâ Allah'ı insana benzetiyorlar. (Allah, Arş’ta oturuyor, yürür, iner, çıkar, eli yüzü var) diyorlar. Deyimlerde kelimeye değil, mânâya bakıldığını bilmiyorlar.

Vehhabilerin tevil ettiği âyetler

Vehhabilerin tevil ettiği âyetler

Sual: Vehhabiler, Allahü teâlânın zatı ve sıfatlarıyla ilgili müteşabih olan âyetler için, hem tevil edilmez diyorlar, böylece hâşâ Allahü teâlânın (Eli, yüzü, ayağı var) diyerek mahlûklara benzetiyorlar. Hem de, bazı âyetleri kendileri de tevil ediyor. Müteşabih âyetler tevil edilmezse, kendileri niye tevil ediyorlar? Tevil etmek caizse, tevil etmeyi niye yanlış görüyorlar?

CEVAP
Tevil edilmez, görünüşe göre mana verilir demeleri, vehhabilerin sapık görüşlerindendir. Tevil etmek zorunda kaldıkları âyet-i kerimelere birkaç örnek verelim:

1- (O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istiva edendir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.)
[Hadid 4]
Bu âyet-i kerimenin baştan yarısını tevil etmiyorlar. Bunun için de hâşâ, (Allah Arş’ın üstündedir) diyorlar. İkinci kısım tevil edilmeyince ise hâşâ, (Allah her yerdedir) anlamı çıkıyor. Bu da yanlış olduğu gibi, ayrıca vehhabilerin (Allah göktedir) itikadlarına da aykırı olduğu için, mecbur kalarak burasını tevil etmek zorunda kalıyorlar. (Burada beraberlikten maksat, ilmiyle beraber olmaktır) diyorlar. Vehhabiler, tek bir âyet-i kerimede bile açıkça çelişkiye düşüyorlar.

2- (Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır.) [Bekara 115]
Bu âyet-i kerimeyi de, (Nereye dönerseniz, Allah ilmiyle oradadır) diye tevil ediyorlar. Tevil etmeselerdi, yine hâşâ (Allah göktedir) sözlerine aykırı olacaktı.

3- (Allah her şeyi kuşatmıştır.) [Fussilet 54]
Bu âyet-i kerimeyi de, (Allah ilmiyle her şeyi kuşatmıştır) diye tevil ediyorlar.

4- (O, göklerde ve yerde tek olan Allah’tır.) [Enam 3]
Bu âyet-i kerimedeki göğü kabul ediyorlar da, yeri tevil etmek zorunda kalıyorlar. (O, göklerde ve yerde ibadet edilen Allah’tır) diye tevil ediyorlar. Tevil etmeseler, Allah’ın hâşâ yerde olduğu anlaşılıyor, yani (Allah göktedir) inançlarına aykırı oluyor. Mecbur kalıp tevil ediyorlar.

5- (İnsanı ben yarattım ve nefsinin kendisine fısıldadığını [ne düşündüğünü, ne düşüneceğini] bilirim. Ben ona şah damarından daha yakınım.) [Kaf 16]
Bu âyet-i kerimedeki, şah damarından yakın olmayı, (Allah bize ilmiyle yakındır) diye tevil ediyorlar. Tevil etmeseler, kendilerine göre gökte olan Allah’ın, bize yakın olmasını açıklayamazlardı.

6- (Bu dünyada kör olan, ahirette de kördür.) [İsra 72]
Bunu da, (Kastedilen manevi körlüktür, kâfirliktir) diye tevil ediyorlar.

7- ([İbrahim] “Rabbime gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecek. Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlat ver” dedi.) [Saffat 99]

Buradaki, (Rabbime gidiyorum) ifadesini de, tevil etmek zorunda kalıyorlar. Onlara göre Allah gökte olduğuna göre, İbrahim aleyhisselamın ülkesine niye gelsin ki? İbrahim aleyhisselamın bu sözünü, (Kavmimin yeri ve doğum yerim olan yerden, Rabbime ibadet etme imkânı bulacağım yere hicret edeceğim) diye tevil ediyorlar. Yapılan bütün bu teviller İslam âlimlerininkine uygundur.

Selef-i salihin denilen önceki âlimler, istiva, yed [el] gibi kelimeleri tevile lüzum görmezlerdi; çünkü bu kelimelerin mahiyeti bilinirdi. (Irak, valinin elindedir) denilince, bunun açıklanması istenmez, herkes buradaki el kelimesinin hakiki el ile ilgisi olmadığını bilirdi. (Allah Arşı istiva etti) denince de, Allah’ın Arşa hükümran olduğunu anlarlardı. Mesela, İmam-ı Malik hazretleri de, (İstivanın keyfiyeti bilinemez) buyurmuştur; fakat Müşebbihe denilen bozuk fırka, (Allah’ın bizim gibi eli var. Allah Arş’ın üstünde oturur) gibi yanlış manalar verince, sonraki âlimler bu kelimeleri açıklamak zorunda kalmışlardır. Kur’an-ı kerimde böyle tevil edilmesi gereken çok âyet-i kerime vardır. Görünüşteki manasıyla alınırsa, acayip hatta küfre sebep olacak manalar ortaya çıkar. İşte bu yüzden tevili kabul etmeyen Vehhabiler bile, bazı âyetleri tevil etmek zorunda kalmışlardır.

İmam-ı Gazali hazretleri de buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir. Ehl-i bâtıl, istiva, vech, yed gibi kelimeleri tevil etmedikleri için sapıtmışlardır. Allah’ın, Arşı istiva etmesi, Arşı hükmü altına alması demektir. (Hükümdar, Irak’ı kansız olarak istiva etti) demek, (Irak’ı kansız olarak ele geçirdi) demektir. Bu sapıklıklarına da (Selefin yolu) diyerek selef-i salihine, yani Eshaba ve Tabiine iftira ediyorlar. Yedullah ifadesindeki yed kelimesini el gibi düşünmemeli. Mesela, (Falanca şehir, filanca valinin elinde) denilince, o şehrin valinin elinin içinde değil, onun idaresi altında olduğu anlaşılır. İstiva, vech gibi kelimeler böyle tevil edilir.
(İlcam-ül-avam)

Hacılara dağıtılan kitaplar

Hacılara dağıtılan kitaplar

Sual: 2004 yılında hacda hacılara ücretsiz dağıtılan Ehl-i sünnet vel-cemaat inancı isimli kitapta, şefaat ve kabir azabı hak deniyor. Ancak Allah gökte oturuyor ve Azrail ölüm meleği değil deniyor. Hazret-i Nuh’tan önceki Peygamberler inkâr ediliyor. Bir cevap verir misiniz?

CEVAP
Allah gökte veya Arş’ta demek insana benzetmek olur. Halbuki Kur’an-ı kerimde mealen, (O hiçbir şeye benzemez) buyuruluyor. (Şura 11)

Arşa, oturmaya muhtaç sanmak da küfürdür. Allahü teâlâ her noksandan münezzehtir. (Yunus 10)

İmam-ı Gazali
hazretleri buyuruyor ki:
Ehl-i bâtıl, istiva, vech, yed gibi kelimeleri tevil etmedikleri için sapıtmışlardır. Allahü teâlâ, mekandan münezzehtir. İstiva demek, Arşa hükümran olması, Arşı hükmü altına alması demektir. “Hükümdar, Irak’ı kansız olarak istiva etti” demek, “Irak’ı kansız olarak ele geçirdi” demektir. Yedullahtaki yed [el] kelimesini bilinen el gibi sanmamalı. Mesela "Falanca şehir, filanca valinin elinde" denilince, o şehrin valinin elinin içinde değil, onun idaresi altında olduğu anlaşılır. İstiva, vech gibi kelimeler de böyle tevil edilir.) [İlcam-ül-avam]

İmam-ı Rabbani
hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ noksan sıfatlardan beridir. Zamanlı, mekanlı ve cihetli değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmıştır. Cahiller, Onu, Arşın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, diğer eşya gibidir, Onun mahlukudur, sonradan yaratmıştır. Sonradan yaratılan bir şey, her zaman var olana, yer olabilir mi?
Nasıl ki, Beytullah [Allah’ın evi] kelimesi, hâşâ Allah’ın barındığı ev değilse, gölge, el, yüz, istiva gibi kelimeler de böyledir. Arş yaratılmadan önce hâşâ Allah nerede idi? Oturmak, âcizlik değil midir? Hâşâ Allah âciz denir mi? Allah’ın sıfatları tevil edilmez dedikleri halde, (Allah, nerede olsanız, O sizinle beraberdir) mealindeki âyeti tevil ederek tezada düşüyorlar. Beraberliği ilmen diye tevil ediyorlar da, istivanın da ilmen olduğunu niye kabul etmiyorlar?

İstiva hâkim olmaktır

Ehl-i sünnet âlimleri, istivayı, Allah'ın Arşa hükümran olması, hâkim olması diye açıklamışlardır. Peki Allah Arşın hâkimi de göklerin ve yerin hâkimi değil midir? Niye sadece Arşa istiva etti denmiştir de, göklere de istiva etti denmemiştir?
CEVAP
Bunu bir örnekle açıklarsak kolay anlaşılır. Türkiye Başbakandan sorulur demek, İstanbul, İzmir sorulmaz demek değildir. İstanbul valinin elinde denince, ayrıca Beşiktaş ve Fatih’i de söylemek gerekmez. Arş da, yer ve göklerden büyük olduğu için sadece Arş denmiştir. Ancak yine cahiller yanlış anlamasın diye hepsi de bildirilerek şöyle buyurulmuştur:
(Göklerin, yerin ve Arşın Rabbi olan Allah, onların vasfettiklerinden münezzehtir.) [Zuhruf 82]

(O, göklerde ve yerde tek Allah’tır.)
[Enam 3]

(O gökte ilahtır, yerde ilahtır.) [Zuhruf 84]

Bu âyetlerden, hâşâ Allah’ın hem yerde ve hem de gökte olduğu anlaşılabilir. Böyle inanmak da küfürdür.

(O her şeyi kuşatmıştır.)
[Fussilet 54] Bu âyetten de hâşâ, Allah’ın, kâinatın dışında olup her şeyi çepeçevre kuşattığı anlaşılıyor. Böyle sanmak da küfür olur.

(O,
Arşa istivâ edendir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.) [Hadid 4]
Eğer bu âyet de tevil edilmezse, Allah hem Arşta, hem de her yerde olduğu anlaşılır.

Ölüm meleği Azrail aleyhisselam
Sual:
Vehhabiler, Azrail aleyhisselamın melek-ül mevt = ölüm meleği olduğuna da inanmıyorlar. Hadislerde ve din kitaplarında ölüm meleğinin Azrail aleyhisselam olduğuna dair bilgi yok mu?
CEVAP
Evet çok bilgi vardır. Üç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Azrail aleyhisselamın kişinin canını alması bin kılıç darbesinden şiddetlidir.) [Ebu Nuaym]

(Ey insanlar, ben de bir insanım. Pek yakında Allahü teâlânın elçisi olan Azrail gelebilir ve ben de onun davetine icabet edebilirim.)
[İ. Ahmed]

(Bütün hayvanların ecelleri tesbihlerine bağlıdır. Tesbihleri bitince Allahü teâlâ onların ruhunu kabzeder. Azrail aleyhisselamın bu kabzla alakası yoktur.)
[Beyheki]

Hacılara dağıtılan Ehl-i sünnet vel-cemaat inancı isimli kitapta, meleklere iman bildirilirken, Cebrail, İsrafil ve Mikail ve Ölüm meleği deniyor, Azrail aleyhisselam bildirilmiyor. Dip notta ise, hiç bir kitapta ölüm meleğinin Azrail olduğu bildirilmiyor denilerek inkâr ediliyor. Halbuki bütün kitaplarda vardır.

Peygamber efendimiz, Secde suresinin, (De ki: Size vekil kılınan [görevlendirilen] ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz) mealindeki 11. âyet-i kerimesini açıklayarak ölüm meleğinin Azrail olduğunu bildirmiştir. İmam-ı Kurtubi hazretleri de, bu âyeti açıklarken (Ölüm meleğinin adı Azrail’dir, manası da Allah’ın kulu demektir) buyuruyor. Naziat suresinin, (İşleri tedbir eden, yöneten melekler…) mealindeki beşinci âyeti açıklanırken de şu hadis-i şerifi bildiriliyor:
(Dünya işlerini dört melek idare eder: Cebrail, Mikail, İsrafil ve ölüm meleği Azrail.) [Kurtubi]

Hazret-i Fatıma anlatır: Babam Resulullah’ın başucunda beklerken, aniden kapıya bir kimse geldi. (Esselamü aleyke yâ ehl-el beyt! İçeri girmeme izin var mı? Resulullah’ın yanına varayım) dedi. (Ey Allah’ın kulu, şu anda Resulullah’ı ziyarete kimseye izin yok) dedim. (Yâ Fatıma, beni men etme, benim içeri girmem lazım) dedi. Gelen Azrail aleyhisselam idi. (Şevahid-ün nübüvve)

Azrail
aleyhisselamla birlikte kapıya gelen Cebrail aleyhisselam içeri girdi. Azrail aleyhisselamın kapıya geldiğini, girmek için izin beklediğini söyledi. Resulullah izin verdi. O da içeri girip selamdan sonra Allahü teâlânın emrini bildirdi. Cebrail aleyhisselam, (Yâ Resulallah, Mele-i âlâ sizi bekliyor) dedi. Bunun üzerine, Fahri âlem, (Yâ Azrail, gel de vazifeni yap) buyurdu. O da, Resulullah’ın mübarek ruhunu alıp, âlâ-yı illiyyine ulaştırdı. (Tezkiye-i ehl-i beyt)

Davud aleyhisselamın yanına iki kişi gelip, birbirinden şikâyet etti. Bunlara gerekli kararı verip giderken, Azrail aleyhisselam gelip, (Bu iki kişiden, birincisinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de bir hafta önce bitmişti, fakat ölmedi) dedi. Davud aleyhisselam şaşıp, sebebini sorunca, (İkincisinin bir akrabası vardı. Buna dargındı. Bu gidip onun gönlünü aldı. Bundan dolayı Allahü teâlâ, buna yirmi yıl daha ömür takdir buyurdu) dedi. (Levh-il-mahfuz ve Ümm-ül-kitap)

Azrail
aleyhisselam, Süleyman aleyhisselamın yanına gelince, oturanlardan birine dikkatle baktı. Bu kimse, böyle sert bakışından korktu. Azrail aleyhisselam gidince, Süleyman aleyhisselama yalvarıp, rüzgâra emretmesini, rüzgârın kendisini Batı ülkelerinden birine götürüp, Hazret-i Azrail’den kurtulmasını istedi. Azrail aleyhisselam tekrar gelince, Süleyman aleyhisselam, o adamın yüzüne niçin sert baktığını sordu. Azrail aleyhisselam, (Bir saat sonra, Batıdaki şehirlerden birinde, o kimsenin canını almak için emir olunmuştum. Onu senin yanında görünce, hayretimden dikkatle baktım. Emre uyup Batıya gidince, onu orada görüp canını aldım) dedi. (Mesnevi - Mevlana Celaleddin-i Rumi)

Azrail
aleyhisselam, Hazret-i İbrahim’in ruhunu almak için gelince, (Dost, dostun canını alır mı?) dedi. Allahü teâlâ da, (Dost dosta kavuşmaktan kaçınır mı?) buyurunca, (Yâ Rabbi, ruhumu hemen al) diye dua etti. Mevlana Celaleddin-i Rumi, Azrail aleyhisselamı görünce, (Çabuk gel! Beni Rabbime çabuk kavuştur!) demiştir. (Sefer-i Âhiret risalesi)

Ecel gelince, Azrail aleyhisselam, insanı nerede olursa olsun bulur. (Berika)

Hak teâlâ Azrail aleyhisselama, (Dostlarımın canını kolay al, düşmanlarımınkini güç al!) buyurdu. (Miftah-ül-Cennet)

Dört büyük melekten biri Azrail aleyhisselamdır. İnsanların ruhunu alır. (İtikatname)

Cenab-ı Hak ölüm meleği Azrail aleyhisselama herkesin ruhunu almak için kudret bahşettiği gibi İblis’e de herkesle beraber bulunmak kudreti vermiştir. (Redd-ül-muhtar)

İlk Peygamber Nuh diyorlar

Hacılara dağıtılan Ehl-i sünnet vel-cemaat inancı isimli kitapta, Hazret-i Nuh’tan önceki Peygamberler inkâr ediliyor. Delil olarak şu âyet gösteriliyor:
(Nuh'a ve ondan sonra gelen Peygamberlere, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakuba, evlatlarına, İsa'ya, Eyyübe, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Davud'a da Zebur’u verdik.) [Nisa 63]

Burada bütün Peygamberler bildirilmiyor. Mesela Âdem, İdris, Hud, Sâlih, Lut, Şuayb, Musa, Zekeriya, Yahya [aleyhimüsselam] gibi Peygamberlerin ismi geçmediği için bunlara vahiy gelmedi, bunlar Peygamber değildir denebilir mi? Aşağıdaki âyet-i kerime, Nuh aleyhisselamdan önce, o kavme Peygamberler geldiğini, fakat o Peygamberleri yalanladıkları bildirilerek buyuruluyor ki:
(Nuh kavmi, Peygamberleri yalancılıkla itham etti.) [Şuara 105]

Eğer sadece Nuh aleyhisselam olsa idi, mürselîn denmezdi. (Kavmi Nuh’u yalanladı) denirdi.

İdris, Şit ve Âdem [aleyhimüsselam]ın Peygamberliklerini inkâr ediyorlar. İdris aleyhisselam, Şit aleyhisselamın torunlarındandır. Hazret-i Şit, Hazret-i Âdem’in oğlu olup Peygamber olduğu hadis-i şerifle bildirilmiştir. Diğer ikisinin Kur’an-ı kerimde isimleri geçmektedir. Bunları inkâr, Kur’an-ı kerimi inkâr olur. Kur’an-ı kerim tevili imkansız bir şekilde şöyle bildiriyor:
(İdris de sadık [özü sözü doğru] bir nebi idi.) [Meryem 56]

Her âyeti inkâr gibi, bu âyeti de inkâr küfürdür. İki hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Miraç’ta, ikinci göğe vardık. Cibril, bekçisine “Kapıyı aç” dedi. Melek Ona dünya semasının bekçisininkine benzer sorular sordu. Hazret-i İdris’e uğradığımda bana şöyle dedi: “Merhaba ey salih Peygamber ve salih kardeş.” Ben “Bu kim?” diye sordum. Cebrail, “Bu İdris Peygamberdir” dedi.)
[Buhari, Müslim, İ. Ahmed]

(Resullerin ilki Âdem, sonuncusu ise Muhammed’dir. İsrail oğullarının nebilerinin ilki Musa ve sonuncusu İsa’dır. Kalem ile yazan ilk Peygamber ise İdris’tir.)
[Hakim-i Tirmizi]

İlk Peygamber

Hazret-i Âdem, ilk Peygamberdir. Kur’an-ı kerimde de mealen buyuruluyor ki:
(Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ile İmrân ailesini [Peygamber] seçip âlemlere üstün kıldı.) [Al-i imran 33]

(İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği nebilerden Âdem’in soyundan, Nuh ile birlikte
[gemide] taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in soyundan, doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir.) [Meryem 58]

Âdem aleyhisselamın ilk Peygamber olduğunu bildiren bir hadis-i şerif de şöyledir:
(Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselamdır.) [Taberani]

Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefi mezhebinin kurucusu imam-ı a’zam hazretleri de buyuruyor ki:
Resullerin ilki Âdem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır. (Fıkh-ı ekber)

Peygamberlerin bir kısmını inkâr etmek küfür olur. İşte bir âyet-i kerime meali:
(Allah'ı ve Peygamberlerini inkâr edenler, Allah ile Peygamberlerinin arasını ayırmaya çalışıp "Bir kısmına inanır bir kısmını inkâr ederiz" diyerek ikisi arasında bir yol tutanlar, işte onlar kâfirlerin ta kendisidir.) [Nisa 150]

Nebi ve resul nedir

Nebi, kendinden önce gelen Resulün dinini tebliğ eden Peygamberdir. Her resul nebidir; fakat her nebi resul değildir. Kitap gönderilen Peygambere Resul denir. Yeni din getirmeyip, önceki dine davet eden Peygamberlere Nebi denir. Peygamber Farsçadır, Resul veya Nebi anlamında kullanılır. Kur’an-ı kerimde bir Resul için, Nebi de denmesi onun Resul olmadığını göstermez. Peygamber efendimize Nebi de denmektedir. Kendilerine kitap verilen Resullerden bazıları şunlardır:

Hazret-i Musa, Resul ve Nebi idi. (Meryem 51, Araf 104, Zuhruf 46)
Hazret-i İsa, Resul ve Nebi idi. (Nisa 157, Maide 75)
Hazret-i Hud, Hazret-i Salih, Hazret-i Lut, Hazret-i Şuayb Resul idi (Şuara 125, 143, 162, 178)
Hazret-i Harun Nebi idi. (Nisa 163, Meryem 53) [Hazret-i Musa devrinde, Museviliğ tebliği etti.]
Hazret-i Yahya Nebi idi (A. İmran 39) [ Hazret-i İsa zamanında İseviliği tebliğ etti.]

Allah’ı mahluka benzetmek

Hacılara dağıtılan kitaplarda, hem Allah hiçbir şeye benzemez deniyor, hem de iki gözü var denilerek insana benzetmeye çalışılıyor. El ve kulak hususunda da aynı hatalar tekrar ediliyor. Allah’ı mahluklara benzetmekle mücessime fırkasına dahil olmuyorlar mı?
CEVAP
Hadid suresinin, (Nerede olsanız, O sizinle beraberdir) mealindeki dördüncü âyetini tevil edip, ilmen beraberdir diyorlar ama, öteki ifadelere gelince, ilmen demiyorlar, hâşâ Allah gökte oturuyor diyorlar. El, yüz, göz gibi ifadeler kullanıyorlar. Böylece Allah’ı mahluklara benzeterek müşebbihe [mücessime] fırkasına dahil oluyorlar. Her dilde teşbihler [benzetmeler] vardır. Kur’an-ı kerimde de o zamanın Araplarının anlayacağı teşbihler kullanılmıştır. Mesela buyuruluyor ki:
(Kâfirler, sağır, dilsiz, kör oldukları için doğru yola gelmezler.) [Bekara 18]

Herkes bilir ki kâfirler, sağır, dilsiz ve kör değildir. Burada bir teşbih vardır. Hakkı işitmedikleri için sağır, doğruyu söylemedikleri için dilsiz ve gerçekleri göremedikleri için kör denmiştir.

Göz
kelimesi ile ilgili yüzlerce deyim vardır. Birkaçı şöyledir:

Gözden düşmek
: Sevgi ve itibar kaybetmek.
Göze girmek: Sevgi ve itibar kazanmak.
Göz dikmek: Bir şeyi ele geçirme isteği duymak.
Göz altına almak: Nezarete almak, gözetim altına almak.
Göz altında tutmak: Gözetim altında bulundurmak.
Göz kırpmak
: Teşvik etmek, tasvip etmek.
Göz kırpmamak: Hiç uyumamak, geceyi uykusuz geçirmek, tehlikelere aldırmamak.
Göz önünde tutmak: Dikkate almak, hesaba katmak, ehemmiyet vermek.
Gözünü boyamak: Yanıltmak, kandırmak.
Göz açmak: Doğmak, rahata kavuşmak.
Göz açamamak: Fırsat ve zaman bulamamak.

Görüldüğü gibi bu deyimlerin hakiki göz ile hiç bir alakası yoktur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ümmetim birbirine sövdükleri zaman Allah’ın gözünden düşerler.) [Hakîm]
Hâşâ buradan Allahü teâlânın insan gibi iki gözü olduğu çıkarılamaz.

Hacılara dağıtılan kitapta, deyimler bilinmediği için veya üstadları öyle söylediği için Allah’ın iki gözü vardır deniyor. Delil olarak da şu âyet gösteriliyor:
(Ey Nuh, gemiyi gözlerimizin önünde yap.) [Hud 37]

Tefsir âlimleri, (Gemiyi nezaretimiz, gözetimimiz altında yap) diye açıklamışlardır. Bu âyeti delil getirip Allah’ın iki göz var demek çok yanlış olur. Allahü teâlâ hiçbir şeye benzemez. Hiçbir âyet ve hadiste Allah’ın iki gözü olduğu bildirilmiyor. Elbette Allahü teâlâ görür, ancak iki gözü vardır, onunla görür demek yanlıştır. Dünyanın her yerinde karanlıkta, binaların içinde olanları da görür, bilir. İki gözü ile görür demek yanlıştır. Bu yanlışlıklara deyimlerin bilinmemesi de sebep oluyor.

Mesela Türkçe’ye Ebu Turab [toprak babası], Hazret-i Ali’nin bir lakabıdır, Ebu Hüreyre [kedi babası] diye tercüme ediliyor. Bir insana toprağın veya kedinin babası denir mi? Türkçe’de para babası deniyor, baba ile hiç alakası var mıdır? Parası çok anlamındadır. Ebu Hüreyre de kediyi sever, ona şefkat duyar, acır, iyilik eder anlamındadır. Deyimleri söylenilen kelimelerle anlamaya kalkılırsa yanlışlıklar olur. Hacılara dağıtılan kitaplar böyle yanlışlıklarla doludur. Böyle kitaplar okunmamalıdır.

Sual: Hacca gidince bize çeşitli kitap ve CD verdiler. Not aldığım bazı yerleri size bildiriyorum. Bunlar yanlış değil mi?
CEVAP
Baştan sona kadar yanlıştır. Çünkü bir hak mezhebe göre yazılmamıştır. Kur’an ve Sünnetten kendi anladıklarını yazmışlar. Daha doğrusu kendi görüşlerine, (Kur’an ve Sünnet) demişler. Dört hak mezhebin (Kur’an ve Sünnet)’ten anladıkları hükümlere hiç önem verilmemiş. Sadece İbni Teymiyye’nin ve İbni Kayyım’ın görüşleri, (Kitab ve Sünnet) olarak kabul edilmiştir. Feth-ül-mecid gibi Vehhabi kitapları tavsiye edilmiştir. Bunların (Kur’an ve Sünnet) demekte samimi olmadıkları açıkça bellidir. Çünkü İmam-ı a’zam, İmam-ı Gazalî gibi büyük zatların (Kur’an ve Sünnet)’ten bildirdiklerini değil, İbni Teymiyye’nin ve diğerlerinin görüşlerini alıp adına, (Kitap ve Sünnet) demeleri bir aldatmacadan ibarettir.

Tilkinin kırk fıkrasının, kırkı da tavuk üzerine imiş. Vehhabilerin bütün dertleri de kabir ziyareti, yatırlara gitmek, ölüden yardım istemekle ilgilidir. (Peygamber de olsa, ölünce artık ondan yardım istenmez) diyorlar. Diri iken Resulullah'a "sallallahü aleyhi ve sellem" yardım ettiren Allahü teâlâ, vefat edince niye yardım ettirmesin ki? Yardım ettiren Allah, yardım eden ise ruhtur, ruh ölmez ki. Sitemizde ruhların ölmediği hakkında detaylı ve vesikalı bilgiler vardır.

Dört hak mezhebe aykırı olarak ince çoraba ve sarıklara mesh edileceğini söylüyorlar. Mest vasfı olmayan çoraplara mesh edilmez. (Hindiyye)

İmame [sarık], kalensüve [takke, külah] gibi her çeşit başlık ve eldiven üstüne mesh etmek caiz değildir. Çünkü bunları çıkarıp altlarını yıkamakta güçlük yoktur. Bu husustaki hadis şazdır. (Dürr-ül muhtar, Redd-ül muhtar) [Şaz hadis, senet, vesika olmayan hadis demektir.]

(Kur’an ve Sünnetten ictihad edin!) deniyor. Niye İmam-ı a’zama veya dört mezhepten birine uyun denmiyor? Biz, (Kur’an ve Sünnet)’i İmam-ı a’zam hazretlerinden daha iyi mi anlayacağız? 72 sapık fırkanın liderleri de, (Kur'an ve Sünnet)’ten kendi anladıklarına uydukları için sapıtmışlardır. Kendi anlayışımıza değil de, İmam-ı a’zamın ilmine güvenip onun (Kur’an ve Sünnet)’ten anladığına uymak niye sapıklık oluyor? İmam-ı a’zamın anladığı doğru değilse, bizim veya Selefî denilen sapıkların anladıkları nasıl doğru oluyor?

Mübarek geceler bid’at mi?

Mübarek geceler bid’at mi?

Sual: Selefiler, Kadir gecesi hariç, başta Mevlid gecesi olmak üzere bütün mübarek gecelere bid'at diyorlar. Bu gecelerin dindeki yeri nedir?

CEVAP
Cuma, bayram ve kandil günleri ve geceleri, Müslümanların mübarek gün ve geceleridir. Bu mübarek gün ve gecelere kıymet veren Allahü teâlâdır. Peygamberler de insandır. Ancak Allahü teâlâ onları kıymetlendirmiş, güzide mevki ihsan etmiştir. Diğer insanlardan niye ayırt ediliyor denemediği gibi, bazı gün ve geceleri kıymetli yaratan Allahü teâlâya da bugünleri diğer günlerden niye ayırdı denemez.

Mübarek geceler, İslam dininin kıymet verdiği gecelerdir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, dua ve tevbeleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibadet yapması, dua ve tevbe etmeleri için bu geceleri sebep kılmıştır. Bu geceleri ihya etmeli ve gecelere saygı göstermelidir. (Seadet-i Ebediyye)

İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
Ahiret yolcusunun ibadetle ihya edilmesi kuvvetle müstehab olan mübarek geceleri boş geçirmesi uygun değildir. Çünkü bunlar hayır mevsimleri ve kârı bol olan gecelerdir. Kazançlı mevsimleri ihmal eden tüccar, bir kâr sağlayamadığı gibi, mübarek geceleri gafletle geçiren ahiret yolcusu da maksada ulaşamaz. Bu geceler: Muharremin birinci gecesi, Aşûre gecesi, Recebin birinci, beşinci ve 27. gecesi ki buna Mirac gecesi denir. Şabanın 15. gecesi, Arefe gecesi ile iki bayram gecesidir. (İhya)

Bu gecelerin fazileti çeşitli hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. [Mübarek Gün ve Geceler maddesine bakınız.]

Her şeyden önce doğru itikad

Her şeyden önce doğru itikad

Sual: Hangi hallerde Ehl-i kıbleye [namaz kılana] kâfir denir?

CEVAP
Din kitaplarında bildiriliyor ki:
1- İmam-ı a’zam ve imam-ı Şafii, Ehl-i kıble olana kâfir denilmez buyurdu. Bu söz, Ehl-i kıble olan, günah işlemekle kâfir olmaz demektir. 72 fırka, Ehl-i kıbledir. İctihad yapılması caiz olan açıkça anlaşılamayan delillerin tevillerinde yanıldıkları için, bunlara kâfir denilmez. Fakat, zaruri olan ve tevatür ile bildirilmiş olan din bilgilerinde ictihad caiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmayan, sözbirliği ile kâfir olur. Çünkü, bunlara inanmayan, Resulullaha inanmamış olur. İman demek, Resulullahın Allahü teâlâ tarafından getirdiği, zaruri olarak bilinen bilgilere inanmak demektir. Bu bilgilerden birine bile inanmamak küfür olur. (Milel-nihal tercümesi)

2-
72 bid'at fırkası, namaz kıldığı ve her ibadeti yaptığı halde, bir kısmı mülhiddir. Dinde icma ile bildirilen bir inanışı veya bir işi inkâr eden, kâfir olacağı için, La ilahe illallah Muhammedün Resulullah dese ve her ibadeti yapsa ve her günahtan sakınsa da, artık buna ehl-i kıble denmez. (Hadika)

3-
Zaruri din bilgilerinden veya iman edilecek şeylerden birine bile inanmayan, La ilahe illallah Muhammedün Resulullah dese de, kâfir olur. (Redd-ül Muhtar)

4-
72 bid'at fırkası, Ehl-i kıble olduğu için, bunlara kâfir denmez. Fakat bunların, dinde inanması zaruri olan şeylere inanmayanları kâfir olur. (Mekt. Rabbani 2/67, 3/38)

5-
Meşhur bir farzı inkâr eden kimse, namaz kılsa da kâfir olur. (Berika)

6-
Her namaz kılana ehl-i kıble denmez. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Yalan söyleyen, sözünde durmayan ve emanete hıyanet eden, Müslüman olduğunu söylese, namaz kılsa, oruç tutsa da münafıktır.) [Buhari]

7-
İmanın 6 şartından birine inanmayan, namaz kılsa da kâfirdir. (Eşiat-ül-lemeat)

(Haramlardan kaçıp, ihlasla, la ilahe illallah diyen Cennete girer)
hadis-i şerifindeki İhlasla ifadesi için Resulullah efendimiz, (Söyleyeni haramlardan alıkoymasıdır) buyurdu. (Taberani)

Haramlardan kaçmayanın imanını koruması zorlaşır. Eğer imanını koruyamamışsa sonsuz Cehennemde kalır.

8- Ahir zamanda, namaz kıldığı halde kâfir olanlar olacaktır. Bir hadis-i şerif meali:
(Ahir zamanda bir camide binden fazla kişi namaz kılacak, fakat, içlerinde bir tane mümin bulunmayacaktır.) [Deylemi]

9-
Bir Müminin kâfir olmasını isteyerek ona kâfir diyen Mümin kâfir olur. Bir hadis-i şerif meali:
(Bir Müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olur.) [Buhari]
Vehhabiler, Ehl-i sünnete müşrik dedikleri için, bu yönden de kâfir oluyorlar. Kâfire Müslüman diyen de kâfirdir. (Şevahid-ül-hak)

10-
Küfür söz söyleyen namaz kılsa da kâfir olur. Küfür söz çoktur. Mesela şunlar küfürdür:
- Zaruretsiz Hristiyanın Noel’ini kutlamak, Kilise’ye gidip âyinlerine katılmak, âyinlerini tasvip etmek, haçlarını takmak. (Birgivi, Mek. Rabbani)

-
(Muhammedün Resulullah demek şart değil, Allah’a inanan herkes Cennete gidecek) demek. Hristiyan ve Yahudileri de Cennetlik bilmek. (Feraid-ül-fevaid)

-
Allah’ı cisim sanmak, gökte oturuyor demek. (Miftah-ül Cenne)
Bir âyet meali:
(Onun benzeri hiç bir şey yoktur.)
[Şura 11] (Mekan sahibi olmak, bir yere oturmak mahluka benzetmek olur.)

-
Mirac’da Resulullahın, Mekke’den Kudüs’e götürüldüğüne inanmamak. (Bahr)

Doğru iman sahibi olmaya çalışmalı. İtikadı düzeltmeden namazın, ibadetin faydası olmaz. Doğru itikad, ehl-i sünnet itikadıdır, bu da 1 rakamı gibidir. İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır gibidir. Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri artar. 1 çekilirse hepsi 0 olur.

Vehhabinin Şirk kitabı

Vehhabinin Şirk kitabı

Sual: Muhammed bin Abdurrahman el-Humeyyis isimli bir Vehhabi, ŞİRK diye bir kitap yazmış. Adını da, Hanefi ulemasına göre ŞİRK koymuş. Vehhabilerden nakil yaparak, Hanefi ulemasının yaptıklarına şirk diyor. Hanefi uleması diye, Şah Muhammed İsmail Dehlevi adında birinin bozuk fikirleri anlatılıyor. Hanefi ulemasından denilen bu zat kimdir?

CEVAP
Seadet-i Ebediyye'de deniyor ki:
(Şah Veliyullah-ı Dehlevi'nin dördüncü oğlu Şah Abdülgani gençken vefat etti. Bunun oğlu Şah İsmail 1781'de Delhi’de doğdu. Büyük Ehl-i sünnet âlimi olan dedesinin yolundan ayrılarak Vehhabi oldu. Vehhabilik inançlarının Hindistan’da yayılmasına önderlik yaptı.

Bu fitnenin başı olan Muhammed bin Abdülvehhab-ı Necdi’nin Kitab-üt-tevhid isimli kitabını Urdu diline tercüme ederek Takviyet-ül iman ismiyle bastırdı. Böylece, Vehhabiliğin Hindistan'da yayılmasına önayak oldu. Farsçaya tercüme edilip, Takvim-ül beyan ismiyle bastırıldı. Sırat-ı müstakim ve başka kitaplar da neşrettiyse de, Ehl-i sünnet âlimlerinin reddiyeleri karşısında, Pişavur şehrine kaçtı. Müslümanlara önder olmak düşüncesiyle, orada Sihlere cihad ilan etti.

Çok Müslümanın telef olmasına sebep oldu. Kendisi de bu savaşta 1831'de öldürüldü. Dedesinin şöhretine aldanarak, bunun tuzağına düşmüş olanlardan Abdullah-ı Gaznevi, Nezir Hüseyin Dehlevi, Muhammed Sıddık Hasan Han, Reşid Ahmed Kenkühi ve Diyobend şehrindeki medresenin bazı hocaları, Vehhabiliğe kendi düşüncelerini de karıştırıp, kitaplar neşrederek, Hindistan’da Vehhabilik ismi altında, yeni bir çığır açtılar.)

Vehhabiler kendilerine Hanefiyiz veya Ehl-i sünnetiz diyerek Müslümanları kandırmaya çalışıyorlar. Vehhabileri de, Hanefi veya Hanbeli âlimi gibi gösterebiliyorlar, yani her türlü hileyi yapabiliyorlar. Bunların tuzaklarına düşmemeli.

Vehhabilerin bozuk yönleri

Vehhabilerin bozuk yönleri

Aşağıdaki yazılarda önce vehhabilerin görüşleri yazılmış, sonra bunlara cevap verilmiştir.

1- Allah yarattıklarına benzemez

Vehhabiler, Allah’ı insana benzeterek (Allah Kürsüye oturmuştur) diyorlar. (Feth-ul-Mecid, Abdurrahman bin Muhammed bin Abdulvahhab. s.256. Darusselam Yayınevi Riyad)
Vehhabi İbni Baz diyor ki:
Allah hakkında, organ ve cismi reddetmek yanlıştır. (Tenbihat firreddi ala men teevveles-sıfat İbni Baz s.19 Müftülük Genel Başkanlığı. Riyad)
Allah, kendisinin suretine benzeyen insanı yarattı. (İman ehlinin Âdem’in Rahman suretinde yaratılmasıyla ilgili akidesi [İbni Baz bu kitabı övdü], Mahmud el-Tuveyciri s.76 Dar el-Liva, Riyad)
CEVAP
Allahü teâlâ ne Arş’a ne de Kürsü’ye oturmaz; çünkü oturmak insanların sıfatlarındandır. Allahü teâlâ hâşâ cisim değildir, uzuvlardan da münezzehtir. Yarattıklarına da kesinlikle benzemez. Bir âyet-i kerime meali:
(O’nun eşi ve benzeri yoktur) [Şura 11]
(Eli var, ayağı var, oturur, kalkar) gibi yapılan her türlü benzetmeler, bu âyet-i kerimeye aykırı olur.

2-Allah mekandan münezzehtir

Allah zatiyle Arşın üstündedir. (Hac Dergisi Yıl 49 11. bölüm s. 73–74 H. 1425 Mekke)
CEVAP
Bu da, (O’nun eşi ve benzeri yoktur) mealindeki âyet-i kerimeye aykırıdır. Arş sonradan yaratılmıştır. Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir. Bir hadis-i şerif meali:
(Allah ezelde varken O’ndan başka hiç bir şey yoktu.) [Buhari]

3- İstiva

İstivayı istila manasında açıklayan kâfirdir. (Halakatün Memnua, Hüsam el-Akkad, s.26 Darüssahabe Tanta)
Allah Arş’a oturdu. (Nazarat ve Takibat ala mafi kitap el-selefiye, Salih el-Fozan, s.40, Dar el-Vatan, Riyad)
Kürsü Allah’ın ayaklarının bastığı yerdir. (Tefsir Ayet-ül Kürsi, s.19 İbnül Cevzi kütüphanesi)
CEVAP
Bu da, (O’nun eşi ve benzeri yoktur) mealindeki âyet-i kerimeye aykırıdır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istiva edendir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.) [Hadid 4]
Vehhabiler hem tevili inkâr ediyorlar, hem de bu âyetin ikinci kısmını, yani (Nerede olursanız olun, sizinle beraberdir) kısmını tevil ediyorlar. Allah’ın sıfatları tevil edilmez dedikleri halde, (Nerede olsanız, O sizinle beraberdir) kısmını tevil ederek tezada düşüyorlar. Beraberliği ilmen diye tevil ediyorlar da, istivayı dine uygun tevil etmeye yanaşmıyorlar. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
Ehl-i bâtıl, istiva, vech, yed gibi kelimeleri tevil etmedikleri için sapıtmışlardır. İstiva demek, Arşa hükümran olması, Arş’ı hükmü altına alması demektir. (Hükümdar, Irak’ı kansız olarak istiva etti) demek, (Irak’ı kansız olarak ele geçirdi) demektir. (İlcam-ül-avam)

4- Allah’ı hareketten tenzih etmek


Allah yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya hareket eder. (Fetava-i el-Akideh, s.742)
CEVAP
Bu da, (O’nun eşi ve benzeri yoktur) mealindeki âyet-i kerimeye aykırıdır.
(Tatarhaniyye) fetva kitabında, (Milel ve Nihal) kitabında ve bütün muteber kitaplarda (Mücessime) ve (Müşebbihe) fırkaları gibi, (Allahü teâlâ cisim gibidir. Arş üzerinde oturur, iner, yürür) gibi hususlara inananların kâfir oldukları yazılıdır.

5- Allah’ın kelamı

Allah’ın kelamı harf ve sesledir. Allah’ın kelamı neviyle kadim, efradıyla hadis yani sonradan meydana gelmiştir. (Fetavel Akideh s. 72; Nazarat ve Takibat ala ma fi kitap es-Selefiyye, s.23, Riyad)
CEVAP
Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlânın kelam sıfatı ezelidir. Hiç değişmez. Harfli, sesli değildir. Emir, yasak, haber vermek gibi ve Arapça, Farsça, İbranice, Türkçe, Süryanice olmak gibi değişmesi yoktur. Böyle şekiller almaz, yazılmaz. Zihin, kulak ve dil gibi aletlere, vasıtalara muhtaç değildir. Hangi dil ile söylemek istense, söylenebilir. Böylece, Arapça söylenirse, Kuran-ı kerim denir. (İtikadname)

6- Önceki âlimleri kötülemek


Benim şeyhlerimden hiç kimse, La ilahe illallah’ın manasını bilemedi. (Muhammed bin Abdülvehhab’ın Riyad halkına gönderdiği risale, 2/137-138)
CEVAP
Vehhabiler, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri yanlış tefsir ederek, kendilerinden başka bütün Müslümanlara müşrik diyorlar. Önceki bütün İslam âlimlerini de cahillikle itham ediyorlar. Birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ahir zamanda bazıları, sizin ve atalarınızın yolundan ayrılıp, sünnetimden uzak kalacaklar, onlardan uzak durun!) [Müslim]
(Kâfirler, kâfirler için gelmiş olan âyetleri, Müslümanlara yükletirler.) [Buhari]
(Bu ümmetin sonunda gelenler, önceki âlimleri kötülediği, cahillikle suçladığı zaman, ilmini gizleyen, Allah’ın indirdiği Kur’anı gizlemiş olur.) [İbni Mace]

7- Müslümanı tekfir etmek

Ehl-i sünneti tekfir ediyorlar. (Essuhubul Vabile s.39, Acaibul Asar 7/146)
CEVAP
Müslümanı tekfir etmek küfür olur. İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(La ilahe illallah diyene, işlediği günahlardan dolayı kâfir demeyin! Buna kâfir diyenin kendisi kâfir olur.) [Buhari]
(Mümine kâfir diyenin, kendisi kâfir olur.) [Buhari]

8- Cehennem sonsuzdur

Cehennem yok olacak ve kâfirlerin azapları sona erecek. (El-kavlul-Muhtar Lifenai el-Nar, Ateşin Faniliği İçin Seçkin Söz, Abdulkerim Elhamid. S.7 Riyad)
CEVAP
Fikir babaları İbni Teymiyye de, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacağını inkâr ediyor. Cehennem sonsuzdur, kâfirler orada sonsuz kalırlar. İki âyet-i kerime meali şöyledir:
(Cehennemde temelli kalırlar, azapları hafifletilmez ve geciktirilmez.) [Al-i İmran 88]
(Orada devamlı kalırlar, azapları hafifletilmez, kurtuluş ümitleri de yoktur.) [Zuhruf 75]

9- Âdem aleyhisselam peygamberdir

Âdem ne nebi, ne de resuldür. (Peygamberlere Cümleten İman etmek, Abdullah bin Yezid, El-Mekteb El-İslami, Beyrut)
CEVAP
İki âyet-i kerime meali:
(Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ile İmran ailesini [Peygamber] seçip âlemlere üstün kıldı.) [Al-i imran 33]
(İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği Peygamberlerden Âdem’in soyundan, Nuh ile birlikte [gemide] taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in soyundan, doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir.) [Meryem 58]
İki hadis-i şerif meali:
(Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselamdır.) [Taberani]
(Resullerin ilki Âdem, sonuncusu ise Muhammed’dir. İsrail oğullarının nebilerinin ilki Musa ve sonuncusu İsa’dır. Kalem ile yazan ilk Peygamber ise İdris’tir.) [Hakim-i Tirmizi]
İmam-ı a’zam hazretleri de buyuruyor ki:
Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır. (Fıkh-ı ekber)

10- Ebu Cehil ve Ebu Leheb


Ebu Leheb ve Ebu Cehil bile, la ilahe illallah Muhammedün Resulullah dediği halde, evliya ile tevessül eden Müslümanlardan daha çok muvahhid ve imanları daha ihlâslıdır. (Tevhidi nasıl anlarız? Muhammed Başemil s.16, Riyad)
CEVAP
Evliya düşmanlığında ne kadar ileri gitmişler. Ebu Cehil ve Ebu Leheb kâfirleri hâşâ muvahhid ve mümin değildir, Cehennemliktir. Bir âyet-i kerime meali:
(Ebu Leheb alevli ateşte yanacaktır.) [Leheb 3]
Bedir’de Ebu Cehilin başı getirildiğinde, Resulullah efendimiz buyurdu ki:
(Ey Allah’ın düşmanı, seni zelil eden Allahü teâlâya hamd olsun! O, bu ümmetin, Firavunu idi.) [İ. Ahmed]

11- Eş’ariler ve Maturidiler

Eş’ariler ve Maturidiler Ehl-i sünnet vel cemaat olarak adlandırılmayı hak etmez. (İslam’da Meşhur Müceddidler. İbni Teymiye ve Muhammed bin Abdulvehhab s.23 Müftülük Genel Başkanlığı, Riyad)
Yukarıdaki âlimler, Eş’arileri tekfir etmiştir. (Feth-ul-Mecid, Abdurrahman bin Muhammed bin Abdulvahhab. s.353 Darusselam Yayınevi Riyad)
CEVAP
Eş’arileri tekfir etmek Ehl-i sünneti tekfir etmektir. İslam âlimlerinden Taşköprüzade şöyle yazmıştır:
(Ehl-i sünnet vel-cemaatın kelam ilmindeki reisleri iki zattır. Bunlardan biri Hanefi, diğeri Şafii’dir. Hanefi olanı, Ebu Mensur Matüridi, Şafii olanı ise Ebül Hasen el-Eşari’dir.)
Zebidi de şöyle demiştir:
(Ehl-i sünnet vel-cemaat ismi geçince, Eşariler ve Matüridiler kastedilir.)

12- Peygambere salevat getirmek


Allahümme salli ala Muhammed tıbbil-kulubi ve devaiha ve afiyetil ebdani ve şifaiha ve nuril-absari ve diyaiha sözü şirktir. (Tevhide Nasıl Hidayet Oldum, Muahmmed Cemil Zeno, s. 83, 89 Darul-Feth Al-Şarika)
CEVAP
Resulullaha salevat getirmeye şirk denmesi de çok çirkindir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah ve melekleri, Resule salevat getiriyor. Ey iman edenler, siz de, teslimiyetle, ona salevat getirin.) [Ahzab 56] (Allah’ın salevat getirmesi yani salât etmesi rahmet etmek, meleklerinki dua etmek, müminlerinkiyse Onun şefaatini talep etmektir.)
Üç hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Bana bir salât getirene, Allah ve melekleri yetmiş salât getirir.) [İ. Ahmed]
(Şefaatime en layık olan, bana en çok salât okuyandır.) [Tirmizi]
(Bana çok salevat getirenin dertleri gider, günahları affolur.) [Tirmizi]

13- La ilahe illallah demek

La ilahe illallah diye zikretmek bid’at ve şirktir. (Yasak Halkalar, Husam el-Akkad.s .25 Dar el-Sahaba, Tanta)
CEVAP
Zikre şirk demek kadar büyük sapıklık olmaz. Üç âyet-i kerime meali şöyledir:
(Kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.) [Rad 28]
(Allah’a ve ahiret gününe [inanıp] kavuşmayı arzulayanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Resulullah elbette güzel bir örnektir.) [Ahzab 21]
(Rahmân’ı zikirden yüz çevirene, yanından ayrılmayan bir şeytan musallat ederiz.) [Zuhruf 36]
Üç hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Zikrin efdali, La ilahe illallah, duanın efdali de elhamdülillahtır.) [Tirmizi]
(La ilahe illallahı çok söyleyerek imanınızı tazeleyin!) [Taberani]
(Günde yüz defa La ilahe illallah diyenin yüzü kıyamette ayın 14 ü gibi parlar.) [Taberani]

14- Tasavvuf düşmanlığı

Yahudilerden önce tasavvufla savaşın; çünkü onlarda Mecusi ruhu vardır. (El-Mecmua el-Mufid min akidet el-tevhid, s.102 Mektab Darül-fikr, Riyad)
CEVAP
Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Allahü teâlânın, kalbime doldurduğu feyzlerin, nurların hepsini Ebu Bekr’in kalbine akıttım.) [Mektubat-ı Masumiyye]
Hazret-i Ebu Hüreyre de buyuruyor ki:
(Resulullahtan iki türlü ilim öğrendim. Bunlardan birini sizlere bildirdim. İkincisini söylersem, beni öldürürsünüz.) [Buhari]
İmam-ı a’zam hazretleri, ictihadda en yüksek dereceye ulaştığı halde, Cafer-i Sadık hazretlerine talebe oldu. Daha sonra, talebe olduğu iki seneyi kastederek, (Ömrümün son iki senesi olmasaydı, Numan helak olurdu) buyurdu.
Hazret-i Ömer vefat edince, oğlu Abdullah hazretleri, (İlmin onda dokuzu öldü) buyurdu. İşitenlerin buna şaşırdıklarını görünce de, (Fıkıh bilgilerini değil, Allah’ı tanımak ilmini söyledim) buyurdu. (Buhari)
Muhammed Masum Faruki hazretleri de buyuruyor ki:
Tasavvuf marifetlerinin hepsi Resulullahtan gelmektedir. Bunların isimleri sonradan konulmuştur. Resulullahın Peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalble zikretmekte olduğunu muteber kitaplar yazmaktadır. (2/59)

15- Peygamberi ve Evliyayı vesile ederek dua etmek


Peygamberin hürmetine demek caiz değildir. (Et-Tevhid, s.70, Riyad)
Mısır’ın en büyük tanrıları Ahmed El Bedevidir. Şam ehli de, İbni Arabî’ye taparlar. Hicaz ve Yemen halkı arasında puta ve kabirlere tapmak küfrü yayılmıştır. (Feth-ul Mecid, s.216–217)
CEVAP
Ahmed Bedevi, Resulullah efendimizin soyundadır. Müslümanların ziyaret edip feyz aldığı türbesinde, İslamiyet’e uymayan hiçbir şey yapılmıyor. (Mirat-ül-Medine, s.1049)
Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü de, ancak onlar gibi yüksek olan İslam âlimleri anlamıştır. İmam-ı Rabbani hazretlerinin (Mektubat) kitabı, bu yüce Velinin övgüsüyle doludur. Abdülgani Nablüsi hazretleri de (Hadika) kitabında anlatmaktadır.
Kabir ziyaretinde evliya ile tevessül etmeye şirk diyorlar. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) [Deylemi]
Yine Peygamber efendimiz, (Allahümme innî es’elüke bihakkıssâilîne aleyke = Ya Rabbi, senden isteyip de, verdiğin kimselerin hatırı için, senden istiyorum, diye dua ediniz) buyururdu. (İbni Mace)
Bir hadis-i şerif meali daha şöyledir:
(Âdem aleyhisselam dua edip dedi ki:
— Ya Rabbi! Muhammed aleyhisselam hakkı için beni affet!
Allahü teâlâ da ona sordu:
— Ey Âdem, Onu daha yaratmadım, Onu nereden biliyorsun?
— Ya Rabbi! Beni yaratınca, başımı kaldırdım. Arşın eteklerinde, La ilahe illallah Muhammedün resulullah yazılmış olduğunu gördüm. Sen isminin yanına, en çok sevdiğinin ismini yazarsın. Bunu düşünerek Onu çok sevdiğini anladım.
— Ey Âdem, doğru söyledin. Mahlûklarımın içinde, en çok sevdiğim Odur. Onun için, seni affettim. O olmasaydı, seni yaratmazdım.)
[Beyheki]

16- Mübarek gün ve geceler bid’at değildir

Şaban ayının 15’ini namaz ve oruçla geçirmek haramdır. (Et-Tevhid, s.101, Riyad)
Peygamberin mevlidini kutlayarak Yahudiliğe benziyorlar. (Et-Tevhid, s.115-116; Et-Tehziru min el bid'a, s.5, Riyad)
Dini geceleri kutlamak haramdır. (Et-Tevhid, s.120, Riyad)
CEVAP
Kendileri Vehhabiliğin kuruluşunu her sene bir hafta boyunca kutluyorlar.
Peygamber efendimizin doğum gününü kutlamayı Yahudiliğe benzetmeleri çok çirkindir. Bizzat Peygamberimiz kendi doğum gününü kutlamıştır. Hadis-i şerifte, (Beni övmek ibadettir) buyuruluyor. Resulullahı övmek, bid’at değil ibadettir. Mevlid kandilinde, Peygamber efendimizin doğum zamanlarında görülen halleri, mucizeleri okumak, dinlemek çok sevabdır. Kendisi de anlatırdı. Eshab-ı kiram da bir yere toplanıp, okurlar ve birbirlerine anlatırlardı. (Seadet-i Ebediyye)
Resulullah pazartesi günü oruç tutardı. Sebebini sorduklarında, (Bugün dünyaya geldim. Şükür için oruç tutuyorum) buyurdu. (Hak Sözün Vesikaları)
İslam âlimleri, mevlid gecesine çok önem vermişlerdir. Hazret-i Mevlana, (Mevlid okunan yerden belalar gider) buyurmuştur. Mevlid gecesi, Kadir gecesinden sonra en kıymetli gecedir. Hatta Mevlid gecesinin Kadir gecesinden de kıymetli olduğunu bildiren âlimler de vardır.
El-mukni, el-miyar ve Tenvir-ül-kulub kitaplarında Mevlid gecesinin Kadir gecesinden kıymetli olduğu bildiriliyor. (Ed-dürer-ül-mesun)
Diğer bütün mübarek gün ve geceler de, hadis-i şerifle bildirilmiştir. Birkaç örnek verelim:
(Herkese duyurun! Bugün bir şey yiyen, akşama kadar yemesin, oruçlu gibi dursun! Bir şey yemeyen de oruç tutsun! Çünkü bugün Aşûre günüdür.) [Buhari]
(Şabanın 15. gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allahü teâlâ buyurur ki: “Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızk isteyen yok mu, rızk vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, afiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin vereyim.” Bu hâl, sabaha kadar devam eder.) [İbni Mace]
(Şu beş gecede yapılan dua geri çevrilmez: Regaib gecesi, Berat gecesi, Cuma gecesi, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi.) [İ. Asakir]

17- Peygamber efendimizin kabrini ziyaret

Peygamber kabrinin ziyaretiyle ilgili rivayet edilen hadisler yalandır. (Et-Tahkik vel İzah li-Kesir min Mesail el-Hac vel-Umre vez-Ziyare, s.89)
CEVAP
Vehhabileri yalanlayan birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kabrimi ziyaret edene şefaatim vacip oldu.) [Beyheki, Dare Kutni, Taberani]
(Kabrimi ziyaret edene şefaatim helal oldu.) [Bezzar]
(Hac edip kabrimi ziyaret eden, beni diri iken ziyaret etmiş gibi olur.) [Taberani, Dare Kutni, İbni Cevzi]
(Hac edip de, beni ziyaret etmeyen, beni incitmiş olur.) [Dare Kutni, İ. Malik]
(Mazeretsiz beni ziyaret etmeyen bana cefa etmiş olur.) [İbni Neccar]
(Kabrimin yanında, benim için okunan salevatı işitirim. Uzak yerlerde okunanlar bana bildirilir.) [İbni Ebi Şeybe]

18- Resulullahın kabrini ziyarete gitmek

Hacı olsa da uzaktan Medine’ye Peygamberin kabrini ziyaret için gelmek haramdır. (Et-Tahkik vel İzah li-Kesir min Mesail el-Hac vel-Umre vez-Ziyare, s.88, 89, 90)
CEVAP
İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(Sadece beni ziyaret için gelen, kıyamette şefaatimi hak etmiş olur.) [Müslim, Taberani]
(Vefatımdan sonra beni ziyaret eden, hayatımda ziyaret etmiş gibidir.) [Beyheki]

19- Kabrin üzerine hurma dalı koymak

Kabre hurma dalı koymak caiz değildir. (Fethul Bari’ye yorum 1/320, Dar-ul Maarife)
CEVAP
Peygamber efendimiz, iki kabrin yanına gelince, bir hurma dalı getirilmesini emretti. Hurma dalını ikiye kırıp, yarısını bir kabre, yarısını da diğer kabrin üstüne koyup, (Bu dal yaş kaldığı sürece azapları hafifler) buyurdu. (İ. Mace)

20- Kadınların kabir ziyareti


Peygamberin kabri de olsa, kadınların kabir ziyareti büyük günahtır. (Fetavel Mühimme, s.149–150, Riyad)
CEVAP
Hayzlı kadın bile kabir ziyareti yapabilir. Hayzlı veya cünübün, kabir ziyaret etmesinde, bir sakınca yoktur. (Hindiyye)
İmam-ı Birgivi buyuruyor ki:
Resulullah, kabir ziyaret eden kadınlara sonradan izin verdi. (Etfal-ül-müslimin)

21- Erkeğin sakalı


Erkeğin sakalını az da olsa kesmesi haramdır. (Et-Tahkik vel İzah li-Kesir min Mesail el-Hac vel-Umre vez-Ziyare, s.16)
CEVAP
Hâlbuki Vehhabiler kendileri sadece çenede sakal bırakırlar.
Sakal âdete ait sünnetlerdendir. Kâfirlerden de sakallı olanlar var idi. Buhari, Müslim, Nesai, Ebu Davud, Tirmizi’nin rivayet ettiği (Sünnet olan on şeyden biri sakal bırakmaktır) hadis-i şerifi sakalın sünnet olduğunu açıkça bildirmektedir. (Redd-ül-muhtar)

22- Âdet dönemindeki kadını boşamak


Âdet dönemindeki boşanma geçerli olmaz. (Fetavel Mer’a, s.137, Riyad)
CEVAP
Hayzlıyken yapılan talak, haram olmakla beraber sahihtir. (Redd-ül-muhtar)

23- Minare yapmak


Camilere minare yapmak münker iştir. (Tevcihat İslamiyye, s.123. İslami İşler Bakanlığı Baskısı, Riyad)
CEVAP
Peygamber efendimiz, ezanın yüksek yere çıkılarak okunmasını emretmiştir. Bu hadis-i şerife istinaden minareler yapılmıştır. (Seadet-i Ebediyye)
Eshab-ı kiramdan Mesleme bin Mahled, Mısır’da vali iken, hicri 58 yılında, ilk minareyi yaptırdı. (Mirat-ül haremeyn)

24- Ölüye Kur’an okumak


Kabir başında Kur’an okumak haramdır. (Tevcihat İslamiyye, s.137. İslami İşler Bakanlığı Baskısı, Riyad)
CEVAP
Kabristanda yüksek sesle Kur’an-ı kerim okumak mekruhsa da; kendi işiteceğimiz sesle okumak sünnettir.

Kabristanda, yüksek sesle veya yavaşça, (Sûre-i mülk) okunabilir. Diğer sûrelerin de okunacağı, (Zahîre) kitabında, (kabirlerin yanında Kur’ân-ı kerîm okumanın fazileti) anlatılırken bildirilmektedir. Kâdîhân Hasenin (Hâniyye) fetvalarında yazılı olduğu gibi, meyyitin Kur’ân-ı kerim sesini duyarak rahatlamasını niyet eden kimse, yüksek sesle okur. Böyle niyet etmeyen kimse, yavaş okur. Çünkü, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerimi nasıl okunursa okunsun işitir. (Kıyâmet Ve Âhiret)

Kabristanda Kur’an okumak sünnettir. (Tahtavi)
Mezarlıkta Kur’an okuyup, sevabını ölülere hediye etmeli. (Hindiyye)
Bir hadis-i şerif meali:
(Kabristana giren kimse, Yasin suresini okusa, o gün ölülerin azapları hafifler. Ölülerin sayısı kadar o kimseye sevap verilir.) [Etfal-ül müslimin]

25- Muska takmak

Boyna dua ve âyet asmak haramdır. (Fetavel Mühimme, s.110–111, Riyad)
CEVAP
Eshab-ı kiramdan Abdullah bin Ömer, (Gazap, ceza ve kullarının şerrinden, şeytanların vesveselerinden ve hazır bulunmalarından, Allah’ın âyetlerine sığınırım) yazar ve büluğa ermemiş çocuklarının boyunlarına asardı. (Tirmizi)
Âyet-i kerime ve dua yazılı muskayı muşamba, naylon gibi su geçirmez şeylere sarılı olarak cünübün bile taşıması ve helâya girmesi caizdir. (Halebî, Dürr-ül-muhtar)

26- Müteşabih âyetlerin tevili


Müteşabih âyetleri tevil etmek caiz değildir. (El Kavaid-ul Müsle, s.45 Riyad)
CEVAP
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir. Ehl-i bâtıl, istiva, vech, yed gibi kelimeleri tevil etmedikleri için sapıtmışlardır. Allah’ın, Arşı istiva etmesi, Arşı hükmü altına alması demektir. (Hükümdar, Irak’ı kansız olarak istiva etti) demek, (Irak’ı kansız olarak ele geçirdi) demektir. Bu sapıklıklarına da (Selefin yolu) diyerek selef-i salihine, [Eshaba ve Tabiine] iftira ediyorlar. Yedullahtaki yed kelimesini el gibi düşünmemeli. Mesela, (Falanca şehir, filanca valinin elinde) denilince, o şehrin valinin elinin içinde değil, onun idaresi altında olduğu anlaşılır. İstiva, vech gibi kelimeler böyle tevil edilir. (İlcam-ül-avam)

27-Tesbih kullanmak


Tesbih kullanmak bid’attir. (El Hediye-tüs Sünniye, s.47 Mısır)
CEVAP
Tesbihleri parmakla saymak ve tesbih kullanmak caizdir. Resulullah, bir kadının çekirdeklerle veya çakıl taşlarıyla tesbih çektiğini gördüğü halde yasaklamamıştır.
(Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, İbni Hibban, Hâkim)

“Tuhfet-ül ihvan” vehhabi kitabı

“Tuhfet-ül ihvan” vehhabi kitabı

Sual: Hacılara dağıtılan, ünlü vehhabi İbni Baz’ın, sualli cevaplı Tuhfet-ül ihvan isimli kitabı ektedir. Dine aykırı yerleri nelerdir?

CEVAP
Kitabın tamamı dine aykırıdır.

Birincisi, âyet ve hadislere indî yorumlar yapmıştır. Muteber hiçbir İslam âliminden nakil yapmamıştır. Mezhepler üstü, yani mezhepsizce yazmıştır.

İkincisi, İbni Teymiye ve İbni Kayyım’ın sözlerini delil olarak almış; fakat dört imamın sözlerine ve hiçbir fıkıh kitabına itibar etmemiştir. Zaten hiçbir mezhebi kabul etmemektedir.

(Gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun) âyetini, hiç ilgisi olmayan birçok meseleye delil göstermiştir. Mesela, (Namaz kılarken önünden geçene mani olma gücün olmadığı için, hiç mahzuru olmaz) diyor. Hâlbuki fıkıh kitaplarında herkesin gelip geçeceği yere duran da günah işler buyuruluyor. Ya öne sütre koymalı veya insanların geçmeyeceği bir yere durmalı. Bir hadis-i şerifte de, (Namaza dururken sütre koyun! Geçmek isteyene mani olun!) buyuruluyor. (İbni Mace)

(Ameller niyete göredir) hadis-i şerifini de, ilgisiz yerlere delil getirmiş, niyetin düzgünse, yaptığın yanlış olmuş, önemi yok demektedir.

Üçüncüsü, kendini bütün âlimlerin üzerinde görüyor. (Âlimlerin iki görüşünden en doğru olanına göre şöyledir) diyor. Farklı ictihadlara, doğru veya yanlış diyebiliyor. İctihadın ictihadla nakzedilemeyeceğini yani iptal edilemeyeceğini bilmiyor. Birkaç örnek verelim:

1- Kitabın büyük bölümünde, kabir ziyaretine, Resulullah’tan ve Evliyadan yardım istemeye şirk denmektedir. Hatta İbni Baz, (Türbede kılınan namaz bâtıldır. İsterse kabir arkada kalsın fark etmez; çünkü kabrin yanında kılınan namaz şirke götürür) diyor. Hâlbuki kabir yanda veya arkada olursa mahzuru olmaz. Hadis-i şerifte sadece, (Kabre karşı namaz kılmayın!) buyuruluyor. (Nesai)

Kabre karşı değilse, namaz mekruh olmaz. Kıbleyle kabir arasında, perde, duvar olursa veya kabir yandaysa, namaz mekruh olmaz. (Hindiyye)

2-
(Elbisesinde namaza mani olacak necaset bulunduğu halde, unutup necasetli elbiseyle namaz kılsa, (Rabbimiz unutur veya hata edersek, bizi sorumlu tutma) âyeti gereğince namazı sahih olur) diyor. Âyet-i kerime bütün unutmalara, hatalara şamil olur mu hiç? Mesela bir kimse unutup öğleyi kılacakken ikindiye niyet edip kılsa namazı sahih olmaz. Abdestsizken unutup namaz kılsa, sonra hatırlasa namazı sahih olmaz. Demek ki, bu âyeti her yere delil getirmek yanlıştır.

3- (Meşru sebeple 3 gün veya daha az bayılan, ayılınca bunları kaza eder) diyor. Hâlbuki 24 saatten çok baygın kalan kaza etmez. 24 saatten az bayılan kaza eder. (Eşbah)

4-
(İki görüşten en doğru olanına göre, kazaya kalan namazları kaza etmek gerekmez; çünkü namazı kazaya bırakmak küfürdür. Kâfirse, ibadetten sorumlu değildir) dedikten hemen sonra, (Namazı kasten terk eden kimse, namazın farz olduğunu inkâr etmezse kâfir olmaz diyen çoğunluktaki âlimlerin görüşüne uyarak namazlarını kaza etmesinde bir sakınca yoktur) diyor. Görüldüğü gibi, ikisi birbirine zıttır.

5- (Namazda eller göğsün üstüne bağlanır. Göbek altına bağlamak zayıf kavildir. Elleri bağlamadan yana salmaksa, sünnete aykırıdır) diyor. Resulullah elleri yana salarak da namaza durduğu için Maliki mezhebinde elleri yana salarak durmak caizdir. Hanefiler ise, (Namazda sağ el, sol el üstüne konur, göbek altına bağlanır) hadis-i şerifine göre hareket ederler. (Ebu Davud)

Bütün Hanefi fıkıh kitaplarına göre, namazda eller göbek altına bağlanır. Mesela Hazret-i Ali, (Elleri göbek altına bağlamak sünnettir) diyor. Namazda erkek, ellerini göbeğinin altına koyar. Muhtar olan kavil budur. (Dürr-ül-muhtar)

6-
(Uçaktan inince, vakit olsa da, namazı ilk vaktinde kılabilmek için, uçakta imayla kılmalı; çünkü Kur’anda, “Gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun” buyuruluyor) diyor. İnip kılmaya gücümüz yetmiyor mu? İnip namazı kâmil olarak farzlarına riâyet ederek kılma imkânı varken ne diye uçakta imayla kılınır ki? Hatta diyelim ki, öğle vakti uçakta geçse, ikindi vakti inilse, seferiyse üç mezhepten birini taklit ederek, ikindiyle birlikte cem etmeye niyet edilir. Seferi değilse, Hanbeli taklit edilerek cem edilir.

7- (Namaz kılarken üç hareketin namazı bozacağını bildiren kavil zayıftır. Hareket etmenin bir sınırı yoktur. Namaz kılanın kendine göre, bu hareket çoksa o zaman namaz bozulmuş olur) diyor. Dinin hükmünü namaz kılanın görüşüne bağlıyor. Bir rükünde üç veya daha çok hareketin namazı bozacağı Hanefi fıkıh kitaplarının hepsinde yazılıdır. Mesela Dürr-ül-muhtar kitabında diyor ki: Bir rükünde, eli üç kere kaldırmak namazı bozar. (Redd-ül-muhtar)

8-
Eskiden secdeye giderken dizlerden önce ellerin yere konmasını bildirirken, bu son kitabında, Hanefiler gibi önce dizlerin yere konmasını savunarak, (Önce dizleri yere koymak sünnettir) hadis-i şerifini yazdıktan sonra, (Peygamberimiz, secdeye giderken, devenin çökmesi gibi, yere çökmeyi yasaklamıştır. Elleri dizlerinden önce yere koymak deveye benzemek olur. Dizler ellerden önce yere konmalı. Büyük âlim İbni Kayyım da böyle bildirmektedir) diyor. [Bunu bildirmemizin sebebi şudur: Türkiye’deki selefiler hâlâ İbni Baz’ı örnek alarak ellerini önce secdeye koydukları için, son durumu onlara duyurmak istedik.]

9
- (Gereksiz yere öksürmek namazı bozmaz; fakat mekruhtur) diyor. Hâlbuki Hanefi fıkıh kitaplarında diyor ki: Boğazından özürsüz öksürür gibi ses çıkarmak namazı bozar. Kendiliğinden olursa bozmaz. Okumayı kolaylaştırmak için yaparsa zararı olmaz. (Dürr-ül muhtar)

10-
(Her namazdan sonra tokalaşmak caiz mi?) sualine cevap olarak, (Müslümanların birbirleriyle tokalaşması sünnettir, bir mahzuru olmaz) diyor. Tokalaşmak yani müsafeha etmek sünnettir; ama her zaman değildir. Mesela namaz kılarken tokalaşılmaz. Selamı almak farzdır diye, namaz kılarken birinin selamını alamayız. İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki: Camide her namazdan sonra birbiriyle müsafeha etmek [tokalaşmak] bid’attir. (Redd-ül muhtar istibra bahsi)

12
- Bazı hadis-i şeriflerde, (Bu duayı namazdan sonra okumalı) buyuruluyor. İbni Baz da bunu, hemen selam verdikten sonra okunur zannetmiş. Mesela şu hadis-i şerifi de öyle anlamış:
(Sabah namazından sonra on defa, “La ilahe illallahü vahdehü lâ şerike leh lehül-mülkü ve lehül hamdü yuhyî ve yümît ve hüve alâ külli şey’in kadîr” okuyan, akşama kadar her çeşit zarardan korunur. Akşam namazından sonra okuyan, sabaha kadar şeytandan korunur. On sevaba kavuşur, on günahı affolur ve on köle azat etmiş gibi sevab verilir.) [Nesai, Tirmizi]

(Bunu sabah ve akşam namazından sonra selam verir vermez hemen okumalı) diyor. Hanefi fıkıh kitaplarında şöyle deniyor: Farzla sünnet veya sünnetle farz arasında konuşmak ve herhangi bir dua okumak, sünnetin sevabını azaltır. Esah olan kavilde, sünneti iade etmek gerekir. (Dürr-ül-muhtar, Tahtavi, N. İslam)

Böyle duaları, tesbihleri çekip dua bittikten sonra okumalı.

13- Buhari ve Müslim’deki, (Cemaatle namaz kılarken, imamın kıraati kendisinin kıraatinin yerine geçer) mealindeki hadis-i şerifi bildirdiği halde, (İmam arkasında Fatiha okumak farzdır) diyor. Halbuki bu husus, Şafii’de farz ise de, Hanefi’de tahrimen mekruhtur. (Halebî)

14-
(Safın arkasında tek başına imama uyanın namazı hiç sahih olmaz) diyor. Hâlbuki özürsüz tek başına durmak mekruhtur, namazı sahih olur. (Redd-ül muhtar)

15
- (Cemaat sevabına kavuşmak için, imamla en az bir rekât kılmak gerekir) diyor. Hâlbuki son teşehhüde, hatta secde-i sehv yapılırken yetişen de cemaat sevabına kavuşur. (Halebi)

16-
(İmamın erkeklere de imam olmaya niyet etmesi farzdır) diyor. (Ameller niyete göredir) hadis-i şerifini delil gösteriyor. Bu hadis-i şerifin imamın niyetiyle hiç ilgisi yoktur. İmamın kadınlara imam olmaya niyet etmesi farz ise de, erkeklere imam olmaya niyet etmesi farz değildir. (Tahtavi)

İbni Baz yine, (Mesbuk olana uymakta mahzur yoktur) diyor. Bu da yanlıştır. Mesbuk imam olamaz. Ayrıca, bu sözü önceki sözüyle tenakuz halindedir. Mesbuk imamlığa niyet etmediğine göre, nasıl imam olabilir ki? Hâlbuki imam olmak için niyet farz diyordu.

17- (Sabah namazının sünnetini kılmadan farzını kılan kimse, daha sonra sünnetini kılar) diyor. Hâlbuki sabahın farzı kılındıktan sonra artık sünnet ve nafile kılınmaz. (Nimet-i İslam)

18-
(Seferde olan yolcunun sabah namazının sünneti hariç, diğer sünnetleri terk etmesi sünnettir) diyor. Bu da yanlıştır. Yolcu müsaitse sünnetleri kılar, müsait değilse kılmaz. (Hindiyye)

19-
(Tilavet secdesi için abdeste gerek yoktur) diyor. Hâlbuki abdest almanın şart olduğu bütün fıkıh kitaplarında yazılıdır. (Dürr-ül-münteka)

20-
(Farz veya nafile kılarken, unutarak veya bilmeyerek konuşanın namazı bozulmaz; çünkü Kur’anda, (Rabbimiz unutur veya hata edersek, bizi sorumlu tutma) buyuruluyor) diyor. Bütün fıkıh kitaplarında unutarak da olsa, namazda konuşanın namazı bozulur buyuruluyor. (Hindiyye)

Bu âyet-i kerimeyi her unutmaya delil olarak gösteriyor. Kendi görüşüyle çelişkili olarak, (Unutarak abdestsiz namaz kılanın o namazı iade etmesi gerekir) diyor. Hani unutmak özürdü?

21- (Unutarak yapan, bilmeden yapan gibi sorumlu olmaz. Aksıran birine bilmeden yerhamükellah demek namazı bozmaz) diyor. Hâlbuki aksırıp elhamdülillah diyene, yerhamükellah demenin namazı bozduğu, bütün fıkıh kitaplarında yazılıdır. (Dürr-ül muhtar)

22-
(Zenginin, yıl içinde eline çeşitli aylarda paralar geçse, eline her geçen paranın, bir yıl sonra zekâtını verir) diyor. Hâlbuki yıl içinde ele geçenlerin bir yıl beklemesi gerekmez. İlk zengin olduğu tarih önemlidir. Yılsonunda elinde ne varsa onun zekâtını verir. Sebze ve meyveyi de, aynı hükme sokmuştur. Hâlbuki bir manavın elinde bir yıl bekleyen meyve veya sebzenin bulunması imkânsız gibidir. İbni Baz’a göre manavın zekât vermesi gerekmez; çünkü (Her malın üstünden bir yıl geçmesi gerekir) diyor. Hâlbuki paranın veya ticaret malının üstünden, bir yıl geçmesi gerekmez. İlk zengin olma tarihinin üstünden bir yıl geçmesi gerekir.

23-
(Faiz olarak alınan para, hayır yoluna harcanmalı) diyor. Hâlbuki haram para hayır yolunda harcanmaz, sevab beklemeden fakire verilir. Din kitaplarında buyuruluyor ki:
Haramdan sadaka verse, alan fakir de haramdan olduğunu bilerek, verene, Allah razı olsun dese veya Allah kabul etsin dese ve veren de, âmin dese, ikisi de kâfir olur. (Birgivi şerhi)

Haram olduğu bilinen belli malla cami veya başka hayır yaptırmak ve bunlara karşılık sevab beklemek küfürdür. (Redd-ül-muhtar)

İbni Baz ise, fıkıh kitaplarına aykırı olarak, haramı hayra verin diye, küfre teşvik ediyor.

24- (Damardan ve kastan yapılan iğne orucu bozmaz; fakat damardan verilen serum orucu bozar) diyor. Hâlbuki damardan yapılan iğneyle serum arasında hiç fark yoktur. Her ikisi de sindirim yoluna gider ve orucu bozar. Kastan yapılan iğne de orucu bozar. Türkiye’de İbni Baz’ın görüşüne uygun konuşup yazan olsa da önemi yoktur. Dört mezhepte de, yaraya konulan ilaç, cevfe [içeriye] giderse oruç bozulur. Şafii kitaplarında, dimağ [beyin], karın, bağırsak, mesane birer cevftir. Mesela, baştaki kemik yarılsa, buradaki yaraya konulan ilaç, cevfe yani beyne gideceğinden oruç bozulmuş olur. Şafii’de karnımıza bıçak saplansa, bıçağın ucu mideye, yani cevfe girdiği için oruç bozulur. Sağlam deriden bıçak cevfe girince oruç bozulduğu gibi, iğneyle adaleyi veya damarı yırtarak verilen ilaç, cevfe ulaşınca da oruç bozulmuş olur.

25- (Kan bağışında bulunan da, hacamat gibi kan vereceği için orucu bozulur) diyor. Hâlbuki genel kaide şöyledir: Vücuda giren şeyler orucu bozar, vücuttan çıkan şeyler, orucu bozmaz. Yani kan vermek orucu bozmaz.

26- (Tenkiye şırıngası yani lavman orucu bozmaz. Yeme ve içmeye benzemediği için, İbni Teymiye bu görüştedir) diyor; ama İmam-ı a’zam bozar diyor. İmam-ı Şafii bozar diyor; çünkü tabii deliklerden içeri su girmiş oluyor. Delil olarak (Yemeye içmeye benzemiyor) diyor. Kan vermek de yemeye içmeye benzemiyor. Niye kan vermekle oruç bozulur diyor? Kıyası da birbirini tutmuyor.

27- (Namaz kılmayanın tuttuğu oruç geçersizdir. Namaz kılmayan kâfir olduğu için, onun orucu ve diğer ibadetleri geçerli olmaz; çünkü Allahü teâlâ, “Eğer onlar Allah’a ortak koşsalardı, yaptıkları ibadetler elbette boşa giderdi [Enam 88]” buyuruyor) diyor. Âyete kendi aklına göre mânâ vererek, namaz kılmamayı şirk kabul ediyor. Bu da, Ehl-i sünnet olmadıklarını açıkça gösteriyor. Yukarıda bildirilen sebeplerden dolayı, hacılara dağıtılan kitaplara itibar etmemelidir.

Bunlar, önemsiz hususlar değildir, dinimizin emridir. Bir müslümana yapılacak en büyük kötülük, itikadını bozmak, ibadetlerini yanlış yaptırmaktır. Bunları bildirmek gücü yeten her müslümanın vazifesidir.

Yerli Vehhabiler

Yerli Vehhabiler

Sual: Selefîlerin, (Ali, Veli’yi öldürdü demek veya Ali olmasaydı Veli beni öldürecekti demek şirktir, çünkü öldüren yalnız Allah’tır) demeleri yanlış değil mi? Şu âyetleri de delil olarak gösteriyorlar:
(Dirilten ve öldüren, yalnız Odur.) [Yunus 56]
(Allah, öleceklerin ölümleri gelince, ölmeyeceklerin de, uykuları esnasında, canlarını alır. Ölmelerini dilediği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir.) [Zümer 42]
(Savaşta öldürülenleri siz değil, Allah öldürdü. Attığın zaman da, sen değil, Allah attı.) [Enfal 17]

CEVAP
Âyet-i kerimelerin bir kısmı diğerlerini açıklar. Kur’an-ı kerimde mecaz vardır. Mesela, (Köye sor!) demek (Köylüye sor, köy halkına sor) demektir. (Ali, Veli’yi öldürdü) demek şirk olmaz. Bir âyette mealen, (Davud, Calut’u öldürdü) buyuruluyor. (Bekara 251)

Öldüren, canı alan, elbette Allahü teâlâdır, ama bunun ölümüne Davud aleyhisselam sebep olmuştur. (Davud, Calut’u öldürdü), (Ali, Veli’yi öldürdü) demeye şirk demek, cahilliğin daniskası olur. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamın oğlunun [Kabil’in], kardeşini [Habil’i] öldürdüğünü de bildiriyor. (Maide 30)

Peygamber efendimiz de, Kur'an-ı kerimdeki gibi bildiriyor. Hâşâ Resulullah şirk mi işliyor? Allahü teâlânın ve Resulünün bildirdiğine şirk denir mi hiç?

Bunların, insanların bir iş yapmadıklarını söylemeleri yanlıştır. Eğer öyle olsaydı, (Ağaç meyve verdi, yemek beni doyurdu, ilaç ağrıyı durdurdu, taş camı kırdı) gibi sözler, yanlış ve şirk olurdu. Bu sözler, (Bu şey, bu işin yapılmasına sebep oldu, vasıta oldu) demektir. Mesela, (Taş, camı kırmaya sebep oldu) demektir. (Ali, Veli’yi öldürdü) demek, (Ali, Veli’nin ölmesine sebep oldu) demektir. Allahü teâlâ, çok şeyleri yaratmasına, insanları ve mahlûkları sebep kılmıştır. Onun âdeti böyledir. (Ali olmasaydı, Veli beni öldürecekti) demek şirk değildir. (Veli’nin öldürememesine Ali sebep oldu) demektir. (Şemsiye olmasaydı ıslanacaktık) demek, (Şemsiye ıslanmamamıza sebep oldu) demektir. Bu inceliği bilmeyen Selefîler, Müslümanların böyle sözlerine şirk damgası basıyorlar.

Bizi öldüren, konuşturan, her işimizi yaratan elbette Allahü teâlâdır, çünkü Kur’an-ı kerimde mealen, (Sizi de, işlerinizi de yaratan Allah’tır) buyuruluyor. (Saffat 96)

Her işimizi yaratan Allahü teâlâ olduğuna göre, konuşmalarımızı yaratan da odur. Selefîlerin şirk dedikleri sözleri de bize Allahü teâlâ söyletiyor. Hâşâ onların mantığına göre, şirkleri de Allahü teâlâ yaptırmış oluyor. O zaman Allahü teâlânın yaptığı işlerden dolayı Müslümanları şirk işledi diye niye suçluyorlar ki? Yoksa hâşâ ikinci bir yaratıcı mı var? Yani hayrı Allahü teâlâ işletiyor da, şerri şeytan mı işletiyor? Hâşâ şeytan böyle bir şey mi yaratıyor? Bunu da savunan sapıklar vardır.

Abdünnebi demek

Abdünnebi demek

Sual: Bu yıl hacca gidince, yine bize birçok kitap dağıttılar. Sûrelerin tefsirinde, (İslamiyet budur) diyerek hep kendi görüşlerini yazmışlar. Abdullah isimli bilgili bir Vehhabi ile bilgisiz, cahil Abdünnebi konuşturuluyor. Uydurulan hikâyede,(Abdünnebi, peygamberin kulu demektir. Abdünnebi ismini koymak şirktir. Allah'tan başkasına kul olunmaz, Allah'tan başkasına rab, mevlâ denmez) deniyor. Vehhabilerin sapıklıkları malum. Bu görüşlerinde de bir yanlışlık veya gizli bir hile var mı?

CEVAP
Onların elinde her zaman bir şirk damgası vardır, önlerine gelene rastgele bu damgayı basarlar. Bir Müslümana kâfir demek çok yanlış ve tehlikelidir.

Bazı kelimelerin birkaç mânâsı olur. Cümledeki yerine göre mânâsı değişir. Kul kelimesi; mahlûk, insan, bende [köle], emir altında bulunan, tâbi, mensup gibi mânâlara gelir.

Padişaha bağlı askerlere kapıkulu denirdi. Bende kelimesi de kul demektir. Bendeniz, kulunuz demektir. Bu tâbir bugün bile tevazu ifadesi olarak kullanılmaktadır. Padişahlar, tebaasından olan sadık yardımcıları için, sağ kolum anlamında (Kulum) tâbirini kullanırlardı.

(Kulum) tâbiri Kur'an-ı kerimde de geçer. (Bu, benim adamım, sağ kolum) gibi bir mânâya gelir. Cenab-ı Hak, şeytana, (Benim kullarıma senin hâkimiyetin yoktur) buyuruyor. (İsra 65)

İyiler de kötüler de, Allahü teâlânın kulu olduğuna göre, şeytanın aldatamadığı kulun diğerlerinden farklı bir kul olduğu açıktır. (Benim kulum) dediği salih kullarıdır.

Abd, kul, köle demektir. Abdünnebi, (Nebi’nin kölesi) demektir. Nebi ismindeki birinin kölesine, (Nebinin kölesi) denmez mi? Kur'an-ı kerimde, Allahü teâlâ, insanlara hitap ederken, köleler için, (ibadiküm=kullarınız) tâbirini kullanıyor. Demek ki, insanların da kulları yani köleleri olur. Nur sûresinin 32. âyetinde mealen, (Evli olmayan kadınlarınızı, kullarınızdan ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin!) buyuruldu. İmam-ı Gazalî hazretleri, (Bid’at ehli Kur'an-ı kerimi anlayamaz) buyuruyor. Vehhabilerin ana dili Arapça olduğu hâlde, âlim dedikleri zatları bile, bu kadarını anlamaktan âciz oluyorlar. Ehl-i sünnet itikadında olmadıkça, Kur'an-ı kerimi doğru anlamak mümkün olmaz.

Rab kelimesi de, ilah mânâsından başka, sahip, mâlik, hükümdar, efendi mânâsına geldiği gibi, besleyen, yetiştiren, terbiye eden anlamına da gelir. Yusuf aleyhisselamın zindandan çıkan bir arkadaşına, (Rabbinin yanına gidince, benim suçsuz olduğumu ona söyle!) dediği Kur’an-ı kerimde bildiriliyor. O âyet-i kerimenin meali:
(Rabbinin [hükümdarın, efendinin] yanında [zindandan çıkarılmam için] beni an!) [Yusuf 42]

Demek ki rab kelimesi, sadece ilah anlamında değildir. Hükümdar, terbiye eden gibi mânâlara da gelir. Bunun için terbiye eden, yetiştiren, ders veren erkeğe mürebbi, kadına da mürebbiye denir.

Mevlâ kelimesi de, yedi mânâya gelir. Meşhur olan üç mânâsı ilah, köle ve efendi demektir. Mevlânâ Celaleddin Rumî demek, (Efendimiz Celaleddin Rumî) demektir. Buradaki (mevlânâ=mevlâmız) kelimesi, büyüğümüz, efendimiz demektir.

Bid’at ehli, bunları bilmediği için, Abdünnebî diyen Müslümanlara müşrik damgasını basıyor. Sadece bu konuda değil, birçok konuda Müslümanları müşriklikle damgalıyorlar. Müslümana kâfir diyenin imanı varsa, kendisi kâfir olur. Vehhâbîlerin bozuk imanları yüzünden küfre düştükleri, birçok muteber eserde yazılıdır.

Hristiyanlar da, bu (kul) kelimesiyle alay ediyorlar, (Müslümanlar, kendilerini kul, köle kabul ediyorlar, hâlbuki biz Tanrı’nın çocuklarıyız) diye güya şecaat arz ediyorlar.

Vehhâbîlerin bunları bilmemeleri, Müslümanları tekfir etmeleri, şirk damgası vurmaları çok büyük ahmaklıktır.

Ölülere yardım

Ölülere yardım

Sual: Selefî olduğunu söyleyen biri, (Ölülere Kur’an okunmadığı gibi sevab da gönderilmez, çünkü ölü toprak olmuştur) diyor. Yaşayanlar, ölüler için dua etse, Kur’an okusa, hayır hasenat yapsa, ölüye faydası olmaz mı?

CEVAP
Öyle diyen, dört mezhepten birinde değildir. O sözün hiç kıymeti yoktur. Muteber din kitaplarının hepsinde, (Ölü için yapılan hayır hasenatın, okunan Kur’anın, salevatların, tesbihlerin sevabları, edilen dualar ölüye ulaşır) deniyor.

Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ölü, mezarda, denize düşmüş, boğulurken imdat diye bağıran kimseye benzer. Boğulmak üzere olan, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, ölü de, ana baba, kardeş ve arkadaşından gelecek bir duayı gözler. Ona bir dua gelince, dünya ve dünyadakilerin hepsine kavuşmaktan daha çok sevinir. Allahü teâlâ, yaşayanların duaları sebebiyle, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin, ölülere hediyesi, onlar için dua ve istigfar etmektir.) [Deylemî]

Ölüye, Kur'an-ı kerim, salevatlar, tesbihler okunup sevabı gönderilir, dua edilir, kurban kesilir, onun adına nâfile hac yapılır, sadaka verilir, çeşme, cami gibi yapılan hayırların sevabları gönderilir. Hazret-i Enes, (Ya Resulallah, ölülerimiz için yaptığımız dua, verdiğimiz sadaka, ettiğimiz hac gibi şeyler, onlara ulaşıyor mu?) diye sorunca, (Evet, ölülere ulaşır. Birinize tabakla bir hediye gelince nasıl sevinirse, öyle sevinirler) buyurmuştur. (Redd-ül-muhtar)

(Ölü toprak olmuştur) sözü de mânasızdır. Sevab bedene mi gider? Sevablar ruha gider. Ruhlar ise ölmez. Kabirde toprak olmuş ölü, kendine verilen selamı alır. Çünkü ölen bedendir, ruh değildir. Bir hadis-i şerif şöyledir:
(Ölü, kendisini ziyaret edeni tanır ve selamını alır.) [İbni Ebi-d-dünya]

Ölüye Kur’an okununca sevabları çoğalır. Ölü çok günahkâr olup azabı şiddetli ise, Kur’an okununca azabı hafifler. Bir hadis-i şerif şöyledir:
(Ölüye Yasin okunursa, azabı hafifler.) [Deylemî]

Mümin ölülere gönderilen dua, hayır hasenat ve her çeşit sevab onlara ulaşır.

Evliya zatlara saldırmak

Evliya zatlara saldırmak

Sual: Selefî denilen kimselerin, Ehl-i sünnete, evliya zatlara ve yatırlara kırmızı görmüş boğa gibi saldırmalarının sebebi nedir?

CEVAP

Onların bu sıkıntıları, Allahü teâlâyı tanıyamayıp Onu, Hristiyanlar gibi, mücesseme fırkası gibi, bir cisim olarak kabul etmelerinden kaynaklanıyor. Hâşâ (O, yaratılmış bir varlık gibidir, eli vardır, bir yerde durur, yani gökte, Arş’ta oturur. Vefat etmiş evliya ve enbiyaya yardım etmekten âcizdir) diyerek evliya zatların kerametlerini inkâr ederler, yatırlarına gidip dua edenlere ateş püskürürler. Genelde Allahü teâlânın dirilere yardım edebileceğine inanırlar, fakat vefat etmiş olanlara yardım edemeyeceğini zannederler.

(Allahü teâlâ cisim değildir, mekândan münezzehtir) diyen Ehl-i sünnet âlimlerine düşmanlık ederler. Allahü teâlânın kâinatı yaratmadan önce de, yarattıktan sonra da bir mekâna muhtaç olmadığını bilmezler. İmam-ı Gazalî hazretlerinin, (Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir, hiçbir yönden hiçbir mahlûka benzemez) ve İmam-ı Rabbanî hazretlerinin, (Arş da diğer eşya gibidir. Hepsi, Onun mahlûkudur) sözlerinden dolayı bu zatlara ateş püskürürler.

Selefîlerin diğer adı Vehhabi’dir. Bunlara Necdî de denir.

İdris, Şit ve Âdem aleyhimüsselamın peygamber olduklarını inkâr ettikleri ve Müslümanlara müşrik dedikleri için kâfir oluyorlar. (İslam Ahlakı)

İngilizler tarafından kurulan Vehhabiliğin küfür olduğuna dair birçok kitap yazılmıştır.

Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Mekke’nin müftisi ve reis-ül-uleması ve Şafii şeyhül-hutebasıydı. Birçok eserleri olup, (Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram), (Firreddi alel-vehhabiyyeti-etba-ı mezhebi İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitaplarında Vehhabilerin içyüzlerini açıklamakta, sapıklıklarını âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle göstermektedir.

Yusüf Nebhani’nin (Şevahid-ül-hak) kitabında, ikinci Abdülhamid hanın bahriye mirlivası [amirali] Eyyub Sabri Paşa’nın (Tarihi Vehhabiyan) ve (Mir’at-ül-Haremeyn) kitaplarında da maksatları açıklanmıştır.

İbni Abidin’in üçüncü cildinde bagiler bahsinde ve (Nimet-i İslam) kitabının nikâh bahsinde, ibahî yani dinsiz oldukları açıkça yazılıdır.

İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
Vehhabiler, kendilerini Müslüman sayıp, görüşlerine muhalif olanlara müşrik derler. Bundan dolayı Ehl-i sünnet olanların ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler. (Redd-ül-muhtar)

Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi âlemlere rahmet olarak yaratmıştır. Onun hürmetine dua etmeye şirk ve Müslümanlara müşrik, kâfir diyorlar. Hakim’in bildirdiği sahih hadiste buyuruldu ki:
Âdem aleyhisselam Cennetten çıkarılınca, çok dua etti. Tevbesi kabul olmadı. Nihayet (Ya Rabbi! Oğlum Muhammed hürmeti için, bu babaya merhamet et!) deyince, duası kabul oldu ve (Ya Âdem! Muhammed aleyhisselamın ismiyle, her ne isteseydin kabul ederdim, Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım) buyuruldu. Bu hadis-i kudsî, (Mevahib) ve (Envar)’ın başında da yazılıdır. Böyle olduğunu, Alusî’nin (Galiyye) kitabı da, 109. sayfasında uzun bildirmektedir. Âdem aleyhisselam, Cennette iken, Cennetin her yerinde ve Arş üzerinde, (La ilahe illallah Muhammedün Resulullah) yazılı gördü. Onun, Allahü teâlânın en sevgili kulu olduğunu bilip onun hürmeti için dua etti. (Seadet-i Ebediyye)

Bu dualar gösteriyor ki, Allahü teâlânın sevdikleriyle tevessül etmek, yani onları araya koyarak, onların hatırı ve hürmeti ile Ondan istemek caizdir. İbni Âbidin hazretleri, 5. cilt, 524. sayfada buyuruyor ki:
(Resulullah’ı vesile kılarak Allahü teâlâya dua etmek güzel olur. Ehl-i sünnet âlimlerinin hiçbiri buna karşı bir şey demedi. Yalnız ibni Teymiyye bunu kabul etmeyerek ortaya bir bid’at çıkarmış oldu. İmam-ı Sübkî bunu güzel açıklamaktadır.)

Vehhabiler de İbni Teymiyye’nin yolundan gittikleri için Resulullah'ı vasıta edenlere müşrik diyorlar.

Ölü veya diri evliya zatların kerametleri de, Allahü teâlânın kudretiyle olmaktadır. Vehhabiler, Allah'ın bu kudretini kabul edemiyorlar. Allahü teâlânın kudretini kabul edemedikleri için de küfre giriyorlar.

Şeyhi olmayan şeytan
Sual:
İbni Teymiyyeci bir hoca, (Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır) veya (Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır) ifadesine karşı uzun bir konuşma yaptı. Acaba onun böyle ateş püskürmesi, bu sözü söyleyen Bayezid-i Bistami hazretlerine olan düşmanlığından mı kaynaklanmaktadır?
CEVAP
İbni Teymiyyeciler, sadece o zata değil, tasavvuf ehli evliya zatların hepsine düşmandır. Özellikle Muhyiddin-i Arabî, Mevlana Celaleddin-i Rumî, Bayezid-i Bistamî, Hallac-ı Mansur, Yunus Emre gibi zatlara vahdet-i vücutçu diye saldırırlar. Saldırmak onların görevidir, fakat maalesef onların iftiralarına inananlar da oluyor. Bunun için bu sözü açıklayalım:

Mürşid de, şeyh de doğru yolu gösteren rehberdir. İnsan rehbersiz yola çıkarsa hedefine ulaşması imkânsız denecek kadar zordur. Mürşid, öğretmendir, üstaddır. Bir talebenin, ilim öğrenebilmesi ve doğru yolu bulabilmesi için, bir mürşide ihtiyacı vardır. Çünkü hadis-i şerifte, (İlim üstaddan öğrenilir) buyuruldu. (Taberanî)

Allahü teâlâ mürşid değil mi? Resulullah mürşid değil mi? Hakiki İslam âlimleri mürşid değil mi? Abdülkadir-i Geylanî hazretleri mürşid değil mi? Şah-ı Nakşibend hazretleri mürşid değil mi? Mürşide düşmanlık dine düşmanlıktır.

Dünya işlerinde bile bir rehbere, bir mürşide ihtiyaç vardır. Hocasız, mürşidsiz doktor, avukat, kimyager, hattat olunuyor mu? Olsa bile bunlar istisnadır.

Günümüzde mürşidim ve şeyhim diyenler, sapık olabilir, kâfir veya mürted olabilir, ama bunlara bakıp da mürşitliğe, şeyhliğe saldırmak çok çirkindir. Amerika’da bir deli çıkmış, (Ben Resulüm, ben mürşidim, ben Mehdîyim) diyor. Deli böyle söyledi diye, resullüğe, mehdiliğe saldırılır mı?

Bu tasavvuf düşmanı, (Efendi hazretleri buyurdu, İmam-ı a’zam buyurdu) gibi sözler için şirk diyormuş. Buyurdu ifadesi, Türkçede dedi demektir. Fakat buradaki dedi ifadesinden maksat, (Kıymetli bir söz nakletti. Dinin bir emrini bildirdi, önemli bir söz söyledi) demektir. Hâşâ (Allah'ın emrine aykırı dinî bir hüküm koydu) demek değil ki, bu kadar hücuma sebep olsun!

Yine aynı saldırgan şecaat arz ederek, (Ben tarikata karşı değilim, ama tarikat bir tanedir. “Allah dedi, Peygamber dedi” derse tamam, gerisi şeytanlıktır) diyor. Tarikat bir tane değildir. Nakşilik, Kadirilik ve Rufailik gibi hak tarikatlar çoktur. Kolları da vardır. Tarikatı kabul eden, bunları nasıl inkâr eder? İmam-ı Şa’ranî hazretleri buyuruyor ki: İmam-ı Taberanî’nin bildirdiği hadis-i şerifte, (Şeriat üç yüz altmış yol üzerine kurularak gelmiştir) buyuruluyor. (Uhud-ül kübra)

Demek ki, hak olmak şartıyla hangi mezhep veya hangi tarikat olursa olsun, o yolda olan, ilahî rızaya kavuşur.

Şimdi taklitleri çıktı diye asılları nasıl inkâr edilir ki?

Bir başka mezhepsiz de, aynı onun gibi, (Ben mezhebe karşı değilim. Ama mezhep bir tanedir. “Allah dedi, Peygamber dedi” tamam, gerisi şeytanın yoludur) diyor. Hâlbuki Ehl-i sünnet âlimleri, dört mezhebin hak olduğunu inkâr etmenin insanı küfre sürükleyeceğini bildirmişlerdir.

Bunlar her ne kadar şeyhe, mürşide, tarikata karşı görünseler de, kendileri İbni Teymiyye, Abduh gibi sicilli kimseleri mürşid olarak görüp, tarikatlarını kabul ediyorlar.

Başkasına yardım

Başkasına yardım

Sual: Hak mezheplere inanmayan biri diyor ki:
(İnsana ancak kendi çalışması fayda verir) âyetine ve (İnsan ölünce amel defteri kapanır) hadisine göre, ölü için okunan Kur’anın ve mevlidin faydası olmadığı gibi, yapılacak her türlü ibadetlerin ölüye de, diriye de faydası olmaz. Herkesin sevabı kendinedir, başkasına sevab kazandıramaz.
Ölü veya diri için sevab kazandırıcı ameller yapılamaz mı?

CEVAP
Elbette yapılır. Âyete ve hadise kendi kafamıza göre mâna vermek çok yanlış olur. Açıklamasıyla okunmazsa büyük yanlışlıklara sebep olur.

Evet, herkesin amel defteri kapanır, ama başkası onun adına sevab kazanınca deftere yazılmaya devam eder. Veya sadaka-i cariyesi varsa deftere yazılmaya devam eder. Bir hadis-i şerif:
(Ölen insanın amel defteri kapanır. Şu üçü bundan hariçtir: Sadaka-i cariye, faydalı ilim ve kendisine dua eden salih evlat bırakan.) [Buharî] (Sadaka-i cariye, cami, çeşme, yol, köprü yapmak, ağaç dikmek, faydalı ilmî eser bırakmak gibi insanlara faydası dokunan her çeşit iyi işlerdir.)

Demek ki insanın bıraktığı hayır hasenat ve faydalı eserlerin sevabı deftere yazılmaya devam ettiği gibi, salih evladı varsa, evladın yaptığı sevablar da ana babasına yazılır.

İmam-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri, (Kabristana girince, Fâtiha, Felak, Nas ve İhlâs sûrelerini okuyun! Sevabını ölülere gönderin! Sevabı hepsine ulaşır) buyurdu. (Etfal-ül müslimin)

Birkaç hadis-i şerif:
(Yâsin-i şerif ölüye okunursa, azabı hafifler.)
[Deylemî]

(Ana babasının veya birinin kabrini her cuma günü ziyaret edip Yâsin-i şerif okuyana, Allahü teâlâ, Yâsin’deki her harf miktarınca sevab verir.) [İ. Rafiî]

(Kabristana giren kimse, Yâsin sûresini okusa, o gün ölülerin azapları hafifler. Ölülerin sayısı kadar o kimseye sevab verilir.) [Etfâl-ül müslimin]

(Kabristandan geçen kimse, 11 İhlas okuyup, sevabını kabirdekilere hediye ederse, ölü sayısınca sevab verilir.) [İslam Ahlakı]

Zekât, sadaka gibi malla; hac gibi, hem beden, hem malla; namaz, oruç, tesbih ve Kur’an-ı kerim okumak, dua etmek gibi yalnız bedenle yapılan farz veya nâfile ibadetlerin sevabları ölü veya diri her Müslümana bağışlanırsa, sevablar hiç eksilmeden herkese gider. İbadetleri yaparken veya yaptıktan sonra da niyet edilebilir. (Etfal-ül müslimin)

Bir de kalbimizi kıranların, gıybetimizi edenlerin, namaz, oruç, hac gibi sevabları bizim defterimize yazılır. Demek ki bizzat kendimiz ibadet etmesek de, başkalarının yaptıkları sevablar bize yazılabiliyor. (İnsana ancak kendi çalışması fayda verir) âyet-i kerimesini okuyup hüküm vermenin yanlışlığı yukarıdaki vesikalardan anlaşılmaktadır.

Vehhâbîlik dini ve İslamiyet

Vehhâbîlik dini ve İslamiyet

Sual: Selefî olduğunu söyleyen bir genç, (Tasavvuf dini, İslamiyet’ten ayrı bir dindir. Evliya olarak millete anlatılan kimselerin hepsi, şeytanın evliyasıdır. Şeytanın evliyası olan bir tarikatçı, bir sofi, kâfir Firavun’un imanla öldüğünü söylüyor. Tasavvuf dinine mensup olan herkes kâfirdir) diyor. Bu Selefîler, hangi dine, hangi mezhebe mensuptur? Tarikatçılar, Firavun’a Müslüman mı diyorlar?

CEVAP

Bu suale bir seferde cevap verilirse çok uzar. Dört yazıyla cevap vermeye çalışalım.

Selefîlik, Vehhâbîlik dininin kamufle adıdır. Selefî denilen kimselerin, (Selef-i sâlihîn) denilen büyük zatlarla hiçbir alakası yoktur, hepsi Vehhâbî’dir. Selefîler, dört hak mezhepten birinde değildir, yani mezhepsiz kimselerdir. Vehhâbî dinine mensup olanların kâfir oldukları, Nimet-i İslam, Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram, Firreddi alel-Vehhabiyye, Ed-Dürer-üs-seniyye, Şevahid-ül-hak, Mirat-ül-haremeyn, Tarih-i Vehhabiyan ve İslam Ahlakı gibi birçok muteber kitapta yazılıdır.

Farklı bir inanca sahip oldukları hâlde, kendilerine mezhepsiz denmesin diye, (Biz Muhammedîyiz) diyenler de, dört hak mezhebi kabul etmezler.

Şimdi suale dört başlık altında cevap verelim:
1- Dinde iş bölümü,
2- Tasavvuf nedir?
3- Vehhâbîlerin evliya düşmanlığı,
4- Firavun kâfir olarak ölmüştür.

1- Dinde iş bölümü:

Resulullah'ın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” irşad vazifesi, üç kısımdı: 1- Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, güç ve kuvvet kullanarak yaptırmaktı. Buna saltanat denir. 2- Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmekti. 3- Kalbleri temizleyerek güzel ahlakı yaymaktı. Buna, ihsan dendi. Hulefa-i Raşidin, bu üç vazifeyi birlikte yaptı. Sonra gelen sultanlar, yalnız saltanat vazifesini yaptılar. Öğretmek vazifesi, mezhep imamlarına, ihsan vazifesi de tasavvuf büyüklerine verildi. (İzale-tül-hafa)

İmanı ve ahkâm-ı fıkhiyyeyi yani İslâmî hükümleri bildirme vazifesi, din imamlarına [müctehid zatlara] verildi. Bu müctehidlerden imanı bildirenlere mütekellim, fıkhı bildirenlere fakih denildi. Kur’an-ı azimüşşanın mânevî ahkâmına kavuşturma vazifesi de, tasavvuf büyüklerine verildi. Cüneyd-i Bağdâdî ve Sırri-yi Sekati gibi tasavvuf ehli zatlar bunlardandır. Ahkam-ı diniyyeyi kuvvet ile, saltanat ile yaptırmak işi, meliklere ve sultanlara verildi.

İmam-ı Şa’rânî hazretleri, buyuruyor ki: Fıkıh bilgilerinin mütehassısı ve fıkıh ilminin kurucusu olan İmam-ı a'zam Ebu Hanife, Abdülkadir-i Geylânî hazretleri gibi kerametlere sahip büyük bir veli idi. Fakat, kalb mârifetlerini yaymak, ruhları temizlemek vazifesini üzerine almayıp, bedenle yapılacak ibadetleri yani fıkıh bilgilerini yaymak vazifesini, üzerine almıştı. Yetiştirdiği müctehidler de böyleydi. (Mizan-ül kübra)

(Her yüz senede bir müceddid gelir)
hadis-i şerifinde bildirildiği gibi, her yüz senede bir müceddid çıkıp, dini kuvvetlendirdi. Birinci yüzyılda, Ömer bin Abdülaziz, meliklerin zulümlerini kaldırıp, adaletin esaslarını kurdu. İkinci yüzyılda, İmam-ı Şâfiî, iman bilgilerini açıkladı ve fıkıh bilgilerini ayırdı. Üçüncü yüzyılda imam-ı Eş’arî, Ehl-i sünnet bilgilerini şekillendirdi ve bidat sahiplerini susturdu. Dördüncü asırda Hâkim, Beyhekî ve diğer muhaddisler, hadis ilminin temellerini kurdular. Beşinci asırda İmam-ı Gazâlî yeni bir çığır açıp, fıkıh, tasavvuf ve kelam bilgilerinin birbirlerinden ayrı şeyler olmadıklarını açıkladı. Altıncı asırda, İmam-ı Râzî, kelam bilgilerini, İmam-ı Nevevî de fıkıh bilgilerini yaydı. Onuncu asırda da İmam-ı Rabbânî hazretleri, bid’atleri temizledi, fıkıhla tasavvufu birleştirdi. Bunlar birer örnektir. Başka âlimler de bu vazifeleri yapmışlardır.

İmam-ı a’zam, imam-ı Ebu Yusuf ve imam-ı Muhammed de, Seyyid Abdülkadir Geylânî gibi büyük evliya zatlardı. Fakat âlimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yani her biri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife nübüvvet ve vilayet yollarının kendisinde toplandığı, Cafer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilahiyyeye kavuşmasını, (O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!) sözüyle bildirdi. Silsile-i aliyyenin en büyük halkasından olan Cafer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, (Evliyalık makamı)’nın en son derecesine kavuşmuştur. Çünkü İmam-ı a’zam Ebu Hanife, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadis-i şerifte, (Âlimler peygamberlerin vârisleridir) buyuruldu. Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan, zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O hâlde her iki ilimde de kemalde, yani zirvedeydi.

Vehhâbîler, sırf tasavvufu, yani evliyalığı, kerameti inkâr etmek için, (Ebu Hanife, “O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!” sözünü söylemedi) diyorlar. Bununla ilgili, Din kitaplarındaki vesikaları da inkâr ediyorlar. Mesela Mektubat-ı Rabbânî’nin ikinci cilt 61. Mektubunda, İmam-ı a’zam hazretlerinin bu sözü bildiriliyor. Âriflerin ışığı, velilerin önderi, İslam’ın bekçisi, Müslümanların baş tacı, müctehid ve İslam âlimlerinin gözbebeği olan ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî hazretleri gibi evliyanın en büyüklerinden olan bir zata değil de, Vehhâbî çömezlerine inanmak büyük ahmaklık olur.

2-Tasavvuf nedir?
İslâmî ilimlerin bir kolu olan tasavvuf, ahlâk ilmidir. Tasavvuf, kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmaktır. En mükemmel, en kıymetli tasavvuf kitabı, İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Mektubat’ıdır. Bu kitapta, tasavvuf ilminin fıkıh ilminden ayrı olmadığı ispat edilmektedir. İmam-ı Süyuti hazretlerinin (Cem’ul cevami) kitabında, İbni Mesud Abdürrahman ibni Yezid’den, o da Hazret-i Cabir’den “radıyallahü anhüm” rivayet ederek bildirdiği hadis-i şerifte, (Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile, çok kimseler Cennete girer) buyuruldu. Burada sıla, birleştirici demektir. Tasavvufu, fıkıh bilgileriyle birleştirdiği için, bu isim İmam-ı Rabbânî hazretlerine verildi. Zamanın âlimleri, ona bu isimle hitap ettiler. Kendisi de, oğlu Muhammed Mâsum’a “kuddise sirruh” yazdığı bir mektupta, (Beni iki derya arasında sıla yapan Rabbime hamd ederim) demiştir.

İmam-ı Mâlik hazretleri buyurdu ki: Fıkıh öğrenmeyip, yalnız tasavvufla uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid’at ehli yani sapık olur. Her ikisine kavuşan hakikate varır. (Merec-ül-bahreyn)

İmam-ı Ahmed bin Hanbel
hazretleri, ilim ve ictihadda çok yüksek dereceye sahip olduğu hâlde, gerçek imana kavuşmak için Bişr-i Hafi ve Zünnun-i Mısrî hazretleri gibi tasavvuf ehli evliya zatların sohbetinde bulundu.

İmam-ı a'zam hazretleri de, ömrünün son yıllarında Cafer-i Sadık hazretlerinin sohbetinde bulunduktan sonra, (Bu iki yıl olmasaydı, Numan helak olurdu) yani (Gerçek imana kavuşamazdım) buyurmuştur.

Mezhepsizden veya Vehhâbî’den evliya olmaz. Çünkü dört mezhepten ayrılmak, İslamiyet'ten ayrılmak olur. Tasavvuf büyüklerinin hepsinin bir mezhebi vardı. Her biri, bir fıkıh âlimine bağlıydı. Mesela Cüneyd-i Bağdâdî, İmam-ı Süfyân-ı Sevrî’nin mezhebindeydi. Abdülkâdir-i Geylânî Hanbelî, Ebu Bekr-i Şiblî Mâlikî idi. İmam-ı Rabbânî ve Cerîrî Hanefî, Hâris-i Muhâsibî, Şâfiî idi "kaddesallahü teâlâ esrârehüm."

Bayezid-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdâdî, Celaleddin-i Rumî ve Muhyiddin-i Arabî gibi evliya zatlar, diğer evliya zatlar gibi, bir mezhebe tâbi olmuşlardır.

Hazret-i Ömer vefat edince, oğlu Abdullah hazretleri, (İlmin onda dokuzu öldü) buyurdu. İşitenlerin buna şaşırdıklarını görünce de, (Fıkıh bilgilerini değil, Allah’ı tanımak ilmini söyledim) buyurdu. (Buhârî)

İmam-ı Gazâlî hazretlerinin tasavvufta mürşidi, Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Ebu Ali Farmedi hazretleridir. Onun huzurunda kemale geldi. Zâhir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf yani evliyalık ilimlerinde de mürşid oldu. Her iki ilimde, Peygamberimizin vârisi oldu. Nizamiye Üniversitesi’nde ders de verdi.

Muhammed Mâsum hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâyı tanımak iki türlüdür: 1- Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi tanımak, 2- Tasavvuf büyüklerinin tanımaları. Birinci şekildeki imanda nefs azgınlığından vazgeçmemiştir, iman hakiki değil, mecâzidir. Bu iman gidebilir. İkincisinde nefs de imana geldiği için, iman yok olmaktan korunmuştur. (Ya Rabbî, senden sonu küfür olmayan iman istiyorum) hadis-i şerifi ve Nisa sûresinin (Ey iman sahipleri, iman edin!) mealindeki 136. âyet-i kerimesi hakiki imanı bildirmektedir. Bu âyet, (Hakiki imana kavuşun!) mânâsındadır. (2/10)

Senaullah-i Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
Tasavvufta fena makamına kavuşan, muhakkak imanla ölür. Bekara sûresinin (Allahü teâlâ imanınızı zayi etmez) mealindeki 143. âyeti ve (Allahü teâlâ, kullarının imanlarını geri almaz. Fakat âlimleri yok ederek ilmi geri alır) hadis-i şerifi, hakiki imanın ve bâtın ilminin geri alınmayacağını göstermektedir. (İrşad-üt-talibin)

Abdülgani Nablusî hazretleri buyuruyor ki:
İlmi bâtından habersiz olanlar, tasavvuf kitaplarını okuyunca, âriflerin sözlerini küfür ve sapıklık sanıyorlar. Anlamadıkları mârifet bilgilerine inanmayıp tasavvuf büyüklerine dil uzatıyorlar. Bâtın bilgilerine inanmayan dinimizin sırlarına inanmamış olur. Böyle kimse bid’at ehli ve sapıktır. (Hadika)

Sapık ise de genelde, çok geçmeden küfre girer. Tasavvuf düşmanlarının kâfir olmaları bu yüzdendir.

İşte tasavvuf ilmi, yani bâtın ilmi bu kadar kıymetlidir. Bu ilme ilm-i ledün de denir. Ledün ilmi, Allahü teâlânın ihsanıyla kalbe ilham edilen, ilahi sırlara ait bilgilerdir. Görünüşte, akla ve nakle zıt gelebilir. İlm-i ledün sahibi olanlar, olaylardaki gizli sırları ve hikmetleri bilir.

Kehf sûresinde geçen bir olay bâtıni ilimden, ilm-i ledünden bahsetmektedir. Ubey ibni Ka’b hazretleri bildiriyor ki: Resulullah efendimiz, bu olayı anlattıktan sonra, (Musa aleyhisselam eğer sabretseydi, çok ibretli olaylarla karşılaşacaktı) buyurdu. (Buhârî)

Musa aleyhisselam gibi büyük bir peygamber bile, Allah’ın emriyle, evliyadan bir zattan bâtın ilmini öğrenmek için gidiyor. Gayba ait böyle ilimleri Allahü teâlâ, herkese bildirmiyor, ilm-i bâtın sahiplerine bildiriyor. Bâtın ilmini bilenler tasavvuf ehlidir. Tasavvuf ehli olmayan bu ilimden mahrumdur. Tasavvufu inkâr eden hiç kimse, evliya olamaz. Onun için Vehhâbîden evliya olmaz. (İnkâr eden mahrum kalır) sözü meşhurdur.

Kur’an-ı kerimden tasavvuf ilmine üç örnek verelim:
1- Hazret-i Süleyman, “Sebe Melikesinin tahtını bana kim getirebilir?” dedi. İlmi ledün [ilmi bâtın, yani tasavvuf] sahibi olan vezir Asaf bin Berhiya ise, “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi ve bir anda getirdi. (Neml 38-40)

2-
Hazret-i Meryem peygamber değildi. Yiyecekleri, kerametle hep yanında hazır olurdu. (Meryem 24)

3-
Eshab-ı kehf, yiyip içmeden, bir zarara uğramadan asırlarca uyudular. (Kehf 17, 18)

Evliyanın kerameti âyetle ve hadisle sabitken Vehhâbîler inkâr etmekten çekinmiyorlar.

3- Vehhâbîlerin evliya düşmanlığı
Vehhâbîler, vahdet-i vücud sahibi evliya zatlara kâfir dedikleri gibi, vahdet-i şühud sahibi evliyaya da kâfir demekten çekinmezler. En çok düşman oldukları Muhyiddin-i Arabî hazretleridir.

Tefsir, hadis, fıkıh, tarih, ahlak ve tıb hakkında üç yüzden fazla eseri olan İmam-ı Süyutî hazretleri, Tenbih-ul-gabi kitabında İbni Arabi’nin büyüklüğünü vesikalarla ispat etmektedir.

Müfti-yüs-Sekaleyn yani cinlere de fetva veren Şeyhülislam Ebüssüud efendi, İbni Arabi’ye dil uzatılamaz diye fetva vermiştir.

Fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvufta çok derin âlim olan Abdülganî Nablüsî hazretleri, İbni Arabi gibi büyük bir evliyaya dil uzatanın câhil ve gâfil olduğunu, bunların başında İbni Teymiyye’nin geldiğini bildirmektedir. (Hadîka)

Vehhâbîler, Mevlana Celaleddin-i Rumî, Bayezid-i Bistamî, Molla Câmî, Hallac-ı Mansur gibi evliya zatlara da düşmanlık yapıyorlar, sekr hâlinde söyledikleri sözlerinden dolayı onları tekfir ediyorlar. Hâlbuki sekr hâlinde söylenen sözlerden dolayı sorumlu olmazlar. Şuurlu sözlerinden sorumlu olurlar.

Vehhâbîler İbni Teymiyyecidir. İbni Teymiyye için Ehl-i sünnet âlimleri kâfir diyorlar. Şu linkte bilgi vardır:
İbni Teymiye

4- Firavun kâfir olarak ölmüştür

Ehl-i sünnet âlimleri, Firavun’un kâfir olarak öldüğünü bildiriyorlar. Günümüzdeki bazı cahil tarikatçıların, Firavun’un imanla öldüğünü söylemeleri, Vehhâbîlerin tasavvufa saldırmalarına sebep oluyor. Cahil tarikatçının suçunu, tasavvufa yüklemek, Müslümanın suçunu, İslamiyet’e yüklemek gibi yanlıştır. Hattâ Vehhâbîler, bu yanlış görüşleri kendileri çıkarıp, tasavvufu, Ehl-i sünneti suçlamaya çalışıyorlar. Hazret-i Mevlana’ya yaptıkları iftiralar az değildir.

Ruh, gargaraya gelince, yani âhiretteki yerini görmeye başlayınca, iman etmek fayda vermez. Daha önce iman etmesi gerekir. Bir âyet-i kerime meali:
(Ömrü kötülüklerle geçip de, hayattan ümit kesince, öleceği vakit, “Ben şimdi tevbe ettim” diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbeleri makbul değildir.)
[Nisa 18]

Firavun’la ilgili âyetlerden birkaçının meali:
(Firavun, denizde boğulurken, “İsrailoğulları’nın inandığından başka ilah olmadığına inandım, artık ben de Müslüman oldum” dedi. Ona, “Şimdi mi inandın, daha önce başkaldırmış ve bozgunculuk etmiştin” dendi.) [Yunus 90, 91]

(Bunların tutumu, Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin tutumu gibi ki, âyetlerimizi yalanladılar da, Allah, onları günahlarından dolayı yok etti. Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.) [Âl-i İmran 11]

(Firavun, Kıyamet gününde milletine öncülük eder, onları Cehenneme götürür. Orası ne kötü yerdir.) [Hud 98]

(Onlar sabah akşam o ateşe sokulurlar. Kıyametin kopacağı gün de, Firavun ailesini azabın en çetinine sokun denilecektir.) [Mümin 46]

Ehl-i sünnet âlimleri, Firavun’un kâfir olarak öldüğünü bildirmişlerdir.

(Küfr-i inâdî), Ebu Cehl, Firavun, Nemrud ve Şeddad’ın küfrü gibi, dini, imanı bilerek, inanmamaktır. Bunlar cehennemliktir. (Miftah-ül-Cennet)

Peygamber efendimiz, Ebu Cehil’in kellesi getirilince, (Ey Allah’ın düşmanı, seni zelil eden Rabbime hamd olsun. Bu ümmetin Firavun’u da bu kişiydi) buyurdu. (İ. Ahmed)

Vehhâbî’ye, Vehhâbî denir mi?

Vehhâbî’ye, Vehhâbî denir mi?

Sual: Vehhâb, Allahü teâlânın isimlerinden olup, Vehhâbî kelimesi de (Vehhâb olan Allah'a ait) anlamına geldiğine göre Suudlu sapıklara Vehhâbî demek yanlış değil mi?

CEVAP
Vehhâbîliğin kurucusu İbni Abdülvehhab, yani Abdülvehhab’ın oğlu olduğu için, bu isme nispetle bunlara Vehhâbî ismini Ehl-i sünnet âlimleri koymuştur.

Mesela Hristiyanlara İsevî, Yahudilere Musevî de denir. (Bugün kendilerine İsevî denilen Hristiyanlar ve Musevî denilen Yahudiler kâfirdir) demenin de mahzuru olmaz. Çünkü günümüzde kâfir olmayan Musevî veya İsevî yoktur. Bugün birçok mezhepsiz kendilerine, (Bizim mezhebimiz Muhammedî mezhebidir) diyorlar. (Muhammedî denilen grup sapıktır) dense, Peygamber efendimizle bir alakası olmaz.

İslam âlimleri eserlerinde, bunlara Vehhâbî demişlerdir. Birkaç örnek verelim:
Necd çöllerinde meydana çıkıp Haremeyn’i [Mekke ve Medine’yi] alan Vehhâbîler, kendilerinin Müslüman olduğuna, kendilerine muhalif olanların müşrik olduğuna inanırlar. Bundan dolayı Ehl-i sünneti ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler. (Redd-ül-muhtar)

Vehhâbîler, Ehl-i sünnete müşrik dedikleri için de kâfirdir. (Şevahid-ül-hak)

Ahmet bin Zeyni Dahlan'ın Hulasat-ül kelam Kitabında ve Eyyüp Sabri Paşa'nın Tarih-i Vehhabiyyan kitabında, yine Seyyid Zeyni Dahlan'ın El-Fütuhat-ül İslamiyye isimli eserinin “Fitnet-ül Vehhabiyye” başlığı altında Vehhâbîlerin bozuk itikadları ve Müslümanlara yaptıkları zulüm ve işkenceler anlatılmaktadır.

Vehhâbîlerin kâfir oldukları Nimet-i İslam, Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram, Minhatül-Vehbiyye-fireddi-alel vehhabiyye, Ed-Dürer-üs-seniyye, Şevahid-ül-hak, Mirat-ül-Haremeyn, Tarih-i Vehhabiyan, Ahmed Cevdet Paşa'nın tarihinin 7. cildinde ve İslam Ahlakı gibi birçok muteber kitapta yazılıdır.

Vehhâbî’ye Vehhâbî, kâfire kâfir demenin bir mahzuru olmaz. Kâfire Müslüman demek veya Müslümana kâfir demek tehlikelidir. Bazıları Hristiyanlar için, İsevî Müslüman tâbirini kullanarak bu kâfirleri Cennete sokmaya çalışıyorlar. İki dinli insan Müslüman değildir. İki dinli inancına uyarak, bir gün camiye, bir gün kiliseye giden de kâfirdir.

Herkesin sevdiği zat

Herkesin sevdiği zat

Sual: (Resulullah, Gadir-i hum hutbesinde Hazret-i Ali’yi halife tayin etmiştir; ama Ehl-i sünnet âlimleri bunu gizlemiştir) diyebilen kimse, Ehl-i sünnet olabilir mi?

CEVAP
Mümkün değildir. Ehl-i sünnet âlimleri, Resulullahın vârisleridir. Onlar hakkı gizlemez, her şeyi açıkça yazarlar. Şah Veliyyullah-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
Hazret-i Ali, Yemene hâkim [vali] olunca, Beytülmal’de olan bir cariyeyi hizmetlerinde kullanması dedikoduya sebep oldu. Bu dedikodu Resulullahın mübarek kulağına kadar geldi. Fitneyi önlemek için, Hazret-i Ali’yi sevmeyi emrederek, (Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır) buyurdu ki, (Beni seven, Ali’yi de sevsin) demektir. Mevla kelimesi, Kur’an-ı kerimin birçok âyetinde vardır. Sevilen kimse demektir. Bu hadis-i şerif, yalnız Hazret-i Ali için değildir. Hazret-i Hasan için, (Ya Rabbi, Onu seviyorum. Onu sen de sev! Onu sevenleri de sev) buyuruldu. Resulullah, Gadir-i Hum’a gelince, Hazret-i Ali’nin elini tutup, (Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır! Ya Rabbi, onu seveni sev! Onu sevmeyeni sevme) buyurdu. Sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali’nin yanına gelip, (Ne mutlu sana yâ Ali! Bütün müminlerin sevgilisi oldun) dedi.

Gadir-i Hum’da Resulullah hutbe okudu. (Ben de insanım. Bir gün ecelim gelecek. Size Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytimi bırakıyorum. Kur’an-ı kerimin gösterdiği yola sarılınız! Ehl-i beytimin kıymetini biliniz!) buyurdu (Müslim)

Hazret-i Ali, esir denilen cariyelerden birini kendine aldı. Dört kişi, bunu Resulullaha söylediler. Resulullah çok üzüldü. (Ali’den ne istiyorsunuz? Ali bendendir. Ben de ondanım. Benden sonra, O her müminin velisidir) buyurdu. (Tirmizi)

Bu hadis-i şerifler, Ehl-i beyti sevmeyi emretmektedir. Mevla, veli, sevilen kimse demektir. (Size iki şey bırakıyorum. Bunlara yapışırsanız, benden sonra doğru yolda kalırsınız. Biri, ötekinden daha büyüktür. Bu, Allah’ın kitabıdır. İkincisi, Ehl-i beytimdir. Havz başında bana kavuşuncaya kadar, ikisi birbirinden ayrılmaz!) hadis-i şerifindeki (birbirinden ayrılmaz) demek, Kur’an-ı kerime sarılan kimsenin, Ehl-i beyti sevmesi gerekir demektir.

Ehl-i beyte yapışmak, onları sevmektir. Bu hadis-i şeriflerin hiçbiri, Hazret-i Ali’nin Resulullah efendimizden sonraki ilk halife olacağını göstermiyor. Bu hadis-i şerifleri ileri sürerek Ehl-i sünneti kötülemek, Müslümanlar arasında bölücülük yapmak çok yanlıştır. Allahü teâlâ hepimize, Ehl-i beyt ve Eshab-ı kiramın hepsini sevmek nasip eylesin!
(Kurret-ül ayneyn)

İbni Sebecileri susturan kesin deliller

İbni Sebecileri susturan kesin deliller

Önsöz
Eshab-ı kiramı kötüleyenler, yirmiden fazla fırkaya bölünmüştür.
Birinci kısım: En kötüsüdür. (Allah, Ali’nin içindedir. Ali’ye tapmak, Ona tapmaktır) diyor.

İkinci kısmı:
Bunları kötülüyor ve (Ali, Allah olur mu? O, insandır. Ama insanların en üstünüdür. Allah, Kur'anı ona gönderdi. Cebrail de, iltimas edip, Muhammed’e getirdi. O da Ali’nin hakkını yedi) diyor.

Üçüncü kısım:
Bunları kötüleyerek (Hiç böyle olur mu, Peygamber Muhammed “aleyhisselam”dır. Fakat, benden sonra, Ali halife olsun dedi. Sahabe, dinlemeyip, diğer üçünü halife yaptı. Ali’yi dördüncüye bıraktı) diyorlar. Diğer üç halifeye, Ali’nin hakkını aldılar diye düşman oluyorlar. Eshab-ı kiramın hepsine de, onun hakkını vermediler diye düşman oluyorlar. Kendi hakkını aramadı diye, Hazret-i Ali’ye de çok kızıyorlar. Bu üç kısmın hepsi de aşırı hareket ediyor.

Üçüncü halife Hazret-i Osman zamanında, Abdullah bin Sebe adındaki Yemenli bir Yahudi, İslam’da ilk olarak bölücülük fitnesini çıkardı. Buna aldananlar, Eshab-ı kiram arasına karıştılar. Tarih boyunca, din düşmanları tarafından desteklendiler. Zaman zaman azarak, İslamiyet’i içerden yıkmaya çalışmışlar ve çok müslüman kanı dökülmesine sebep olmuşlardır. Halbuki İslamiyet, birleşmeyi, kardeş gibi birbirini sevmeyi emretmektedir.

Müslüman görünerek, İslam’da ilk fitneyi çıkaran yahudi ibni Sebe’nin maksadı müslümanları birbirine düşürmek, Allah Resulüne ve arkadaşlarına akrabalarına itimadı sarsarak İslamiyet’i yıkmak idi. Bunu başarırsa din otomatikman yıkılıyordu. Dinin sahibine yani Allah ve Resulüne ve arkadaşlarına itimat kalmayınca daha kime inanılacaktı, bu iman nasıl iman olacaktı? Bu iman mı yoksa imansızlık mı olacaktı? Bu iddiaları yapan ibni Sebeciler, Hurufiler, Rafiziler, bu fitneyi ilk çıkaran yahudi ibni Sebe’nin yolundan gitmekte olup, o Yahudinin maksadına hizmet etmiş olmaktadırlar.

Ehl-i sünnet âlimleri, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde Cennet ile müjdelenen eshab-ı kiramdan herhangi birine kâfir demenin küfre sebep olacağını, âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle ispat etmişlerdir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Fitne veya bid'at yayıldığı, Eshabım kötülendiği zamanda, hakkı bilen, bilgisini müslümanlara duyursun! Hakkı yani doğru yolu bildiği [ve gücü yettiği] halde, müslümanlara duyurmayanlara, Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar lanet eylesin! Allahü teâlâ, böyle bir kimsenin farzlarını ve nafile ibadetlerini kabul etmez.) [Hatib, Deylemi]

Diğer maddelerde, ibni Sebecilerin iftiralarını ve bunları susturan kesin delilleri okuyacaksınız. Önce kısa bir bilgi verelim:

Sofiyye-i aliyyenin büyüklerinden ve reislerinden aynı zamanda Peygamber efendimizin torunlarından olan, gavs-i azam, seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri buyuruyor ki:
(Muhammed aleyhisselamın ümmeti, başka Peygamberlerin ümmetlerinden daha üstündür. Bu ümmetin de üstünü, Ona iman ederek mübarek yüzünü görmekle şereflenen Eshab-ı kiramdır ki, hepsi Ona tâbi olmuş, Onun için harp etmiş, Onun uğruna canlarını, mallarını feda etmiştir. Onun emrini yapmak, birinci vazifeleri olmuş, her şeyde Onun yardımcısı olmuşlardır. Bu Eshabın da en üstünü Hudeybiye’de, Resulullah ile biat edip, Onun için ölmeye hazır olduklarını söz veren kahramanlardır. Bunlar, 1400 kişi idi. Bunların da en üstünü, Bedir muharebesinde bulunanlardır ki, bunlar 313 kişi idi.

Bunların da üstünü, ilk Müslüman olan kırk kişidir ki, kırkıncısı Hazret-i Ömer, bunların otuz dördü erkek, altısı kadındır. Bunların da üstünü Aşere-i mübeşşere, yani Cennete girecekleri ismen müjdelenen on kişidir. Bunlar, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sad ibni Ebi Vakkas, Said bin Zeyd ve Ebu Ubeyde bin Cerrah hazretleridir. Bunların da üstünü Hulefa-i raşidin, yani dört halife olup, bunların da üstünü Hazret-i Ebu Bekir, sonra Hazret-i Ömer, ondan sonra Hazret-i Osman, ondan sonra Hazret-i Ali’dir. Bu dördünden Hazret-i Ebu Bekir, iki sene dört ay, Hazret-i Ömer on sene, Hazret-i Osman oniki sene, Hazret-i Ali altı sene Resulullahın Halifesi oldu “radıyallahü anhüm”.

Dördünün hilafeti, bütün Sahabenin arzusu ve oy birliği ile ve her birinin, zamanının en üstünü olması ile idi. Zor ile, kuvvet ile ve kendinden daha üstün olanın hakkını almak sureti ile değildi. Ebu Bekri Sıddık, Muhacirlerin ve Ensarın söz birliği ile halife oldu. Şöyle ki, Resulullah vefat edince, Ensar-ı kiram, sizden bir emir, bizden bir emir olsun demişti. Hazret-i Ömer ayağa kalkıp, ey Ensar! Resulullahın Ebu Bekir’e, (Eshabıma imam ol!) diye emir buyurduğunu unuttunuz mu? deyince, biliyoruz ya Ömer, dediler. Hazret-i Ömer, devam ederek, içinizde Ebu Bekir’den üstünü var mı? dedi. Ensarın hepsi, kendimizi Ebu Bekir’den üstün sanmaktan Allah’a sığınırız, dedi. Hazret-i Ömer, Resulullahın tayin ettiği makamdan Ebu Bekir’i azletmeyi hanginiz hoş görür, deyince, bütün Ensar, hiçbirimiz hoş görmeyiz. Onu azletmekten Allah’a sığınırız, dediler. Muhacirler ile elbirliği yaparak Ebu Bekri Sıddıkı halife yaptılar. Hazret-i Ali ve Zübeyr de, sonra oraya geldi. İkisi de Halifeyi kabul etti. Hazret-i Ebu Bekri Sıddık, üç defa ayağa kalkıp, (Beni halife kabul etmekten vazgeçeniniz var mı?) dedi. Önde duranlar arasında bulunan Hazret-i Ali, ayağa kalkıp, (Hiçbirimiz vazgeçmeyiz. Vazgeçmeyi hiçbir zaman hatırımızdan geçirmeyeceğiz. Resulullah seni, hepimizin önüne geçirdi. Kim, seni geriye çekebilir?) buyurdu.

Hazret-i Ebu Bekri Sıddıkın halife olmasını isteyerek, en tesirli söz söyleyenin Hazret-i Ali olduğu kuvvetli, sağlam haberlerle gelmiştir. Mesela, Deve vakasından sonra, Abdullah bin Keva, Hazret-i Ali’ye gelip, Resulullah hilafet için, sana bir şey söylemedi mi? dediğinde: (Biz, önce dindeki vazifemize bakarız. Dinin direği ise namazdır. Allahü teâlânın ve Resulünün, dinde, bizden beğendikleri şeyleri, dünyalık olarak beğenir, seçeriz. Bunun için Ebu Bekir’i halife yaptık) buyurdu.

Resulullah son günlerinde, hasta iken, namaz kıldırmak için, Ebu Bekri Sıddıkı kendi yerine imam yapmıştı. Bilal-i Habeşi her ezan okuduğunda, (Ebu Bekir’e söyleyin, nasa imam olsun!) buyururdu. Resulullah, kendinden sonra, Hazret-i Ebu Bekir’in halife olmaya, herkesten daha layık olduğunu gösteren ve Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali’den her birinin de, kendi zamanlarındaki insanlardan, hilafete en layık olduklarını bildiren çok şeyler söylemiştir.) [Gunyet-üt-Talibin]

İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Hazret-i Ali, Ebu Bekri Sıddıkın halifeliğini seve seve kabul etmişti. Bunu herkes iyi bildiği için, (İstemeyerek kabul etti) demekten başka söz bulamadılar.

Hazret-i Ebu Bekir, halifeliğe layık olmasaydı, Hazret-i Ali onu istemez, benim hakkımdır derdi. Nitekim, Hazret-i Muaviye’nin halife olmasını kabul etmedi. Kendisi halife olmak için uğraştı. Halbuki, Hazret-i Muaviye’nin ordusu, kuvveti çok idi. Bu yüzden çok kimselerin ölmesine sebep oldu. Böylece güç durumda hakkını istediği halde, hakkı kendinde görseydi, Hazret-i Ebu Bekir’den istemesi daha kolay idi. Seçilmesini ister ve hemen seçilirdi. Hazret-i Ali, Hazret-i Ebu Bekir’i seçtiğini bildirip biat ettikten sonra, minberin önünde oturdu. Sonraki konuşmalarda, Halifenin suallerine tesirli cevaplar vererek Halifeyi destekledi. (Reddi Revafıd)

Seyyid Abdülkadir-i Geylani
hazretleri aynı kitabında, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali ve Hazret-i Hasan’ın üstünlüklerini gösteren hadis-i şerifleri ve hilafetlerini uzun uzadıya bildirdikten sonra, buyuruyor ki:
İmam-ı Ali şehit olunca, imam-ı Hasan müslüman kanı dökülmemesi ve rahat etmeleri için hilafeti bırakmak istedi. Hazret-i Muaviye’ye teslim etti. Onun emirlerine tâbi oldu. O günden itibaren Hazret-i Muaviye’nin hilafeti hak ve sahih oldu. Bu suretle, Server-i âlemin haber vermiş olduğu, (Bu benim oğlum seyyiddir. [Yani büyüktür] Allahü teâlâ, onun ile, müminlerden, iki büyük fırka arasını bulur. [Yani barıştırır]) hadis-i şerifinin manası meydana çıktı. Görülüyor ki, imam-ı Hasan’ın tâbi olması ile, Hazret-i Muaviye, İslamiyet’e uygun halife oldu. Böylece, müslümanlar arasındaki bütün anlaşmazlık sona erdi. Tabiin ve Tebe-i Tabiin ve dünyadaki bütün müslümanlar, Hazret-i Muaviye’yi halife olarak tanıdı. Server-i âlem, Hazret-i Muaviye’ye, (Halife olduğun zaman, yumuşak ol veya güzel idare et!) buyurdukları gibi, diğer bir hadis-i şerifte, (İslamiyet değirmeni, 35 sene veya 37 sene devam edecektir) buyurdu. Peygamber efendimizin çarh, yani dolab buyurmasının sebebi, dindeki kuvveti ve sağlamlığı bildirmek içindir. Bu müddetin otuz senesi dört halife ve imam-ı Hasan ile tamamlandıktan sonra, geri kalan beş veya yedi senesi, Hazret-i Muaviye’nin hilafeti zamanıdır. (Gunyet-üt-Talibin)

Mevahib-i ledünniyye
ikinci cildinde, Resulullahın gelecekte olacak şeylerden verdiği haberleri bildirirken diyor ki:
İbni Asakir bildiriyor ki, Resulullah, Hazret-i Muaviye’ye, (Benden sonra, ümmetimin üzerine hakim olursun. O zaman, iyilere iyilik et. Kötülük yapanları da, af eyle!) buyurdu. Yine İbni Asakir bildiriyor ki, Resulullah, (Muaviye, hiç mağlup olmaz) buyurdu. Hazret-i Ali, Sıffin muharebesinde: Bu hadis-i şerif hatırıma gelseydi, Muaviye ile harp etmezdim, dedi.

İmam-ı Beyheki diyor ki, Hazret-i Ali buyurdu ki, Resulullahtan işittim, buyurdu ki:
(Ümmetimden bazı kimseler meydana çıkacak, Eshabımı kötüleyeceklerdir. Bunlar, müslümanlıktan ayrılacaklardır.)

Allahü teâlânın Kur’an-ı kerimde (Hepsine Cenneti vaad ettim, ben onlardan razıyım, onlar da benden razıdır) diye methettiği eshab-ı kiramın hiçbirine dil uzatılamaz. Fâsık ve kâfir denilemez. Bu yüzden Hazret-i Ali kendisiyle savaş eden müslümanlar için buyurdu ki: (Kardeşlerimiz bize asi oldu. Bunlar, kâfir veya fâsık değildir.)

İmam-ı Şafii hazretleri de, (Allahü teâlâ, ellerimizi, bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de, dilimizi tutup, bulaştırmayalım!) buyurdu.

Ya Rabbi! Bizleri parçalanmaktan koru! Hepimizi, razı olduğun, beğendiğin, Ehl-i sünnetin doğru yolunda birleştir! İslam düşmanlarının yalanlarına aldanarak, tuzaklarına düşmekten koru!

Ya Rabbi! Bizi ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi af eyle! Mahlukların en kıymetlisi olan, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselama ve temiz olan âline ve Eshabının hepsine bizlerden kıyamete kadar dua ve selamlar olsun! Âmin.

Abdullah bin Sebe hakkında kısa bilgi
Müslümanlar arasında Eshab-ı kiram düşmanlığını ilk aşılayan Yahudi dönmesi Abdullah bin Sebe’dir, “Sebeiyye” denilen sapık yolun kurucusudur. [Geniş bilgi için Abdullah bin Sebe kimdir maddesini okuyunuz. Burada özetle yazıyoruz.]

Hazret-i Osman’ın halifeliği zamanında Yemen’den Medine’ye geldi. Ben müslüman oldum dedi. Halifenin gözüne giremeyince, her yerde halifeyi kötülemeye başladı. Fitne ve fesat çıkaracağı anlaşılarak Medine dışına çıkartıldı. O da gittiği Basra, Şam ve Kufe’de de Halife Osman’ın aleyhindeki faaliyetlere devam etti. Eshab-ı kiramın büyüklerine uygunsuz sözler söyleyerek bozgunculuk yaptıysa da fazla taraftar bulamadı. Mısır’a gelerek cahilleri etrafına topladı. “Hazret-i İsa’nın döneceğine inanıp da Hazret-i Muhammed’in döneceğine inanmayana şaşarım” dedi. “Halifelik Hazret-i Ali’nin hakkıydı, Osman onun hakkına tecavüz ederek zalimlik yaptı” dedi. Hatta Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’in hilafete geçmeye hakları olmadığını söyledi. Etrafına topladığı cahilleri isyana teşvik etti.

İbni Sebe ve taraftarlarının yaptığı fitnenin etkisinde kalarak Mısır ve Irak’tan Medine’ye gelen isyancılar Hazret-i Osman’ı şehit ettiler. Hazret-i Ali zamanında da fitne ateşini körüklemeye çalışan ibni Sebe, Kufe’ye giderek Hazret-i Ali’ye yaranmaya çalıştı. Hazret-i Ali’ye “sen tanrısın” diyerek ona secde etti. Hazret-i Ali, onu Medayin şehrine sürdü. Sebeiyye fırkası, Cemel ve Sıffin olayının hazırlayıcılarıdır. Hazret-i Ali’yi de şehit ettiler. Hazret-i Ali şehit olunca; “O ölmedi, bulutlara yerleşti, şimşek, yıldırım onun emri ile olmaktadır” derdi. Daha nice düzmece sözleri ile cahilleri aldatıp Müslümanları içeriden yıkmaya çalıştı. (Rehber Ansiklopedisi)

Yahudi İbni Sebe, 654’te Mısır’dan Medine’ye gelmiştir. (Müncid)

İbni Sebe Mısır’da isyana sebep oldu, ona inanan çapulcular, Osman’ı şehit etti. (Kamusül alam)

Yahudiler Resulullahı zehirledikleri halde, öldüremeyince bu sefer müslümanların arasında fitne çıkarmaya başladılar. İbni Sebe, her peygambere Allah tarafından vasi verildiği ve Hazret-i Muhammed’in vasisinin Hazret-i Ali olduğu hakkında propagandaya girişti. Mısır’dan Medine’ye gelmiştir. Hazret-i Ali’ye secde etmiştir. Hazret-i Ali de onu Medayin şehrine sürmüştür. (İslam Ansiklopedisi)

Cemel Savaşını hazırlayan ibni Sebe’nin Müslümanlığa karşı kazandığı zaferin bu ikincisi idi. Daha önce Hazret-i Osman’a karşı hazırladığı isyanı kazanmıştı. (Kısas-ı Enbiyâ, Mir’atül’iber)

Hazret-i Osman halife iken, Abdullah bin Sebe isminde Yemenli bir Yahudi, Medine’ye geldi. Halifeden yüz bulamayınca, Hazret-i Osman’ı kötüledi. Halife de, bunu Medine’den çıkardı. Bu da, Mısır’a gidip, halifeyi kötülemeye başladı. Çok bilgili olduğundan, cahilleri etrafına topladı. (Her Peygamberin bir veziri var idi. Peygamberimizin veziri de Ali’dir. Hilafet, onun hakkı idi. Osman, onun hakkını elinden aldı) diye her yerde konuşmaya başladı. (Tarih-i Taberi)

Eshab-ı kiramı kötüleyenlerin ilki, Abdullah bin Sebe’dir. (İbni Mülcem Hazret-i Ali’yi öldürmedi. Şeytan Ali’nin şekline girmişti. Şeytanı öldürdü. Ali, bulutlar içindedir. Gök gürlemesi, onun sesidir. Şimşek, kamçısıdır) derdi. İbni Sebe Yahudisinin sözlerine aldanan (Sebeciler), gök gürültüsü işitince, (Ey emirel-müminin! Sana selam olsun) derler. (Reddi revafıd)

Sebeiyye sapık inanışını kuran, Abdullah bin Sebe adında Yemenli bir Yahudidir. “Sen tanrısın” dediği için Hazret-i Ali bunu Medayin’e sürdü. (Tuhfe-i isna aşeriyye)

Eshab-ı kiramın hepsini sevenlere Ehl-i sünnet denir. Bir kısmını sevmeyenlere Şii denir. Tamamına düşman olanlara Rafizi denir. Rafiziler, ibni Sebe’nin yolundadır. (Cennet yolu ilmihali)

İbni Sebe’nin varlığı ve Sebe’iyye fırkası

Rafıziler ile Sünni görünen bazı mezhepsizler, İbni Sebe diye biri yok diyorlar. Halbuki yüzlerce kitap İbni Sebe’den bahseder. (El Şia ve El Sünne) kitabında İhsan İlahi Zahir diyor ki: İslam güneşi doğup her yere yayılınca, kâfirlerin ve müşriklerin kalbleri yanıp tutuştu. Yahudiler, İran Mecusileri, Hindular, İslam’a tuzak hazırlamaya başladılar. Fitne çıkarıp, kan dökülmesine sebep oldularsa da, İslamiyet’i yıkamadılar. Kâfirliğini gizleyenlerin başında Yahudi Abdullah bin Sebe gelir. Sünni ve Şia’dan tarihçiler, hadisçiler ve tabakat sahipleri, edebiyat ve soy kütükçüleri İbni Sebe’ye yer vermişlerdir.

Bazıları şunlardır:
Çok bid’at çıkaran İbni Sebe’ye Allah lanet etsin. (İbni Kesir, Bidaye ve Nihaye 7/190);

İbni Sebe, Yemen Yahudisidir. (İbni Asakir Dimaşik Tarihi 3/29, İbni Esir, Kâmil 3/77);

İbni Sebe kendini tam kamufle etmiştir. Basra valisi Abdullah bin Amir, ona ismini sorduğunda, ben ehli kitaptan İslamiyet’i seçen ve size yakın olmak isteyen bir kişiyim demiştir. İbni Amir ona, bunu nereden bileyim der ve Basra’dan çıkarır. (Taberi 4/326-327),

İbni Sebe, Şam’da rolünü oynayamadan Mısır’a geçmiştir. (Taberi 4/340),

İbni Sebe’ye anası siyahi olduğu için İbni sevda da denir. (El Mukrizi, el Hutat 2/356);

İbni Sebe’nin anası Habeşli siyahi - zencidir. (Taberi 4/326-327),

İbni Sebe ve fırkası taşkınlar sınıfındadır. (Ebul Hasenil Eş’ari, Makalatil İslamiyyin 1/85);

Kelbi, ibni Sebecidir. (İbni Hibban kitabil Mecruhin 2/253);

İbni Sebe Hazret-i Ali ölmedi derdi. (El Mukaddesi, el Bedi vel Tarih 5/129);

Hazret-i Ali’nin nasla imam olacağını ilk ortaya atan İbni Sebe’dir. (Şehristani, Milel ve Nihal 2/116);

İbni Sebe, Hazret-i Ali’nin bir kısmı ilahtır derdi. (Essafidi, el Vafi bil Vefiyyet 17/20);

Yahudi Pavlos’un Hristiyanlığa yaptığı gibi Yahudi İbni Sebe de müslüman görünüp İslam’ı bozmaya çalıştı. (Ebil Iz El Hanifi, Şerh el akidetü et-Tahaviyye s.578);

İbni Sebe tenasühü İslam’a sokmaya çalışmıştır. (Mukrizi, el Hutat 2/356);

Yahudi İbni Sebe, bâtıl davasını sinsice, tedrici olarak ve kurnazca yayardı. (Abdulaziz bin Veliyullah Muhtasaril Tuhfe el İsna Aşeriyye s.317);

Sebeciler biz vahye ulaştık derler. (İbni Ebi Ömer el Adni, Kitabül imam s.249);

Hazret-i Ali, Sebecileri ateşte yaktı. (El Maltı, Tenbih s.18, Cevzcani, Ahval el Rical s.38, Fahrettin el Razi İtikâdet Firak el Müslimin vel Müşrikin s.57; Hazret-i Ali’nin yaktığı hadis kitaplarında da geçer: Ebu Davud 4/126, Nesai 7/104, Hakim 3/538),

Sebeciler Hazret-i Ali’ye yaratıcı dediler. (İbni Abdu Rabbeh, el Akdul Ferid 2/405),

Sebeciler, İbni Sebe’nin adamlarıdır. (El Havarzemi, Mefatihul Ulum s.22).

İbni Sebe’den bahseden kitaplardan bazıları şunlardır:
İbni Asakir, Tarihi 3/29, 29/7;
İmam Taberi, Tarih Taberi 4/283-505;
Furazdak, Divan s.242-243;

İbni Kuteybe, Mearif 267; Muhtelif Hadis Tevili s.73;
Süyuti, Hüsnü Muhadara 2/174; Lubbul Elbab fi tahrirul Enseb 1/132;
Cevzcani, Ahval el Rical s.38;

El Belaziri, Enseb el Eşraf 3/382;
İbni Abdu Rabbeh, el Akdul Ferid 2/405;
Ebu Asım Huşeyş bin Esram, İstikame;

Ebu Hasan Eş’ari, Makaletil İslamiyyin 1/85;
İbni Hibban, Kitabil Mecruhin, 2/253;
El Mukaddesi, el Bedi vel Tarih 5/129;

El Maltı, Tenbih s.18;
El Havarzemi, Mefatihul Ulum s.22;
El Hemazani, Tesbit Dalail el Nübüvveh 3/548;

Mutezile Cahiz, Beyan ve Tebyin s.81-83;
Bağdadi, el Firak Beynel Firak s.15;
İbni Habib Bağdadi, Muhber s.308

İbni Hazm, Fasıl fil Milel ve Nihal 4/186;
El Esfarayani, el Tabsira fiddin s.108;
Şehristani, Milel ve Nihal 2/116-155;

Sem’ani, Enseb 7/24
Neşvan el Humeyri, Hivarul Ayn s.154;
İbni Esir, Ellubab 2/98; Kâmil, 3/144-154

Fahrettin el Razi, İtikâdet Firak el Müslimin vel Müşrikin s.57;
Es Sekseki, el-Burhan;
İbni Teymiye, Mecmu’ul Fetava 4/435, Minhec’ul Sünnetül Nübeviyye

El Ma’laki, Temhid vel Beyan s.54
Zehebi, el Muğni fid Duafa 1/339; Mizan 2/426, İslam Tarihi 2/122-123;
Essafidi, el Vafi bil Vefiyyet s.17-20

İbni Kesir, Bidaye ve Nihaye 7/183;
Kermani, Firak el İslamiyye, s. 34
Şatibi, el İ’tisam 2/197;

Ebil İz El Hanifi, Şerh el akidetü et-Tahaviyye s.578;
Cürcani, Tarifat;
Mukrizi, el Hutat 2/356-357;
Hafız bin Hacer, Lisanil Mizan 3/290;

El Ayni, Akdul Ceman 9/168;
Sefarani, Levamiul Envar 1/80;

İbni S’ad, Tabakat Kübra 3/39
Abdul Aziz bin Veliyullahil Dehlevi, Muhtasaril Tuhfe el İsne Aşeriyye s.317

Şia kitaplarından bazıları:
El Naşi el Ekber, Meseil el İmame s.23;
El Kami, Mekalet ve Firak s.2;
Nubahti, Firak el şia s.23;

Ebu Hatim el Razi, El zine fil Kelimatil İslamiyye s. 305;
El Keşi, Rical s. 98-99;
Ebu Cafer Saduk bin Babuvi el Kami, Men la Yahdurhül Fıkıh 10/213;

Şeyh el Mufiyd, Şerh Akaidil Sudur s. 257;
Ebu Cafer el Tusi,

Eshab-ı kirama dil uzatılamaz

Eshab-ı kirama dil uzatılamaz

Sual: Allahü teâlânın, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an-ı kerimde methettiği, (Hepsinden razıyım, hepsine Cenneti vaad ettim) diye buyurduğu eshab-ı kirama, ibni Sebeciler, hâşâ münafık, kâfir diyorlar, olmadık şeyleri söylüyorlar. İlk üç halifeye sövmeyi ibadet kabul ediyorlar. Allah tarafından övülen Resulullahın arkadaşlarına sövmenin dindeki yeri nedir?

CEVAP
Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde Cennet ile müjdelenen eshab-ı kiramdan herhangi birine kâfir demek, küfre sebep olur. Eshab-ı kiramın istisnasız hepsinin Cennetlik olduğu âyet ve hadislerle bildirilmiştir. İşte bir âyet-i kerime meali:
(Mekke’nin fethinden önce Allah için mal verip savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlarla eşit değildir. Onların derecesi, sonradan Allah yolunda harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah [Eshabın] hepsine de en güzel olanı [Cenneti] vaad etmiştir.) [Hadid 10]

Âyet-i kerimede, sapıklara fırsat vermemek için, ve küllen vaadallahül hüsna buyuruluyor. Yani Allah hepsine Cenneti söz vermiştir buyuruluyor. Fazilet bakımından elbette Mekke’nin fethinden önce Müslüman olanlar, daha sonra Müslüman olanlardan daha üstündür. Ama hepsi de Cennetliktir.

Âyet-i kerimede fetihten öncekilere Hüsna [Cennet] vaad edildiği gibi, fetihten sonrakiler, o dereceye kavuşmasa bile, onlara da Hüsna söz verilmiştir. Dört halife de fetihten önce, Allah yolunda infakta bulunmuş ve savaşmıştır. Bu âyeti inkâr edip üç halifeye zalim, kâfir gibi sözler söyleyenin kendisi kâfirdir. Piyasada birçok meal vardır. Hepsi de Ve küllen vaadallahül Hüsna âyetini birkaç kelime farkı ile aynısını bildirmiştir. Küllen kelimesini kimisi, hepsi diye, kimi de herbiri diye tercüme etmiş. Her biri Cennetlik demek de, istisnasız hepsi Cennetlik demektir. Şimdi meallere bakalım:
Diyanetin mealindeki ifade aynen şöyledir: (Allah, hepsine Cenneti vaad etmiştir.)

Ömer Nasuhi Bilmen’in mealindeki ifade: (Allah hepsine de pek güzel mükafat vaad etmiştir.)

Süleyman Ateş’in mealindeki ifade: (Allah hepsine de en güzel sonucu vaad etmiştir.)

Vehhabilerin dağıttığı mealdeki ifade: (Allah hepsine de en güzel olanı vaad etmiştir.)

Hasan Basri Çantay’ın mealindeki ifade: (Allah her birine en güzel olanı (Cenneti) vaad etti.)

Tibyan tefsirindeki ifade: (Allah her birine hüsnayı (Cenneti) vaad etti.)

A. Fikri Yavuz’un mealindeki ifade: (Allah hepsine Hüsna’yı=Cenneti vaad buyurdu.)

Hazret-i Osman’a dil uzatan S. Kutub’un ifadesi: (Hepsine de Allah en güzel olanı vaad etmiştir.)

Eshaba saldıran Mevdudi’nin ifadesi: (Allah her birine en güzel olanı vaad etmiştir.)

Elmalılı Hamdi Yazır, Konyalı M. Vehbi, Ali Arslan ve Celal Yıldırım’ın tefsirinde, M. Ali Sabuni Safvetüt Tefasirde ve piyasadaki diğer tefsir ve meallerde de aynı ifadeler geçmektedir.

Allahü teâlâ, sadece Eshab-ı kiramın Cennetlik olduğunu bildirmekle kalmadı, o mübarek insanları sevip onların yolundan giden Müslümanlardan da razı olduğunu, onları da Cennete koyacağını bildirdi. İşte bir âyet-i kerime meali:
(Muhacirlerin [Mekke’den hicret eden eshabın] ve Ensarın [Medine’de muhacir eshaba yardım edenlerin] önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allah razıdır ve bunlar da, Allah’tan razıdır. Allah bunlar için, altından ırmaklar akan Cennetler hazırladı. Bunlar Cennetlerde sonsuz olarak kalacaklardır.) [Tevbe 100]

Allahü teâlânın zatı gibi sıfatları da sonsuzdur. Razı olması da sonsuzdur. Allah, Eshabdan birkaç sene razı oldu sonra vazgeçti denilemez. Allah sözünden dönmez.
İki âyet-i kerime meali:
(Allah asla sözünden dönmez.) [Al-i İmran 9, Zümer 20, Rad 31]

(Allah vaadinden dönmez.) [Rum 6]

İbni Hacer-i Mekki hazretleri diyor ki:
Araf ve Hicr surelerinde (Biz azimüşşan, onların kalblerindeki gıl ve gışşı nezettik) buyuruluyor. Yani kalblerindeki kin ve düşmanlık gibi şeyleri kökünden çıkarıp attık. Demek ki, hiçbir sahabi, başka bir sahabiye haset ve kin beslemez. Çünkü, hepsi Hakkulyakin mertebesine ulaşmışlardır. Aralarındaki savaşlar ictihad sebebi ile idi. Her biri, kendi ictihadı ile hareket etmeye mecbur olduğundan, hiçbiri kötülenemez. Eshab-ı kiramdan birini kötülemek, (Allah onlardan razıdır) mealindeki âyete inanmamak olur. (Tathir-ül-cenan)

Allahü teâlâ, sahabi düşmanlarına fırsat vermemek için, sadece cihad edenlerin değil, evlerinde oturanların da Cennetlik olduğunu bildirmiştir. İşte âyet-i kerime meali:
(Müminlerden, oturanlarla malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı [Cennet] vaad etmiştir; ama cihad edenleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.) [Nisa 95] Bu âyette de, “hepsi Cennetliktir” buyuruluyor.

Hazret-i Âdem’den beri bir çok Peygamber gelmiştir. İçlerinde en kıymetlisinin, bizim Peygamberimiz olduğu ve en iyi eshab da Onun eshabı, en iyi ümmet de Onun ümmeti olduğu bildirilmiştir. İşte bir âyet-i kerime meali:
(Sizler, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız.) [Âl-i İmran 110]

Eshab-ı kiram birbirinin dostu idi. İşte âyet-i kerime meali:
(İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve
[hicret eden eshabı] barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin dostlarıdır.) [Enfal 72] Eshab-ı kiramı birbirine düşman gibi göstermek bu âyet-i kerimeye de aykırıdır.

Burada bunu ispat için bir güzel misal verelim:
Eshab-ı kiramın, ensarın büyüklerinden, Peygamber efendimizin mihmandârı, sancaktârı ve katiplerinden olan Halid bin Zeyd Ebu Eyyub-i Ensari hazretleri [Türkiye’de Eyüp Sultan denilmekle meşhurdur] 670 (H.50) senesinde İstanbul’da şehit olmuştur.

Resulullah efendimiz, Medine’ye hicret edince, deve bunun kapısında çöktü. Mescid yapılıncaya kadar, yedi ay bu mübarek sahabinin evinde misafir kaldı. Bütün eshab-ı kiram istediği halde, Resulullahı yedi ay ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübarek zata nasip oldu. Medine ahalisi Hazret-i Halid’in evine gelip Resul-i ekremi ziyaret etti.

Hazret-i Halid, Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye ve başka gazalarda Resulullah efendimizin yanında bulundu ve hayır dualarına kavuştu. Birçok muharebelerde sancaktârlık hizmeti ile şereflendi. Bu sebeple kendisine Sancaktâr-ı Resulullah ünvanı verildi. Yüzelli hadis-i şerif haber vermiştir. İhtiyar olduğu halde Hazret-i Muaviye zamanında, Süfyan bin Avf kumandasındaki ordu ile İstanbul’u almaya geldi. Yezid’in de bulunduğu asker arasında otuzüç sahabi vardı. Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Ömer, Abdullah ibni Zübeyr hazretleri de Ebu Eyyüb-el Ensari Halid hazretleri ile beraberdi. Bunlardan Hazret-i Halid dizanteriden vefat etti.

Ebu Eyyub-i Ensari hazretleri, Cemel ve Sıffin vakalarında, Hazret-i Ali’nin yanında bulundu. Kumandanları arasında yer aldı. Hakemlerin kararı ile Hazret-i Muaviye halife seçildiği gün, Medine’de Hazret-i Ali tarafından vali idi. Suriye, Filistin muharebelerinde, Mısır ve Kıbrıs’ın fethinde bulundu. Gayet şecaatli ve pek kahramandı. Bir muharebede özrü sebebiyle bulunmadığı için hep üzülürdü.

İlk imana gelenlerden ve hayatta iken ismen Cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Hazret-i Talha ile ahiret kardeşi idi. Resulullah efendimiz yapmıştı.

[Ki bu Talha hazretleri, Hicretin 36. yılında, Cemel vakasında, Hazret-i Ali’ye karşı savaş edenler arasında idi. Bu muharebede şehit olunca, Hazret-i Ali çok üzüldü. Ağlayarak yanına gitti, mübarek elleri ile, toprağı yüzünden sildi. Cenaze namazını kendi kıldırdı.]

Evet, bu yüce sahabi, Resulullahın sancaktârı, Hazret-i Ali’nin kumandan ve valilerinden Hazret-i Halid, bir zaman önce kendisine karşı savaştığı Hazret-i Muaviye’nin, halifeliği zamanında İstanbul’un fethi için teşkil ettiği orduya katıldı. Birbirlerini sevmeselerdi, Hazret-i Ali efendimizin buyurduğu gibi, birbirlerini kardeş bilmeselerdi hiç Hazret-i Muaviye’nin halifeliği zamanında onun emrine girip, fetih için gönderdiği orduya katılır mıydı? Ki bu katılması onun şehit olmasına da sebep oldu. (Kısas-ı Enbiya, Şevahüd-ün-nübüvve, Tezkire-i Kurtubi muhtasarı, Hak Sözün Vesikaları, Eshab-ı Kiram, Seadet-i Ebediyye)

Eshab-ı kiramın birbirine karşı çok merhametli oldukları, tamamının birbirini sevdikleri, mesela Hazret-i Ali’nin Hazret-i Muaviye’yi sevdiğini şu âyet-i kerime açıkça bildirmektedir:
(Muhammed aleyhisselam, Allah’ın Resulüdür ve Onunla birlikte bulunanların [Eshab-ı kiramın] hepsi, kâfirlere karşı şiddetli, çetin, fakat, birbirlerine karşı merhametli, yumuşaktır. Bunları çok zaman rüku ve secdede görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Çok secde ettikleri yüzlerinden belli olur. Bu Onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar, ekine benzer. İnce bir filiz yerden çıkıp kalınlaşıp yükseldiği gibi, az ve kuvvetsiz oldukları halde, kısa zamanda etrafa yayıldılar. Her tarafı iman nuru ile doldurdular. Herkes filizin halini görüp, az zamanda nasıl büyüdü diyerek, şaşırdıkları gibi, hâl ve şanları dünyaya yayılıp, görenler hayret etti ve kâfirler kızıp, öfkelendiler.) [Feth 29] Eshab-ı kirama kızanların da kâfir oldukları yine bu âyet-i kerimede bildirilmektedir.

Adam öldürmek, zina, içki, hırsızlık çok büyük günah iseler de kâfirlik değildir. Çünkü Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah, dilediğinin; şirkten [küfürden] gayri günahlarını affeder.) [Nisa 48, 116]

(Müminlerden iki taife birbiriyle çarpışırlarsa, aralarını bulun, müminler, elbette kardeştir, kardeşlerinizin arasını bulun.)
[Hucurat 9-10]

Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan Hazret-i Vahşi ve diğerleri, tertemiz birer müslüman, Cennetlik bir sahabi olup, eski günahları da sevaba çevrilmişti. Çünkü Kur’an-ı kerimde açıkça buyuruluyor ki:
(Tevbe edip iman eden ve salih amel işleyenlerin günahlarını sevaplara çeviririm.) [Furkan 70)

Bu husus kâfir iken Müslüman olan herkes için geçerlidir. Hangi günah olursa olsun, şirk yani kâfirlik dahil, tevbe edilince Allahü teâlâ onu affeder. Bu husus, kıyamete kadar böyledir.

Allahü teâlâ, Resulüne, (Sana indirdiğim bu Kur’anı açıkla) buyuruyor. (Nahl 44)
Resulü açıklayarak buyuruyor ki:
(Eshabıma dil uzatmakta Allah’tan korkun! Benden sonra onları kötü emellerinize alet etmeyin! Onları seven, beni sevdiği için sever. Beni sevmeyen de onları sevmez. Onları inciten beni incitmiş olur. Beni inciten de Allahü teâlâyı incitmiş olur. Bunun da cezası gecikmeden verilir.) [Buhari]

(Eshabımın hiçbirine dil uzatmayın. Onların şanlarına yakışmayan bir şey söylemeyin! Allah’a yemin ederim ki, bir kimse, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, eshabımdan birinin bir avuç arpası kadar sevap alamaz.)
[Ebu Davud]

(Eshabım, cin ve insanların hepsinden daha üstündür.)
[Bezzar]

(Eshabımdan herhangisine uyarsanız, Allahü teâlânın sevgisine kavuşursunuz.)
[Beyheki]

(Rabbim bana vahyetti ki: "Eshabın gökteki yıldızlar gibidir. Bazısı bazısından daha parlaktır. Onlardan birine uyan hidayet üzeredir”)
[Deylemi]

(Eshabımın ve akrabamın ve gösterdiğim yolda gidenlerin sevgisinde benim hakkımı koruyun! Onları sevmek suretiyle peygamberlik hakkımı koruyanları, Allahü teâlâ, dünyada ve ahirette belalardan, zararlardan korur. Peygamberlik hakkımı düşünmeyip, onları incitenleri, Allahü teâlâ sevmez. Allah’ın sevmediklerine de azap etmesi yakındır.)
[Taberani]

(Eshabımın ismini işitince, susun, şanlarına yakışmayan söz söylemeyin!)
[Taberani]

(Eshabımı kötüleyene Allah lanet etsin.) [Taberani, Beyheki, Hakim]

(Eshabımın kusurlarını söylemeyin! Kalbleriniz onlara karşı değişir. Eshabımı iyilikle anın ki, kalbleriniz ülfet etsin!)
[Deylemi]

(Eshabım gibi hiç kimse İslamiyet’e hizmet edemez.)
[İ. Süyuti]

(Beni gören müslüman, Cehenneme girmez.) [Taberani]

(İnsanların en hayırlısı asrımdaki müslümanlar
[Eshab-ı kiram]dır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenler [Tabiin] dir. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenler [Tebe-i tabiin] dir. Artık bunlardan sonra yalan yayılır. Bunların [Eshabımın yolunda olmayanların] sözlerine ve işlerine inanmayınız!) [Buhari, Müslim, Tirmizi]

(Eshabım arasında fitne çıkacak, o fitnelere karışanları, Allahü teâlâ benimle olan sohbetleri hürmetine af ve mağfiret edecektir. Sonra gelenler, bu fitnelere karışan Eshabıma dil uzatarak Cehenneme girecektir.)
[Müslim]

(Eshabımı kötüleyen hariç, kıyamette, her müminin kurtulma ümidi vardır.)
[Hakim]

(Eshabımı kötüleyenler, Müslümanlıktan ayrılmış olur.) [Beyheki]

(Allahü teâlâ, bana eshab ve akraba olarak en iyileri seçti. Birçok kimse, eshabıma ve akrabama dil uzatır, kötülemeye çalışırlar. Böyle kimselerle oturmayın! Birlikte yiyip içmeyin, bunlardan kız alıp vermeyin.)
[Dare Kutni]

Ağaç altında söz veren eshab
Allahü teâlâ, ağaç altında sözleşme yapılan Eshabdan da razı olduğunu bildirmiştir. İşte âyet-i kerime meali:
(Ağaç altında, sana söz veren müminlerden, Allah razıdır. Kalblerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.) [Fetih 18]

İmam-ı Begavi diyor ki: Cabir bin Abdullah dedi ki, Resulullah, (Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!) buyurdu. Bu sözleşmeye, Biat-ür-rıdvan denir. Çünkü, Allahü teâlâ, bunlardan razıdır. (Meâlimüttenzil)

[Bunlar, 1400 kişi idi. Hudeybiye’de (Biat-ür-rıdvan) yapıldı ve 8. senede Mekke feth edildi. Bu 1400 sahabe arasında üç halife ve ileride Hazret-i Ali ile savaşacak olan Eshab da var idi.]

Maveraünnehir âlimleri buyurdu ki:
Üç halife, Fetih suresinin, (Sana, ağaç altında söz veren müminlerden Allah razıdır) mealindeki 18. âyeti arasına da girmekle şereflendikleri için bunları kötülemek küfür olur.

Üç halife âyet-i kerimelerle Cennetle müjdelendiği gibi, ikram olarak ismen de Cennetle müjdelenmişlerdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(On kişi Cennettedir: Ebu Bekir ve Ömer ve Osman ve Talha ve Zübeyr ve Abdurrahman bin Avf ve Ali bin Ebi Talib ve Sad bin Ebi Vakkas ve Ebu Ubeyde bin Cerrah ve Said bin Zeyd.) [Tirmizi, İbni Mace]

(Bir kimseyi, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’den üstün gören beni yalanlamış olur.)
[Rafi'i]

(Şu dört kişinin sevgisi bir münafığın kalbinde toplanmaz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali.)
[İbni Asakir]

(Allahü teâlâ, namazı, zekatı ve orucu farz ettiği gibi, Ebu Bekri, Ömer’i, Osman’ı ve Ali’yi sevmeyi de farz etti.)
[Vesile]

(Cebrail dedi ki: Allahü teâlâ buyuruyor ki, "Her ümmet kıyamette susuzluk görecek, yalnız Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi sevenler müstesna.)
[Rafi'i]

(Başınıza Ebu Bekir gelince, onu zahid ve ahirete ragıb bulursunuz. Başınıza Ömer gelince, onu kuvvetli, emin ve Allah yolunda kimseden çekinmez görürsünüz. Başınıza Ali gelince, hadi ve mühdi olur. Sizi doğru yola götürür bulursunuz.)
[Hakim, İ. Ahmed]

(Ümmetimin en merhametlisi Ebu Bekir, dinde en sağlam olanı Ömer, en hayalısı Osman, en iyi hüküm vereni ise Ali’dir.)
[İbni Asakir, Ebu Ya’la]

(Her Peygambere eşraf ve kerimden 7 kimse verildi. Bana ise 14 kişi verildi. Ali, Hasan, Hüseyin, Cafer-i Tayyar, Hamza, Ebu Bekir, Ömer, Mus'ab ibni Umeyr, Bilâl, Selman, Ammar, Abdullah ibni Mes'ud, Mikdat ve Huzeyfe ibni Yemani.)
[Hakim, Ebu Nuaym]

(Sünnetime ve hulefa-i raşidinin yoluna sımsıkı sarılın!)
[Buhari]

Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer, Bedir savaşına katılanlardandır. Bedir ehlinin şânı için hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bedir savaşına katılan müslümanlar Cennetliktir.) [Dare Kutni]

(Allahü teâlâ Bedir ehline rahmetiyle tecelli edip şöyle buyurdu: "Ne yaparsanız yapınız, Ben sizi şimdiden affettim.")
[Hakim]

(Cebrail geldi ve bana "Bedir’de hazır olanları nasıl sayarsınız?" dedi. Dedim ki, Hayırlılarımızdır. Dedi ki, Melaikeden Bedir’de bulunanlar da bizim nazarımızda meleklerin hayırlılarıdır.)
[Buhari]

(Eshab-ı Bedirden birine nasıl söz söylersin? Eğer sen Uhud dağı kadar altını infak etsen, onun derecesini bulamazsın.)
[Hakim]

Eshab düşmanları diyor ki:
“Bu üç halife, birkaç iyi iş yapmışlarsa da, daha sonra kötülük yaparak, verdikleri sözü bozmuş ve Allah da rızasını onlardan kaldırmıştır. Peygamber, Ali’nin halife olmasını emrettiği halde, bu emre uymadılar. Fatıma’yı incittiler. Hadis-i şerifte, (Onu inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, Allah’ı incitir) buyurulmuştur. Ahzab suresinde, (Allah’a ve Resulüne eziyet edenlere, dünyada da, ahirette de lanet olsun) buyuruldu. Bu kötü işlerinden, üç halifenin üçünü de kötülemek ve onlara sövmek gerekir.”

Bu sözlerle Allahü teâlâ hâşâ cahillikle suçlanmış oluyor. Allah onların ne yapacaklarını bilmiyor muydu? Allah’ın zatı gibi sıfatları da ebedidir. Birkaç seneliğine razı olup, sonra rızasını kaldırmaz. Allah verdiği sözden dönmez. (Al-i imran 9)

İlk dört halifeyi kötülemek Resulullahı kötülemek olur. Resulullah, âlemlere rahmet idi, çok kıymetli idi, Onun ehl-i beyti, hanımları ve eshabı da çok kıymetli oldu. (Feth 29)

Bir hadis-i şerifte de buyuruluyor ki:
(Allahü teâlâ, beni insanların en asilzadesi olan Kureyş kabilesinden seçti ve bana onların arasından en iyilerini eshab [arkadaş] olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezir olarak ve din-i İslamı, insanlara bildirmekte, yardımcı olarak seçti. Bunlardan bazılarını da Eshar, [zevce, kayınpeder, kayınvalide, kayınbirader ve baldız gibi kadın tarafından akraba] olarak ayırdı. Bunlara sövenlere, iftira edenlere, Allahü teâlânın ve bütün meleklerin ve insanların laneti olsun! Allahü teâlâ, kıyamet günü, bunların farzlarını ve sünnetlerini kabul etmez.) [Hakim] (Bu dört halife, aynı zamanda Eshardan idi.)

Allahü teâlâ, ağaç altında söz veren Eshabdan razı olduğu zaman, onların niyetlerini elbette biliyordu. Allahü teâlâ, onların verdiği sözü beğenince, iman ile giderler. Çünkü, Allah, ileride kâfir olacakların hiçbir işinden razı olmaz. İmansız ölecek olanlar, güzel iş yapsa da, Allah bunların, böyle işlerini de beğenmez. Kâfirlerin yaptığı güzel işler için, Nur suresi, 39. âyetinde (Kâfirlerin yaptığı güzel işler, çölde görülen seraba benzer. Susuz olanlar, bunu uzaktan su sanır. Yanına gidince, bir şey bulmaz.) ve Maide suresi, 57. âyetinde, (Kâfir olarak ölenin yapmış olduğu bütün iyi işleri yok olur. Dünya ve ahirette fayda vermez) buyuruldu. Ahirette işe yaramayacak olan bir işten, Allah razı olur demek, Allah’ın sıfatlarını inkâr etmek olur.

Hazret-i Ali’nin ilk halife olmasını, Resulullah bildirmedi. Eğer bildirseydi, Hazret-i Ali, bu emri gizlemez, açıkça söyler ve Hazret-i Ebu Bekir’in halifeliğini kabul etmezdi. Nitekim Hazret-i Ebu Bekir, (Halifeler Kureyş’tendir) hadis-i şerifini söyleyerek, Ensarın halife olmasını kabul etmedi. Ensar da, razı olup, halifelik isteğinden vazgeçtiler.

Fatıma’yı incitmemek için olan emir, her türlü incitmeyiniz demek değildir. Çünkü, Hazret-i Ali, onu birkaç defa incitti. İncitmesi suç olmadı. Bunun gibi, Resulullah, (Âişe’yi üzerek, beni incitmeyiniz! Biliniz ki, onun yatağında iken bana vahiy gelmektedir) buyurmuştu. Âişe’yi incitmenin, kendisini incitmek olduğunu bildirdi. Halbuki, Hazret-i Âişe, Hazret-i Ali’den elbette incindi. Bunun için (incitmeyiniz) emri, şeytana uyarak incitmeyiniz, demektir. Yoksa, İslamiyet’in, emrini yerine getirmek için üzmek yasak olmaz. (Biz Peygamberler, miras bırakmayız. Bıraktıklarımız, fakirlere sadaka olur) hadis-i şerifine uyarak Hazret-i Ebu Bekir, Fedek hurmalığının gelirini Hazret-i Fatıma’ya vermeyip fakirlere dağıttı. Hazret-i Ali de, halife olunca, Fedek hurmalığının gelirini Hazret-i Fatıma’nın mirasçılarına vermeyip, emre uyarak o da fakirlere dağıttı. (Reddi revafıd)

Şu halde, Hazret-i Ebu Bekir Fedek hurmalığı yüzünden suçlanırsa, aynı uygulamayı yapan Hazret-i Ali de suçlanmış olur. Hazret-i Ali’ye bu suçlamayı yükleyenler, anlaşılıyor ki Hazret-i Ali’nin değil, yahudi ibni Sebe’nin yolundadırlar. Hazret-i Ali hâşâ korkak mıydı, kimden korkuyordu, hem Hazret-i Ebu Bekir de Hazret-i Ömer de Hazret-i Osman da vefat etmişti. Üstelik halife kendisi idi, bütün yetkiler elinde idi. Demek ki Hazret-i Ali doğru olanı yapmıştı.

Ehl-i beyti sever görünerek
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Peygamberimizin Halifelerine sövmeye ibadet diyen din, nasıl bir dindir? Din büyüklerini sövmeyi, kötülemeyi, imanlarının temeli sanan kimselerin, doğru yoldan nasibi ne olabilir! Bunlar, on iki fırkadır. Hepsi de Eshab-ı kirama kâfir diyor. Olmadık şeyleri söylüyorlar. Dört Halifeden üçüne sövmeyi ibadet biliyorlar. Böyle kimseler hakkındaki azapları bildiren hadis-i şerifleri de işitince, bunları başkaları için sanıyorlar. Keşke gittikleri yolun manasını bilip, bu yoldan da kaçınsalardı. Peygamber efendimizin Eshab-ı kiramına düşmanlık etmeselerdi ne güzel olurdu! Hristiyanlar da kendilerine İsevi, Yahudiler de Musevi diyor, hiçbiri kendilerine kâfir demiyor ve kâfir bilmiyorlar. Kendi dinsizliklerini beğenmeyenlere kâfir diyorlar. Hepsi de aldanıyorlar. Her ikisi de kâfirdir.

Eshab-ı kirama düşman olmayı, Abdullah bin Sebe adındaki bir yahudi dönmesi ortaya çıkardı.
Bunlar, galiba Ehl-i beyt-i nebeviyi kendileri gibi sanıyor. Onları da, Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’e düşman biliyor, onları da, kendileri gibi, iki yüzlü, münafık hayal ediyorlar. Hazret-i Ali’nin, üç halife ile meşhur olan dostluğunun siyasi ve gösteriş olduğunu ve onlara, haklı bilerek, kalbinden gelerek değil de, münafıklıkla, hürmet ve sevgi gösterdiğini zan ediyorlar. Ne kadar şaşılacak şeydir. Bunlar, Ehl-i beyti, eğer, Resulullahı sevdikleri için seviyorsa, Onun düşmanlarına da, düşmanlık etmeleri lazım gelirdi. Onun düşmanlarına, Ehl-i beytin düşmanlarından daha çok sövüp, lanet etmeleri icap ederdi. Bunlardan hiçbirinin, Resulullahın en büyük düşmanı olan ve mübarek vücuduna ve nazik ruhuna eziyet ve işkenceler yapan Ebu Cehile lanet ettikleri, sövdükleri görülmemiştir. Fakat, Resulullahın en çok sevdiği Hazret-i Ebu Bekir’i, Hazret-i Ömer’i, Hazret-i Osman’ı Ehl-i beytin düşmanı sanarak, âyet-i kerime ile ve hadis-i şerifler ile methedilmiş olan bu büyük zatlara lanet etmekten, çirkin şeyler söylemekten çekinmiyorlar. Bu nasıl müslümanlıktır?

Ehl-i sünnet, dört Halifenin de hilafetinin doğru olduğunu, dördünün de halife olduğunu söylüyor. Çünkü, Peygamberimiz buyurdu ki, (Benden sonra, Halifelik otuz senedir). Bu gaybdan haber veren hadis-i şeriflerdendir. Otuz sene Hazret-i Ali’nin hilafeti ile tamam oldu. Bu hadis-i şerif, dört Halifeyi göstermektedir ve hilafet sıraları doğrudur. Bunlar ise, üç Halifenin hilafetinin doğruluğuna inanmıyor. Zor ile, kuvvet kullanarak halife oldular diyor. Hazret-i Ali’den başka kimse halife olamazdı diyorlar. Hazret-i Ali’nin üç Halifeye biat ve itaat etmesi, (takıyye) idi. Yani istemeyerek, idare etmek için idi diyorlar. Bu sözleri ile, insanların en iyisinin Eshabı arasında nifak, iki yüzlülük vardı, birbirlerini aldatarak geçiniyorlardı sanıyorlar.

Çünkü, bunlara göre Hazret-i Ali’yi sevenler ile sevmeyenler, senelerle birbirleri ile yalancıktan sevişmişler. Kalblerindeki ayrılığı saklamışlar, düşmanlıklarını dostluk şeklinde göstermişler. Bunlara göre, Peygamberimizin mübarek sohbetinde edeplenen, yetişen Eshab-ı kiramın hepsi, hileci, yalancı ve iki yüzlü oluyor. Kalblerinde olanı saklayıp, olmayanı gösteriyorlar. Bunun için de, bu ümmetin en kötüsü, onlar oluyor. Sohbetlerin, derslerin en fenası da, Resulullahın sohbeti oluyor. Çünkü, bu kötü huylar, Ondan sirayet etmiş bulunuyor. Bunlara göre, asırların en kötüsü, Eshab-ı kiramın asrı oluyor. Çünkü, onların asrı, güya düşmanlık, intikam ve iki yüzlülük ile dolu bulunuyor. Halbuki, Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde Fetih suresinde, mealen, (Onlar kendi aralarında devam üzere ve pek fazla merhametlidirler) buyurmaktadır.

Bu ümmetin önde olanları bu kadar kötü huylu olursa, sonradan gelenlerinde artık iyilik bulunabilir mi? Bunlar, Peygamber efendimizin sohbetinde bulunmanın üstünlüğünü ve bu ümmetin ne kadar hayırlı, kıymetli olduğunu bildiren âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri acaba görmemişler mi, duymamışlar mı? Yoksa, bunları duyup da inanmamışlar mı? Kur’an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri bizlere onlar öğretti. Eshab-ı kiram kötü olursa, onlardan öğrenilen din de kötü olmaz mı? Bunların maksadı, yoksa, bu perde altında dini yıkmak mıdır ve İslamiyet’i ortadan kaldırmak mıdır? Ehl-i beyti sever görünerek, İslamiyet’i yok etmeye uğraşıyorlar. Keşke Hazret-i Ali’yi sevenlere kıymet verselerdi de, bari bunlara iki yüzlülük damgasını vurmasalardı. Hazret-i Ali’yi sever ve sevmez sandıkları Eshab-ı kiram, otuz sene birbirleri ile yalan, kin ve iki yüzlülük yaparak geçinmişler ise, bunların neresinde iyilik kalır? Hangi sözlerine inanılabilir?

Hazret-i Ali için de, iki yüzlülük yapıp, sustu diyorlar. Onun Şeyhaynı, yani Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’i metheden sözlerine acaba ne diyecekler. Halife iken, birçok insan arasında söylediği, üç Halifenin hilafetlerinin doğruluğunu bildiren sözleri karşısında ne yapacaklar? Çünkü, iki yüzlülükle, hilafet kendi hakkı olduğunu ve üç Halifenin hilafetlerinin haksız olduğunu söylemedi diyorlarsa da, onların hilafetlerinin doğru olduğunu ve kendisinden daha yüksek olduklarını söylemesi lazım değildi. Bundan başka, üç Halifenin üstünlüğünü bildiren hadis-i şeriflere ve bunları ve başkalarını Cennet ile müjdeleyen hadis-i şeriflere ne diyecekler? Çünkü, Peygamber efendimiz de, iki yüzlülük yaptı demeleri caiz değildir. Peygamberlerin doğruyu bildirmeleri lazımdır. Daha, daha! Bunları metheden âyet-i kerimelere ne diyecekler? Allahü teâlâya da mı dil uzatacaklar?

Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde Tevbe, Maide ve Mücadele ve Beyyine surelerinde buyuruyor ki, (Biz onların her birinden razıyız. Onların her biri de, Allah’tan razıdırlar.) Demek ki, hem sevmiş, hem de sevilmişlerdir.

Araf ve Hicr surelerinde mealen, (Biz azimüşşan, onların kalblerindeki gıl ve gışşı nezettik) buyuruyor. Yani kalblerindeki kin, hıyanet ve birbirlerine düşmanlık gibi şeyleri kökünden çıkarıp attık. Bu âyet-i kerime gösteriyor ki, hiçbir sahabi, hiçbir sahabi için haset ve kin besleyemez. Bunların kökü onlardan sökülmüş, atılmıştır.

Bu âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler gösteriyor ki, Allahü teâlâ ve Onun Resulü, Sahabe-i kiramın hepsini adil bilmiştir. Allahü teâlânın ve Onun Peygamberinin adil bildiği kimseleri, başkalarının adil bilmemesinin ne ehemmiyeti ve zararı olur?

Evet bu söylediklerimiz, Hazret-i Ali’yi, Peygamber efendimizi sevdiği ve saydığı için sevenler ve sayanlar içindir. Amma bir kimse, Muhammed aleyhisselamı araya katmadan, onu doğrudan doğruya seviyorsa, buna sözümüz yoktur. Zira söz anlamaz. Bunun maksadı, din-i İslamı yıkmak, ahkam-ı İslamiyeyi bozmaktır.

Bunlar Hazret-i Muhammedi (aleyhisselam) aradan kaldırarak, Onsuz bir din kurmak, doğruca imam-ı Ali’yi sevmek ve ona bağlanmak istiyorlar. Muhammed aleyhisselamdan yüz çevirmek, başka birini Ondan daha büyük, daha sevgili bilmek küfürdür, dalalettir, zındıklıktır. İmam-ı Ali bunları sevmez. Eshab-ı kiramın hepsi ve Hazret-i Osman ile Hazret-i Ali, hep Peygamberimizin hatırı ve sevgisi için sevilir. Zira, (Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşman olan, bana düşmanlık etmiş olur) buyurmuştur.

Eshab-ı kiramı aşağılamak nasıl caiz olur ki, onlar din-i İslamı yükseltmek ve Resulullaha yardım etmek için, insan gücünün üstünde çalışmışlar, din uğrunda gecelerini, gündüzlerine katmışlardır. Mallarını Allahü teâlâ yolunda feda ettiler. Akrabalarını, ailelerini, çocuklarını, vatanlarını, evlerini, akarsularını, tarlalarını, ağaçlarını Resulullahın sevgisi yolunda terk ettiler. Onun mübarek vücudunu kendi vücutlarına ve Onun sevgisini, mallarının ve evlatlarının sevgisine tercih ve takdim ettiler.

Bunlar, onlardır ki, sohbet, yani arkadaşlık şerefine nail ve o sohbette, başkalarına nasip olmayan bereketlere ve derecelere malik oldular.

Bunlar onlardır ki, vahyi, yani Kur’an-ı kerimin inmesini görmek ve Cebrail ile beraber oturmak şerefine kavuştular. Mucizelere, harikalara şahit oldular. Başkalarına işitmek nasip olan nimetleri ve ilimleri gördüler. Onlardan sonra kimseye verilmeyen kalb temizliği, ruh olgunluğu, onlara verildi.

Bunlar onlardır ki, başkaları dağ kadar altın sadaka verse, onların bir avuç arpa sadakası sevabına, hatta yarısına yetişemez.

Bunlar onlardır ki, Allahü teâlâ, onları Kur’an-ı kerimde methederek, (Onlardan razıyım, onlar da benden razıdır) buyurdu. Sure-i Fetih sonunda da onlara kızanlara, düşman olanlara (Kâfirler) buyurdu.

Sakının! Din büyüklerine dil uzatmaktan, İslam’ın büyüklerini kötülemekten sakının! Aman sakının! Çok sakının! (Mektubat, 2.c. 36.m.)

Mümine kâfir diyenin kendisi kâfir olur

Şeyhaynı [Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’i] sövmek küfürdür. Şeyhaynı sövmek, onlara düşmanlık etmek demektir. Onlara düşmanlık ise, küfürdür. Çünkü, hadis-i şerifte, (Onlara düşmanlık bana düşmanlıktır. Onları incitmek, beni incitmektir. Beni incitmek de, Allahü teâlâya eziyet etmektir) buyuruldu. Ali bin Hasan ibni Asakir’in bildirdiği hadis-i şerifte, (Ebu Bekir ile Ömer’i sevmek imandır. Bunlara düşmanlık küfürdür) buyuruldu. Bir mümine kâfir diyen kâfir olur. Bir hadis-i şerifte, (Bir kimse bir mümine, onun kâfir olduğunu bildiren bir söz söylerse, [mesela Ey Allah’ın düşmanı derse] kendisi kâfir olur) buyuruldu. O halde, Şeyhayna kâfir diyen, onları kâfir bilen, kâfir olur. Biz iyi biliyoruz ki, Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer mümindirler. Allahü teâlânın düşmanı değildirler. Cennet ile müjdelenmiştirler. O halde, bunlara kâfir diyen, kâfir olur.

Zamanın büyük âlimi olan Ebu Züra Razi buyuruyor ki:
(Resulullahın Eshabından birini kötüleyen kimse, zındıktır. Çünkü, Kur’an-ı kerim, elbette doğrudur, Resulullah elbette doğru söyler. Bizlere bunlardan gelen haberler, elbette doğrudur. Bunların hepsi, Eshab-ı kiramı övmekte, yükseltmektedir. Bunları kötülemek, Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere inanmamak olur. Bu ise, zındıklık, dalalet, sapıklıktır.)

Sehl bin Abdullah Tüsturi buyuruyor ki:
(Eshab-ı kiramı büyük bilmeyen kimse, Resulullaha iman etmiş olmaz.)

Abdullah bin Mübarekten soruldu ki, Hazret-i Muaviye ile Ömer bin Abdülaziz’den hangisi daha üstündür? Cevabında buyurdu ki, Hazret-i Muaviye Resulullahın yanında giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülaziz’den kat kat daha üstündür. Böylece, Resulullahın sohbetinin ve mübarek yüzünü görmenin sebep olduğu yüksekliğe, hiçbir yükseklik yetişemeyeceğini bildirdi. Bu üstünlük, başka bir kıymet karışmadan yalnız sohbetin üstünlüğüdür ve bütün Eshabda vardır. Buna başka kıymetler de ekleyen, mesela Resulullah ile birlikte cihad eden ve sonra gelen müminlere, Ondan işittiklerini bildiren veya Onun uğrunda malını harc eden sahabi elbet daha yüksek, daha üstün olur. Hiç şüphe yok ki, iki Halife, Eshabın büyüklerindendi. Hatta, en üstünleri idi. O halde, Şeyhayna kâfir demek, hatta, biraz küçültmek, küfür olur. Zındıklık olur. Doğru yoldan ayrılmak olur.

Şemsüleimme Muhammed bin Ahmed Serahsinin (Muhit) kitabında diyor ki:
(Şeyhaynı kötüleyen imamın arkasında namaz kılmak caiz değildir. Çünkü bu, Ebu Bekir’in halife olduğunu kabul etmiyor. Halbuki, Onun hak halife seçildiğini bütün Eshab sözbirliği ile bildirdi).

Tahir bin Ahmed Buhari’nin (Hulasa) adındaki fetva kitabında diyor ki:
(Ebu Bekir’in hilafetine inanmayan kâfir olur. Bid’at sahibi olanın arkasında namaz kılmak mekruhtur. Bid’ati küfre varırsa ona uyanın namazı sahih olmaz. Küfre sebep olmazsa, sahih fakat mekruh olur. Ömer’in hilafetine inanmayanın da kâfir olduğu, daha doğrudur.)

Bunların Halifeliklerine inanmayan kâfir olunca, ya bunlara sövenlerin, lanet edenlerin ne olacağını düşünmeli. Görülüyor ki, bu taşkınlıklara küfür demek, âyet-i kerimelere, hadis-i şeriflere ve din âlimlerinin sözlerine tam uygun olmaktadır.

İyi bilinmelidir ki, Eshab-ı kiramın işlerine karışmak, onlar hakkında, aklına geleni söylemek, bir müslüman için, son derece edepsizlik ve zavallılıktır. Müslüman ismini taşıyan kimse, Eshab-ı kiram arasındaki ayrılıkları, çekişmeleri, Allahü teâlâya bırakmalı, hepsini iyi bilmelidir. Onları sevmek Muhammed aleyhisselamı sevmek demek olduğunu bilmelidir. Çünkü, (Onları seven, beni sevdiği için sever) buyurdu. Bir müslüman için, kurtuluş yolu, ancak budur.

İmam-ı Şafii hazretleri buyuruyor ki:
(Eshab-ı kiram arasındaki kanlara, ellerimizin bulaşmasından, Allahü teâlâ, bizleri koruduğu gibi, biz de dilimizi karıştırmaktan koruyalım.) Ömer bin Abdülaziz hazretleri de böyle söylemiştir.

Eshab-ı kiramın hiçbirine haklı idi, yanıldı gibi söylememiz doğru değildir. Hepsi için de, yalnız iyi olduklarını söylememiz lazımdır. Hadis-i şerifte de böyle buyuruldu. (Eshabım anıldığı zaman, dilinizi koruyunuz) hadis-i şerifi gösteriyor ki, Eshabım anıldığı zaman, birbirleri ile olan muharebeleri söylenildiği zaman kendinizi koruyunuz. Bir kısmını beğenip, ötekilerini kötülemekten sakınınız! Bu emre uymak lazımdır.
(Reddi revafıd)

Resulullahın akrabasına dil uzatılamaz

Resulullahın akrabasına dil uzatılamaz

Sual: İbni Sebeciler, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamber efendimizin zevcesi Hazret-i Âişe’ye, kayınpederleri Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebu Süfyan’a, kayınvalidesi Hazret-i Hind’e, insanlık tarihinde bir Peygamberin iki kızıyla evlenme şerefine kavuşmuş tek zat olan damadı Hazret-i Osman’a, kayınbiraderi aynı zamanda vahiy kâtibi olan Hazret-i Muaviye’ye hâşâ kâfir diyorlar, burada yazmaya İslami hayamızın müsaade etmeyeceği şekilde ağza alınmayacak çirkin sözler söylüyorlar, bu mübarek insanlara sövmeyi, lanet etmeyi ibadet kabul etmeleri doğru mudur?

CEVAP
(Eshab-ı kirama dil uzatılamaz) maddesinde, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde Cennet ile müjdelenen eshab-ı kiramdan herhangi birine kâfir demenin küfre sebep olacağını, âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle bildirmiştik.

Aslında bu sapıkların bütün iddialarının cevabını bir önceki maddedeki âyet-i kerime ve hadis-i şerifler çok açık ve güzel bir şekilde vermektedir. Başka bir ifadeyle, bunlara en güzel cevabı Allah ve Resulü vermektedir. Buna inanmayanlar neye inanırlar ki?

Bu sapıkların iddialarına göre, eşinin dostunun akrabasının çoğu hâşâ kâfir olan Peygamber efendimiz için bakın Allahü teâlâ ne buyuruyor:
Şuara suresinin 219. âyetinde (Vetekallübeke fissacidin) buyuruyor.
Yani mealen, (Sen, yani senin nurun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana inkılab etmiş, ulaşmıştır) demektir. Ehl-i sünnet âlimleri bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken, bütün ana-babalarının mümin olduğunu bildirmişlerdir.

Âlemlere rahmet olarak göndereceği habibinin mübarek nurunu bile Âdem aleyhisselamdan beri her asırdaki insanların en iyilerinden seçilmişlerinden kendisine ulaştıran Allahü teâlâ, habibine eş, dost, akraba olarak hâşâ münafıkları, kâfirleri mi seçti? Hiç böyle şey olur mu?

Kur’an-ı kerimde, (Hepsine Cenneti söz verdim, Ben hepsinden razıyım, onlar da benden razıdır) diye niye buyuruyor? Bu zındıklar, hâşâ Allahü teâlâya da mı dil uzatıyorlar, (sonradan sapıtacaklarını bilemedi mi) diyorlar?

Tevrat’ta, İncil’de, Kur’an-ı kerimde eshabın, ki bunun içinde eshar da ehl-i beyt de vardır, bunların hepsini niye övüyor? Hâşâ bu münafıkları kâfirleri mi övüyor? Hâşâ, yoksa bunu da mı (Bilemedi) diyorlar?

Mevahib-i ledünniyye kitabının başında bütün dedelerinin temiz birer mümin olduğunu bildiren hadis-i şerifler nakledildikten sonra, Şuara suresinin 28. âyet-i kerimesinin tefsirinde, İbni Abbas hazretleri buyuruyor ki:
"Seni bir Peygamberin neslinden diğer bir Peygamberin nesline naklettim. Yani senin soyun Peygamberler silsilesidir. Bir babanın iki oğlu olsa, Peygamberlik hangisinde ise, Resulullah ondan gelmiş demektir."

Bu âyet-i kerimenin tefsiri mahiyetinde olan hadis-i şeriflerden birkaçı ise şöyle:
(Her asırdaki insanların en iyilerinden, seçilmişlerinden dünyaya getirildim.) [Buhari]

(Allahü teâlâ, İsmail aleyhisselam evladından, Kinane ismindeki zatı ve onun sülalesinden Kureyş ismindeki zatı beğendi, seçti, Kureyş evladından da, Haşimoğullarını sevdi. Onlardan da, beni süzüp seçti.) [Müslim]

(Allahü teâlâ, beni insanların en iyilerinden vücuda getirdi. Silsilem, en iyi insanlardır.) [Tirmizi]

(Allahü teâlâ, Arabistan’daki seçilmişler arasından beni seçti. Beni her zamandaki insanların seçilmişlerinde, en iyilerinde bulundurdu.) [Taberani]

(Dedelerimin hiçbiri zina yapmadı. Allahü teâlâ beni, iyi babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı, ben bunların, en iyisinde bulunurdum.) [Mevahib]

(Bana cahiliyet devrinin kötülüğü isabet etmedi. Âdem aleyhisselamdan babama kadar hep nikahlı ana-babadan geldim. Ben ecdat olarak sizin en hayırlınızım.) [Deylemi]

(Öğünmek için söylemiyorum. Soy bakımından da insanların en şereflisiyim.) [Deylemi]

Habibinin mübarek nurunu bile Âdem aleyhisselamdan beri her asırdaki insanların en iyilerinden seçilmişlerinden kendisine ulaştıran Allahü teâlâ, habibine eş, dost, akraba olarak hâşâ münafıkları, kâfirleri mi seçti?

Âyetlere ve hadis-i şeriflere rağmen, bir müslüman bu fitneyi çıkaran yahudi ibni Sebe’nin sözüne nasıl inanır! Bu husus bir müslüman için hiç tartışma konusu olur mu! Bu nasıl iddiadır, bu nasıl iftiradır, dilleri kurusun, nesilleri kesilsin bunların!

Âyet-i kerimelerde Peygamber efendimiz için buyuruluyor ki:
(Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.) (Enbiya 107)

(Size kitabı, hikmeti getiren ve bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.) [Bekara 151]

(Elbette sen hulk-i azim [büyük ahlak] üzeresin.) (Kalem 4)

(Resulullahta sizin için [uyulması gereken] güzel örnekler vardır.) [Ahzab 21]

(O Peygamber, güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar.) [Araf 157]

(Allah’a ve ümmi nebi olan Resulüne iman edin!) [Araf 158]

(Resulüm de ki; “Bana uyun ki, Allah da sizi sevsin!”) [Al-i İmran 31]

(Allah’a ve Resulüne itaat edin!) [Enfal 20]

(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]

(Allah ve Resulüne itaat eden, en büyük kurtuluşa ermiştir.) [Ahzab 71]

Allahü teâlâ, iman, itaat ve Kelime-i şehadette de Resulünü kendisiyle birlikte bildirdiği gibi Kur’anı açıklamasını, hüküm koymasını emretmektedir:
(Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44]

(İhtilaflı bir işin hükmünü Allah’tan [Kur’andan] ve Resulünden [Sünnetten] anlayın!) [Nisa 59]

(Aralarındaki anlaşmazlıkta seni hakem tayin edip, verdiğin hükmü tereddütsüz kabullenmedikçe, iman etmiş olmazlar.) [Nisa 65]

(Resulümün verdiğini alın, yasakladığından da sakının!) [Haşr 7]

(Allah’a ve Resulüne karşı gelen, apaçık bir sapıklıktadır.) [Ahzab 36]

(Allah ve Resulüne itaat eden Cennete, isyan eden Cehenneme gider.) [Nisa 13,14]

(Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygambere çağırıldıkları vakit: “İşittik, itaat ettik” demek, ancak müminlerin sözüdür, işte kurtuluşa erenler onlardır.) [Nur 51]

(Allah’a ve Resulüne karşı gelen, bilsin ki, Allah’ın azabı çok şiddetlidir.) [Enfal 13]

Kur’anda, (yalnız Kur’ana uyun) denmiyor, (Allah’a ve Resulüne uyun) deniyor. Açık âyetlere inanmayan, Kur’anın açıklaması olan hadisleri bile delil saymayan, Kur’anın ifadesi ile kâfir olur.

İbni Sebeciler, Allah resulünün eş dost ve akrabalarının hemen hemen hepsine küfür isnat ettikleri, lanet etmeyi, sövmeyi ibadet kabul ettikleri gibi üç Halifenin hilafetinin doğruluğuna da inanmıyorlar. Zor ile, kuvvet kullanarak halife oldular diyor. Hazret-i Ali’den başka kimse halife olamazdı diyorlar. Hazret-i Ali’nin üç Halifeye biat ve itaat etmesi, (takıyye) idi. Yani istemeyerek, idare etmek için idi diyorlar. Bu sözleri ile, insanların en iyisinin Eshabı arasında nifak, iki yüzlülük vardı, birbirlerini aldatarak geçiniyorlardı sanıyorlar.

Çünkü, bunlara göre Hazret-i Ali’yi sevenler ile sevmeyenler, senelerle birbirleri ile yalancıktan sevişmişler. Kalblerindeki ayrılığı saklamışlar, düşmanlıklarını dostluk şeklinde göstermişler. Bunlara göre, Peygamberimizin mübarek sohbetinde edeplenen, yetişen Eshab-ı kiramın hepsi, hileci, yalancı ve iki yüzlü oluyor. Kalblerinde olanı saklayıp, olmayanı gösteriyorlar. Bunun için de, bu ümmetin en kötüsü, onlar oluyor. Sohbetlerin, derslerin en fenası da, Resulullahın sohbeti oluyor. Çünkü, bu kötü huylar, Ondan sirayet etmiş bulunuyor. Bunlara göre, asırların en kötüsü, Eshab-ı kiramın asrı oluyor. Çünkü, onların asrı, güya düşmanlık, intikam ve iki yüzlülük ile dolu bulunuyor.

Bir mırdar yere konup da, üstünü kirletir diye üzerine sinek kondurmayan, mübarek gölgesi pis bir yere düşmesin, yahut habis bir kişi üzerine basmasın diye gölgesini yere düşürmeyen, namazdayken bile nalınında necaset bulaşığı olduğunu vahiy ederek Onu pislikten koruyan Allahü teâlâ,

Habibinin mübarek nurunu bile Âdem aleyhisselamdan beri her asırdaki insanların en iyilerinden seçilmişlerinden kendisine ulaştıran Allahü teâlâ,

Habibine eş, dost, akraba olarak hâşâ münafıkları, kâfirleri mi seçti?
Allah aşkına, bir müslüman bu fitneyi çıkaran yahudi ibni Sebe’nin sözlerine nasıl inanır!

Allah Resulünün mübarek akrabalarına dil uzatmanın çirkinliğine gelelim:
Müslüman olduğunu iddia eden bir insan, müminlerin annesi olduğu ve temiz olduğu Allah tarafından bildirilen Âişe validemize nasıl dil uzatabilir! Dilleri kurusun, nesilleri kesilsin bunların.

Hazret-i Âişe validemiz, eshab-ı kiramdan olduğu için Cennetliktir.

İkincisi, Ezvac-ı tahirattan ve müminlerin annesi olduğu için Cennetliktir. Kur’an-ı kerimde, (Resulullahın hanımları, müminlerin anneleridir) buyuruluyor. (Ahzab 6)

Üçüncüsü de, temiz olduğu, Cennetlik olduğu Nur suresindeki hakkında inen 17 âyetle bildirilmiştir. Hakkında şöyle buyuruluyor:
(Bu iftirayı işittiğinizde: “Bu konuda konuşmamız yakışık almaz; hâşâ, bu büyük bir iftiradır” demeniz gerekmez miydi?) [Nur 16]

Bu âyetten anlaşılıyor ki, (Allahü teâlâ Resulüne temiz, sadık zevce ihsan eder. Allah’a ve Resulüne itimadı olanların (Bu bir iftiradır demeleri gerekirdi) buyuruluyor. Böyle mübarek bir zevcenin, Hazret-i Ali ile savaşmasından dolayı ona kötü söylemek, Resulullaha hakarettir. Resulullahın zevcesine hakaret edenin de kâfir olduğunu Nur suresindeki âyetler açıkça bildiriyor. Yine âyet-i kerimede buyuruluyor ki:
(Habislere, habis söz yakışır. Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır. Bu sonuncular, [Hazret-i Âişe, iftiracıların] söylediklerinden çok uzaktır. Kendileri için mağfiret ve güzel bir rızık vardır.) [Nur 26]

Yahudi İbni Sebe’nin oyununa gelen rafiziler, (Allah, Âişe’nin, Hazret-i Ali ile savaşarak kâfir olacağını bilmediği için böyle söylemiştir) diyorlar. Rafizilerin oyununa gelenler ise, Hazret-i Ali ile savaştığı için Cennetlik olduğu âyet-i kerime ile sabit olan Âişe validemize dil uzatıyorlar.

Allahü teâlâ, Resulüne, (Sana indirdiğim bu Kur’anı açıkla) buyuruyor. (Nahl 44)

Resulü açıklayarak buyuruyor ki:
(Allahü teâlâ, beni insanların en asilzadesi olan Kureyş kabilesinden seçti ve bana onların arasından en iyilerini eshab [arkadaş] olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezir olarak ve din-i İslamı, insanlara bildirmekte, yardımcı olarak seçti. Bunlardan bazılarını da Eshar, [zevce, kayınpeder, kayınvalide, kayınbirader ve baldız gibi kadın tarafından akraba] olarak ayırdı. Bunlara sövenlere, iftira edenlere, Allahü teâlânın ve bütün meleklerin ve insanların laneti olsun! Allahü teâlâ, kıyamet günü, bunların farzlarını ve sünnetlerini kabul etmez.) [Hakim]

(Eshabımın ve akrabamın ve gösterdiğim yolda gidenlerin sevgisinde benim hakkımı koruyun! Onları sevmek suretiyle peygamberlik hakkımı koruyanları, Allahü teâlâ, dünyada ve ahirette belalardan, zararlardan korur. Peygamberlik hakkımı düşünmeyip, onları incitenleri, Allahü teâlâ sevmez. Allahü teâlânın sevmediklerine de azap etmesi yakındır.) [Taberani]

(Allahü teâlâ, bana eshab ve akraba olarak en iyileri seçti. Birçok kimse, eshabıma ve akrabama dil uzatır, kötülemeye çalışırlar. Böyle kimselerle oturmayın! Birlikte yiyip içmeyin, bunlardan kız alıp vermeyin.) [Dare Kutni]

(Eshabımı, zevcelerimi ve Ehl-i beytimi seven ve onlara dil uzatmayan, Cennette benimle beraber olur.) [Ramuz]

(Allahü teâlâ bana söz verdi ki, kızlarını aldığım ve kızlarımı verdiğim aileler, Cennette benimle beraber olacaktır.) [Deylemi]

(Benimle evlenen veya kız alıp verdiklerim, Cehenneme girmez.) [Deylemi, İ. Neccar]

(Esharımın [zevce tarafından olan hısımlarımın] Cennetlik olmasını istedim. Rabbim de bu isteğimi kesin olarak kabul etti.) [Hakim]

Eshardan, Peygamber efendimize akraba olmakla şereflenip Cennetlik olanlardan bazıları şunlardır:
1- Kayınpeder olanlar: Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebu Süfyan.

2- Damat olanlar: Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali.

3- Kayınvalide olanlar: Âişe validemizin annesi Ümmü Ruman, Hafsa validemizin annesi Hazret-i Zeyneb, Ümm-i Habibe validemizin annesi Hazret-i Hind.

4- Kayınbirader olanlar: Hazret-i Abdullah bin Ömer, vahiy kâtibi Hazret-i Muaviye.

Bu dört grup akrabadan birini sevmemek münafıklık alametidir. Çünkü bir hadis-i şerifte, (Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin sevgisi bir münafığın kalbinde toplanmaz) buyuruldu. (İ. Asakir)

Hazret-i Ebu Süfyan, Taif gazasında çok kahramanlık etti. Bir gözü kör oldu. Resulullah, (Ya Eba Süfyan! Hangisini istersin? Eğer dilersen, dua edeyim, gözün yerine gelsin. Eğer dilersen Allahü teâlâ, Cennette sana bir göz versin) buyurdu. Hazret-i Ebu Süfyan, Ya Resulallah! Cennette göz verilmesini isterim dedi ve avucunda duran gözünü yere attı. Ebu Süfyan hazretleri Yermük gazasında da, çok kahramanlık etti. İkinci gözü de çıktı. Orada şehit oldu. (Medaric-ün-nübüvve, Mevahib-i ledünniye)

Resulullah efendimiz, kayınbiraderi Hazret-i Muaviye için de, (Ya Rabbi, ona kitap öğret, ülkelere sahip et ve azaptan koru) buyurdu. (İmam-ı Ahmed, Taberani)

Din-i İslamın en büyük âlimlerinden İbni Hacer-i Mekki hazretleri diyor ki:
Şüphe yoktur ki, Hazret-i Muaviye Sahabe-i kiramın nesep itibariyle büyüklerindendir. Peygamber efendimize nesep ile ve nikah ile çok yakın ve mahremleridir. Server-i âlem, Onun hilm ve sehasını meth ve sena buyurmuştur. Onda İslamiyet, sohbet, nesep, nikahla akrabalık şerefleri toplanmıştır ki, bunların her biri, Cennette Resulullahın yanında bulunmaya sebep olan şereflerdir. Bunlara hilm ve ilim ve Halifelik şerefleri de katılınca, kalbinde az bir safa ve sıdkı ve salahı ve imanı ve izanı olan kimse için artık bu hususta fazla anlatmaya lüzum kalmaz. (Sava’ik-ul-muhrika)

Yahudi ibni Sebe’nin yolunda olanlar hep Allah ve Resulünün buyurduklarının zıddını söylüyorlar. Olayları istedikleri gibi anlatıyorlar, âyet-i kerimeleri istedikleri gibi tevil ediyorlar, hadis-i şeriflere de zaten uydurma diyorlar. Bir düşünün ve inceleyin; bütün iddialarının altında Allah Resulünü ve Onun eşini dostunu akrabalarını kötülemek yatıyor. Başarırlarsa, din otomatikman yıkılacak çünkü. Dinin sahibi, eşi dostu akrabası hâşâ kötü olunca, kim daha kime, neye, nasıl inanacak? Müslümanlar bu oyuna gelmemeli.

Dört halifeyi sevmek
Sual:
Selâtîn camilerinde ve Sünni bölgelerdeki camilerde Hulefa-i Raşidîn’in isimleri hutbelerde okunurken ve duvara asılırken, niye Vehhabilerin ve İbni Sebecilerin camilerinde asılı değildir?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Ehl-i sünnet âlimleri söz birliğiyle, (İki kayınpederi [Hazret-i Ebu Bekir’le Hazret-i Ömer’i] üstün tutmak ve iki damadı [Hazret-i Osman’la Hazret-i Ali’yi] sevmek, Ehl-i sünnetin alametidir) buyurmuşlardır. (2/36)

Hulefa-i Raşidîn’in isimlerini hutbede okumak, Ehl-i sünnet vel-cemaatin şiarıdır. Onu, bile bile, inat ederek, ancak kalbi bozuk kimse okumamak ister. (2/15)

İmam-ı a’zam Ebu Hanife de, diğer Ehl-i sünnet âlimleri gibi, (Ehl-i sünnetin alameti, Şeyhayn’ın üstünlüğüne inanmak ve iki damadı sevmektir) buyurmuştur. (1/266)
Yani, Ehl-i sünnet olmak için, Hazret-i Ebu Bekir’le Hazret-i Ömer’in, Eshab-ı kiramın hepsinden daha yüksek olduğuna inanmak ve Hazret-i Osman’la Hazret-i Ali’yi sevmek lazımdır.

Seven sevdiğiyle beraber olmak ister. Seven sevdiğini anar. Sevginin gereği budur. Allahü teâlâyı ve Resulünü seven, onları çok zikreder, yani anar. Kolay hatırlaması için isimlerini çerçeveletip duvara asar. Ehl-i sünnet olanın da, aynı şeyleri yapması gerekir.

İbni Sebecilerin, ilk üç halifeyi sevmedikleri için, camilerine bunların isimlerini asmamaları yadırganmaz. Vehhabiler de, Ehl-i sünnet olmadıkları için buna önem vermiyorlar.

Ehl-i sünnet olan imam ve müezzinlerin, camilerine, ceddimizin yaptığı gibi, dört halifenin isimlerini asmaları, hutbede de bunların isimlerini okumaları ve bunlara çok dikkat etmeleri gerekir.

Hulefâ-i râşidine buğzeden
Sual: Cennetle müjdelenmiş ve Peygamber efendimizin halifeleri olan dört büyük zatı sevmeyen, buğzedenler oluyor. Bunların bu durumu imanlarını etkiler mi, ahiretteki durumları nice olur?
Cevap:
Bu konuda Menakıb-ı Çihar Yar-i Güzin kitabında deniyor ki:
“Rükneddîn Ahmed bin Cürcânî hazretleri, Abdullah bin Ömer hazretlerinden rivayet etmiştir. Resulullah efendimiz buyurdular ki:
(Zaman ve mekândan mukaddes, kemiyyet ve keyfiyetten münezzeh olan Allahü teâlâ, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin sevgisini sizin üzerinize farz etmiştir. Nasıl ki, namazı ve zekâtı, orucu ve haccı farz etmiştir. Nasıl ki, vücutlarınız , namazın, zekâtın ve orucun, haccın şerefi ile şereflenir ise, kalpleriniz de, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali hazretlerinin muhabbetleri ile süslenir, şerefli olur. Agâh, uyanık olunuz. Her kim benim ümmetimden, bedeni ile namaz kılar, eliyle zekât verir, ağzı ile oruç tutar ve ayağı ile hacca gider, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi kalbi ile dost edinir, o kimse, Allahü teâlâ huzurunda, Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselam gibidir. Her kim namaz kılar, zekât verir, oruç tutar, hacceder ve lakin, gönlü ile Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi radıyallahü teâlâ anhüm sevmezse, o kimse, Allahü teâlâ dergâhında iblis gibidir ve iblisten kötü ve melundur.) Allahü teâlâ muhafaza etsin.

Eğer bir kimse, cehalet ve tembellikten dolayı ömrü boyunca az ibadet işlemiş ve şartlarını yerine getirememiş olsa, kalbiyle bu dört serveri sevse, sonunda Cennete gider. Eğer bir kimse Nuh ve Lokman hazretlerinin ömrü kadar yaşayıp, her saatinde bir çeşit hizmet ve taat işlese, kalbinde bu Çihâr yâr-i güzîne, bir zerre buğz olsa, Cehenneme gider. Sonunda, bin sene taat ve ibadet, bir zerre sevilenlere buğz ile faydasız hâle gelip, Cehennemlik olur. Bin sene boyunca hata ve masiyet, günah işlese, bir zerre Çihâr yâre sevgi ile Cennetlik olur. Tabiatıyla, ehl-i sünnet itikadında olanların günahından iman ve tevhid, saadet kokusu gelir. Bidat fırkasında olanların taat ve ibadetinden küfür, ilhâd ve şekâvet kokusu gelir. Hazret-i Ebû Bekir namaza, hazret-i Ömer zekâta, hazret-i Osman oruca, hazret-i Ali ise hacca benzer. Senin de böyle bilmen lazımdır. Neticesinde iyilik bulursun.”

Hazret-i Ebu Bekir’e dil uzatılamaz

Hazret-i Ebu Bekir’e dil uzatılamaz

Sual: İbni Sebeciler, Peygamber efendimizin mübarek kayınpederi Hazret-i Ebu Bekir’e hâşâ kâfir diyorlar. Allah Resulünü yakalatmak için onunla hicret etti diyorlar. Fedek hurmalığını Fatıma’nın elinden zorla alıp beytülmala verdi diyorlar. Hazret-i Ali de halife olunca bu haksızlığı önlemedi diyerek ona da dil uzatıyorlar. Böyle söylemenin dinde yeri nedir?

CEVAP
Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü teâlâ anh), ilk iman edenlerden ve malını canını Allah ve Resulü için feda edenlerdendir. Allah Resulünün kayınpederidir. Eshab-ı kiramın en büyüğüdür. Peygamberlerden sonra bütün insanların en üstünüdür. Sağlığında ismen Cennet ile müjdelenen on kişinin birincisidir. Allah Resulünün ilk halifesidir.

İbni Sebecilerin iftiraları için, birinci ve ikinci maddelerde yeterli cevap, hâşâ ona dil uzatanların, kâfir diyenlerin kendilerinin kâfir olduklarına dair yeterli delil vardır. Burada birkaçını tekrar yazalım:

Hazret-i Ebu Bekir, Medine'ye hicretle şereflenen, Allah’ın övdüğü muhacirlerden ve ilk iman edenlerden olduğu için Cennetliktir. İşte âyet-i kerime meali:
(Muhacirlerin ve Ensarın önce imana gelenlerinden ve Onların yolunda gidenlerden Allah razıdır. Onlar da Allah’tan razıdır. Allah, Onlar için Cennetler hazırladı.) [Tevbe 100]

Hazret-i Ebu Bekir, Eshab-ı kiramdan olduğu için Cennetliktir. İşte âyet-i kerime meali:
(Allah, [Eshab-ı kiramın] hepsine de en güzeli [Cenneti] vaad etmiştir!) [Nisa 95]

Hazret-i Ebu Bekir, ağaç altında söz verenlerden olduğu için Cennetliktir. İşte âyet-i kerime meali:
(Ağaç altında, sana söz veren müminlerden, Allah razıdır.) [Fetih 18]

Hazret-i Ebu Bekir Bedir savaşına katılanlardan olduğu için Cennetliktir. İşte Bedir ehline katılan müslümanların şânı için bir hadis-i şerif meali:
(Bedir savaşına katılan müslümanlar Cennetliktir.) [Dare Kutni]

Peygamber efendimiz, vefatından 8 gün önce, Hazret-i Ebu Bekir’i kendi yerine imam tayin buyurarak, halife olacağına işaret eyledi. Bir seferinde de, Hazret-i Ebu Bekir bulunmadığı için, Hazret-i Ömer imam oldu. Resulullah, Hazret-i Ömer’in sesini işitince, (Hayır, hayır, Allahü teâlâ ve Müslümanlar Ebu Bekir’den razıdır, namazı Ebu Bekir kıldırsın!) buyurdu. Eshab-ı kiram arasında, babası, anası ve çocuklarının ve torunlarının hepsi imana gelen, Hazret-i Ebu Bekir’den başka kimse yoktu. Resul aleyhisselam (Ebu Bekir’in malı gibi hiçbir kimsenin malı bana faydalı olmadı) buyurdu. (İ. Ahmed)

Bilal-i Habeşi’nin azat edilmesi için para verince, Leyl suresinde övüldü:
(Temizlenmek için malını hayra verip, [günahtan] çok sakınan ateşten uzaktır. O, iyiliği bir menfaat için değil, Rabbinin rızasını kazanmak için yaptı. Kendisi de, (Cennete girip) hoşnut olacaktır.) [Leyl 17-21]

Âl-i İmran suresinin (İşlerinde onlara danış) mealindeki 159. âyeti, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer ile müşavere etmek için geldi. Bir hadis-i şerifte de, (Cebrail bana dedi ki: Allahü teâlâ Ebu Bekir ile istişareyi sana emrediyor) buyuruldu. Tevbe suresinin 40. âyetinde, (Mağaradaki iki kişinin ikincisi) buyurularak, Hazret-i Ebu Bekir övüldü. Leyl suresinin 5. âyeti de, Hazret-i Ebu Bekir’in şanını bildirmektedir. Bekara suresinin, (Gece-gündüz, gizli-açık, mallarını hayra sarf edenlerin mükafatlarını Rableri verecektir. Onlara korku ve üzüntü yoktur) mealindeki 274. âyeti, Hazret-i Ebu Bekir için inmiştir. Çünkü, o, geceleri on bin altını gizli, on bin altını da, göz önünde olarak ve gündüzleri de böyle onar bin altını sadaka vermiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ebu Bekir ile Ömer’i sevmek iman, bunlara düşmanlık küfürdür.) [İbni Adiy] (Mirat-i Kâinat)

(Ya Ali, müşrik olan bazı kimseler sana aşırı bağlılık gösterecek, sende olmayan şeyleri, sana söyleyecekler ve Ebu Bekir’le Ömer’i kötüleyecekler. Allah onlara lanet etsin.) [Dare Kutni]

Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’e sövmek küfürdür. (Hulasa-tül-fetava, Mirat-ı Kâinat)

İnsanların en hayırlıları olan Eshab-ı kiram, Hazret-i Ebu Bekir’i halife olarak seçmişlerdi. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ümmetimin oyları dalalet üzerinde toplanmaz.) [Ebu Nuaym]

(Müminlerin güzel dediği şeyi, Allahü teâlâ da güzel kabul eder.) [İ. Ahmed]

Hazret-i Ebu Bekir, Peygamber efendimizin kayınpederi olmakla, mübarek kızı Âişe validemiz de müminlerin annesi olmakla şereflendi. Bu nimet ve şeref vesilesiyle de Cennetliktir.
Bir âyet-i kerime meali:
(Resulullahın zevceleri müminlerin anneleridir.) [Ahzab 6]

Resulullah ile akraba olmak şerefi çok büyüktür. İmanlı olan her akrabası muhakkak Cennetliktir. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Allahü teâlâ, beni insanların en asilzadesi olan Kureyş kabilesinden seçti ve bana onların arasından en iyilerini eshab [arkadaş] olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezir olarak ve din-i İslamı, insanlara bildirmekte, yardımcı olarak seçti. Bunlardan bazılarını da Eshar, [zevce, kayınpeder, kayınvalide, kayınbirader ve baldız gibi kadın tarafından akraba] olarak ayırdı. Bunlara sövenlere, iftira edenlere, Allahü teâlânın ve bütün meleklerin ve insanların laneti olsun! Allahü teâlâ, kıyamet günü, bunların farzlarını ve sünnetlerini kabul etmez.) [Hakim]

(Esharımın [zevce tarafından olan hısımlarımın] Cennetlik olmasını istedim. Rabbim de bu isteğimi kesin olarak kabul etti.) [Hakim]

(Benimle evlenen veya kız alıp verdiklerim, Cehenneme girmez.) [Deylemi, İ. Neccar]
Sırf bu hadis-i şerifler bile Hazret-i Ebu Bekir’in Cennetlik olduğunu göstermektedir.

Birkaç hadis-i şerif daha bildirelim:
(Ebu Bekir Cennettedir.) [Tirmizi, İbni Mace, Taberani, İ. Asakir, Beyheki, Dare Kutni, Hakim, Ebu Nuaym, İbni Said]

(Ebu Bekir, insanların en üstünüdür. Yalnız Peygamber değildir.) [Deylemi]

(Ebu Bekir’i sevmek ve ona şükretmek her mümine vaciptir.) [Deylemi]

(Allahü teâlâ, Ebu Bekir’e rahmet etsin! Bana kızını nikah etti. Hicrette bana yardım etti.) [Hakim]

(Kıyamette, Ebu Bekir’den başka herkese hesap sorulur.) [Hatib]

(Ebu Bekir’in imanı, herkesin imanları toplamı ile tartılsa, hepsinden ağır gelir.) [M. Ç. Güzin]

(Her şeyin bir kanadı vardır, bu ümmetin kolu kanadı da Ebu Bekir ve Ömer’dir. Her şeyin bir kalkanı vardır, bu ümmetin kalkanı da Ali’dir.) [Hatib]

(Göğsümdeki marifetlerin, bilgilerin hepsini, Ebu Bekir’in göğsüne akıttım.) [Reddi revafıd]

(Her Peygamberin halili vardır. Benim halilim Ebu Bekir’dir.) [Deylemi]

Sevgi, bağlılık çok oldukça, faydalanmak da o kadar çok olur. Bunun içindir ki, Hazret-i Ebu Bekir bütün Eshabın en üstünü oldu. Resulullaha bağlılığı da, herkesten çok idi. (Ebu Bekir’in üstünlüğü, namaz ve orucunun çokluğu ile değil, onun kalbinde bulunan bir şey iledir) hadis-i şerifte bildirilen şey, Resulullahın sevgisidir. [İ. Gazali]

Hicret meselesindeki iftiraları
İbni Sebecilerin hainlik ve küfürleri iyice anlaşılsın diye bu husustaki iddialarını genişçe yazıyoruz:

(Resulullah Mekke’den Medine’ye hicret buyuracağı gece, Eshabdan hiç kimse, bu gece evinden çıkmasın demiş. O gece, Cebrail nazil olup, bu gece, kâfirler, seni öldürmeye karar verdi. Eshabının hepsine söyle ki, bu gece evlerinden çıkmasınlar. Sen yalnızca filan mağaraya git demiş. Resulullah da, güneş batımına yakın, Eshabı toplayıp bu emri bildirmiş. Gece Ali, yaşı küçük olduğu halde, korkmayarak, yatağına girmiş. Ebu Bekir, Resulullahın emrini dinlemeyip, evinden çıkıp, Resulullahın arkasından gitmiş. Resulullah, bunun arkadan gelmesini istemeyerek geri döndürmeyi düşünürken, Cebrail gelip, Ebu Bekir’in, fesat çıkarmak için geldiğini, eğer geri dönerse, Kureyş kâfirlerine haber vermek ihtimali olduğunu bildirerek, Resulullahı uyarmış. Allah resulü naçar kalıp, Ebu Bekir’i mağaraya götürmüş. Çünkü, Resulullahın kâfirlerden ve Ebu Bekir’den emniyeti yok imiş.
Tevbe suresinin kırkıncı âyetindeki (Korkma! Allah bizimle beraberdir) denilmesi, Ebu Bekir’in [hâşâ] kâfir olduğunu gösteriyormuş. İmanı olsaymış, Allah onu, yılan sokmasından korurmuş.
CEVAP
Halbuki, tarih kitapları sözbirliği ile diyor ki:
Kureyş kâfirleri Resulullah efendimize ve Eshab-ı kirama karşı olan düşmanlıklarını günden güne arttırarak müslümanları muhasara ettiler. Muhasara üç sene sürünce, Eshab-ı kiramın bazısı, Medine-i münevvereye, kimisi de Habeşistan’a hicret etti. Mesela Kur’an-ı kerimin toplayıcısı olan Hazret-i Osman, muhterem zevcesi Hazret-i Rukayye ile Habeşistan’a giderken, Resulullah bunları görerek, (Peygamberlerden zevcesi ile birlikte ilk hicret eden Lut aleyhisselam idi. Benim Eshabım içinde zevcesi ile ilk hicret eden de, sensin. Allahü teâlâ, seni Cennette Lut aleyhisselama arkadaş edecektir) buyurmuştu. Böylece, Mekke-i mükerremede, Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ali’den başka kimse kalmamıştı. Hazret-i Ebu Bekir de hicret etmek için birkaç kere izin istemişti. Fakat, (Sen benimle beraber hicret edersin) buyurularak izin verilmemişti. Allahü teâlâdan, hicret için, izin bekliyordu. (Tezkiye-i ehl-i beyt)

Halbuki mağarada beraber bulunduğunu bildiren, Tevbe suresinin kırkıncı âyet-i kerimesi, Hazret-i Ebu Bekri Sıddıkın faziletini, şerefini göstermektedir. Çünkü, o gece, Cebrail aleyhisselam gelip, (Bu gece, kâfirler seni öldürmeye karar verdi. Bu gece, Ali’yi yatağına yatır ve Ebu Bekri Sıddık ile, Medine’ye hicret et!) dedi. O gece, Hazret-i Ali’nin yaşı küçük idi demeleri de yanlıştır. 23 yaşında idi. Hazret-i Ali, bin canım da olsa, senin yoluna fedadır diyerek yatağa girdi.

Resulullah Safer ayının yirmiyedinci perşembe gecesi kapıdan çıkıp, Yasin suresinin başından oniki âyet-i kerime okuyup, sokakta dizilmiş olan kâfirlerin üstüne üfledi. Hızla geçip, bir yere gitti. Öğle vakti Hazret-i Ebu Bekri Sıddıkın evine teşrif etti. Hazret-i Ebu Bekir’e haber verdiler. Kapıda, ay doğmuş gibi Resulullahın cemalini görünce, (Ne emriniz var ya Resulallah! İçeri buyurup emredin) dedi. İçeri teşrif edip, (Bu gece Medine’ye hicret etmeye emir aldım) buyurdu. Hazret-i Ebu Bekir, (Beraber olup, hizmetinizde bulunmakla şereflensem) dedi. (Sen de berabersin) buyurunca, Hazret-i Ebu Bekir sevindi. (Bana hicret için bir deve lazım) buyurunca, Hazret-i Ebu Bekir, (Bütün malım, canım, evlatlarım sana feda olsun. İki devem var. Hangisini istersen sana hediyem olsun) dedi. (Her zaman hediyeni kabul ettim ve edeceğim. Fakat bu gece hicret etmek ibadetini kendi malımla yapmak isterim. Bir deveni bana sat!) diye emir buyurdu. Parasını verdi.

Emir edip, kılavuz olarak, Abdullah bin Ureykıt isminde birini Hazret-i Ebu Bekir çağırdı. Para ile kılavuz tutup, iki deveyi ona teslim etti. Üç gün sonra, develeri Sevr dağındaki mağaraya getir, dedi. Hazret-i Ebu Bekir’in oğlu Abdullaha tembih edip, Her gece mağaraya gelip, Mekke’de dolaşan haberleri bize ulaştır buyurdu. Ebu Bekri Sıddıkın kızı Esma, üç günlük yemek hazırladı. Paketi bağlayacak ip bulamayınca, kuşağını çözüp ikiye yarıp, paketi bağladı. O günden beri, Esma’nın ismi (iki kuşaklı Esma) kaldı. Ebu Bekri Sıddık kapıyı açıp, çıkacakları zaman, (Kapıyı kapa. Arka pencereden çıkacağız) buyurdu. Ayak izleri belli olmasın diye pencereden atladılar. Mağara önüne gelince, Hazret-i Ebu Bekir, (Durun ya Resulallah! Önce ben girip bakayım. Zararlı bir şey varsa, mübarek vücudunuza bir şey olmasın) diyerek, içeri girdi. Mağaranın içini temizledi. Gömleğini çıkarıp, parçalayarak delikleri kapadı. (İçeri buyurun ya Resulallah!) dedi. İnsanların efendisi, Allahü teâlânın sevgilisi, karanlık mağaraya teşrif buyurdu.

Mağarada üç gece kaldıktan sonra, Rebiul evvel ayının ilk pazartesi günü çıkıp, denize yakın yoldan deve ile Medine’ye doğru yolcu oldular. Kudeyd denilen yerde bir çadıra rastladılar. Çadırdaki Atike adındaki kadından bir şey satın almak istediler. Zayıf, sütsüz bir koyundan başka yiyeceği olmadığını söyledi. İzin verirsen onu sağalım buyurdu. Mübarek eli ile koyunun sırtını okşayıp besmele ile sağdı. O kadar çok süt çıktı ki, bulunanların hepsi bol bol içti ve kapları da doldurdu. Sonra kadının zevci gelip bu mucizeyi işitince, zevcesi ile birlikte müslüman oldu.

Bütün kitaplar hicreti böyle anlatıyor. Mekke şehrinde Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ali’den başka hiçbir müslüman bulunmadığına göre, Resulullah Eshabına evden çıkmayınız diye emir etti sözünün doğru olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Ebu Bekri Sıddık, Resulullahtan iki yaş kadar küçüktü. Gençliklerinde arkadaş idiler. Birbirlerini çok severlerdi. Bu sevgileri ölünceye kadar sürmüş ve hep artmıştır. Gece gündüz birbirlerinden ayrılmazlardı. Resulullah iki defa Şam tarafına teşrif ettiği zamanlarda da birlikte bulunmuş idi. Bu kadar sevgiye, bağlılığa, fedakârlığa karşı Resulullahın buna güvenmediğini yazmak, apaçık bir yalan ve iğrenç bir iftiradır.

Resulullah, hicret edeceğini Ebu Bekir’e haber vermedi, diyorlar. Evi kuşatan kâfirler, Resulullahın evden çıktığını anlayamadı. Ebu Bekri Sıddık anlayıp arkasına düştü ise, bunu keşf ve keramet ile anlamış olması lazım gelir. İbni Sebecilerin bu sözü, Ebu Bekri Sıddıkın keşf ve keramet sahibi olduğunu göstermektedir. Böylece keşf ve keramet sahibi olan bir zatın, Resulullaha hıyanet ve ihanet edeceğini söylemek, akla uygun söz olur mu? Eğer hıyanet etmek isteseydi, ertesi Cuma günü, kâfirler Mağara kapısına geldikleri, Mağara ağzındaki örümcek yuvasını görüp dünya yaratıldığından beri buraya adam girmişe benzemiyor, diyerek, içeriye girmek istemedikleri zaman, kâfirlere haber vermek fırsatı tam eline geçmemiş mi idi ve bu fırsatı kaçırır mı idi? (Tezkiye-i ehli beyt)

Görülüyor ki, Ebu Bekri Sıddıkı lekelemek için, hicreti yanlış anlatmakta, okuyanları ağlatıp, aldatmak için Hazret-i Ali küçük çocuk iken yatağa girdi demektedirler. Eshab-ı kiramı kötüleyebilmek için âyet-i kerimelere yanlış mana vermekten, hadis uydurmaktan, sahih hadisleri inkâr etmekten çekinmemektedirler. Kâfirler, münafıklar hakkında gelmiş olan âyet-i kerimeleri, Ebu Bekri Sıddık için ve Eshab-ı kiram için gelmiştir demek alçaklığında bulunmaktadırlar.

Mühim olan şu misali de bildirelim:
(Menakıb-i Çihar yar) kitabında diyor ki, Bedir gazasında, Ramazan-ı şerifin onyedinci Cuma günü, temmuz ayının öğle sıcağında, iki taraf hücum etmişti. Resulullah, Ebu Bekir, Ömer, Ebu Zer, Sa’d ve Said ile kumanda yerinde oturmuştu. İslam askeri sıkıntı çekiyordu. Sa’d ve Saidi yardıma gönderdi. Sonra Ebu Zeri gönderdi. Sonra, Ömer’i gönderdi. Bir saat geçti. Ebu Bekir, sıkıntının azalmadığını görerek, kılıcını çekip, atını sürerken, Resul-i ekrem elinden tutup, (Yanımdan ayrılma ya Eba Bekir! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübarek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuvvetleniyor) buyurdu.

Hüseyin vaiz-i Kaşifi Hirevi tefsirinde buyuruyor ki:
(Kâfirler, Mağara önüne geldi. Ebu Bekri Sıddık dedi ki: Ya Resulallah! Kâfirlerden biri ayağı altına doğru bakarsa, bizi görür. Resulullah buyurdu ki, (O iki kişiye ne olur sanıyorsun ki, onların üçüncüsü Allah’tır.) Bu hadis-i şerif, Hazret-i Ebu Bekir’in üstünlüğünü göstermektedir. Yani Allahü teâlânın yardımı, koruması bizimledir buyurdu).

Ebu Bekri Sıddık bağırıp çağırmadı. Zaten bağırıp çağırsaydı mağaranın önündeki müşrikler haberdar olacaktı. Eğer hıyanet etmek isteseydi, müşrikler mağara kapısına geldikleri, mağara ağzındaki örümcek yuvasını görüp dünya yaratıldığından beri buraya adam girmişe benzemiyor, diyerek, içeriye girmek istemedikleri zaman, kâfirlere haber vermek fırsatı tam eline geçmiş iken bu fırsatı hiç kaçırır mıydı?

Bütün kitaplar diyor ki, (Ya Resulallah, mübarek vücudunuza bir zarar yapmalarından korkuyorum) dedi. Mağarada, Resulullah efendimize zarar gelmesin diye, açık kalan bir deliğe, mübarek ayağını kapamıştı. Delikteki yılanın ayağını sokması niçin bir kusur olsun? Resulullahı da, bir zaman akrep sokmuştu. Hazret-i Ali’nin ciğerpare oğlu Muhsin’i horoz gagalayıp ölümüne sebep olmuştu. Hazret-i Hasan’ı zehir öldürmüştü. Bunlar neden suç olsun? Niçin imansızlığa alamet olsun?

O, Resulullaha bir zarar gelirse diye korkmuştu. Ayağını deliğe bu yüzden koymuştu. Yılan onu kaç kere ısırdı. Acısına katlanıp, Resulü rahatsız etmemek için, ayağını çekmedi. Resulü uyandırmamak için, hiç ses de çıkarmadı. Kendinden korksaydı, zehirlenerek, canını Resule feda etmezdi. Ayrıca, hâşâ İbni Sebecilerin dediği gibi kötü biri olsaydı böyle yapmasına ne lüzum vardı ki?

Allahü teâlânın, kullarla beraber olması, sıfatlarının beraber olması demektir. Kahr, gadab sıfatının beraber olması, felaket ve rüsvalık olduğu gibi, rahmet, nusret, muhabbet sıfatlarının beraber olması da kıymet ve saadet olur. Resulullah, (Allah bizimle beraberdir) buyurarak, kendi zat-ı risaletpenahisine mahsus olan beraberliğe, Hazret-i Ebu Bekir’i de katıyor. Böylece, kendine tecelli eden, muhabbet, merhamet, ihsan ve ikramlara, Hazret-i Ebu Bekir’in de ortak olduğunu müjdeliyor. Ne büyük saadet! Fazilet böyle olur! Âyet-i kerimelerle, hadis-i şeriflerle bildirilen faziletten, meziyetten üstün bir şeref olabilir mi? Düşman düzmelerine inanıp, güneşin nuru inkâr olunabilir mi? Buna ancak, ahmaklar, körler inanır.

Allahü teâlânın gizli konuşanlarla beraber bulunması, ilim sıfatının beraber olmasıdır. Yani onların sırlarını bilir demektir. Bu âyet-i kerime, beğenmek veya kötülemek olmayıp, ilim sıfatını haber vermektedir.

(Sonra, Allah ona sekine indirdi) mealindeki âyet-i kerimeye de yanlış mana veriyorlar. Sekine, Resulullaha indi diyorlar. Sekine, yani rahatlık, nerede yoksa oraya iner. İbni Sebecilerin bu yazılarından, Resulullahta önceden sekine bulunmamış olduğu, korktuğu anlaşılır. Halbuki, Allahü teâlâ, önceden, seni kâfirlerden muhafaza edeceğim dediğini yazmışlardı. Demek ki, Resulullah Allahü teâlânın bu vaadine güvenmeyip korktu mu? Sonra, kendisine sekine indirildi demek, Allah’ın Peygamberine ne büyük hakaret ve kötülemek olur. Ebu Bekri Sıddıkı kötülemek isterken, Resulullahı kötüleyerek küfre sürüklendiklerinden haberleri olmuyor. Belki de, Resulullahı da kötülemek, böylece İslamiyet’i yıkmak istemektedirler. Bütün tefsirler, sekinenin Ebu Bekri Sıddıka indiğini bildiriyor. Çünkü, Resulullahın sekinesi zaten vardı. Ebu Bekri Sıddık ise, Resulullaha olan aşırı sevgisinden dolayı sekinesini kaybetmişti. (Eshab-ı Kiram)

Hâşâ, Allah resulü naçar kalıp, Ebu Bekri Sıddıkı mağaraya götürmüşmüş...Tekrar edelim:
Hicrette kâfirler izleri takip ederek mağara önüne kadar gelince, Hazret-i Ebu Bekir dedi ki: Ya Resulallah! Kâfirlerden biri eğilip bakarsa, bizi görür. Resulullah, (Korkma Allah bizimledir) buyurdu.

Allahü teâlâ da Tevbe suresinin 40. âyetinde buyuruyor ki:
(Eğer siz ona (Resulullaha) yardım etmezseniz de önemi yok; ona Allah yardım etmiştir. Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; onlar mağarada iken; o, arkadaşına [Ebu Bekir’e] üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi.)

Hâşâ
, Allah resulü naçar kalıp, Ebu Bekri Sıddıkı mağaraya götürmüş olsaydı, (Üzülme Allah bizimle beraberdir) yerine (Bana bir şey olmaz Allah benimledir) buyururdu. Allahü teâlâ da Resulünün mübarek ismini müstakil zikreder, hâşâ bir kâfirle beraber (İki kişinin biri) diye zikretmezdi. Allahü teâlânın bahsettiği alelade biri değil, Peygamberi ve Habibidir. Resulullaha da kişi denmekte, arkadaşına da kişi denmektedir Bu yüzden (İki kişinin biri) diye buyurması, yani bu hitap, Hazret-i Ebu Bekir’in Allah katındaki yüksek kıymetini, Resulü yanındaki derecesini bildirmektedir. (O, arkadaşına üzülme diyordu) buyuran Allahü teâlâ vahiy ile Resulüne, (O, senin arkadaşın değil, o bir kâfirdir, onu teselliye çalışma) demez miydi? Allah hâşâ gerçeği saklar mıydı, yanındakinden sakın demez miydi? Çünkü vahiy gizli geliyor. Yanındaki seni öldürecek veya öldürtecek demez miydi? Bu ne biçim iftira?

Resulüne üstelik namazda nalınındaki necaseti bile haber veren Allahü teâlâ, yanındaki senin düşmanındır, seni öldürecek veya öldürtecek demez miydi? Allah hâşâ gerçeği saklar mıydı? Yanındakinden sakın demez miydi? Vahiy gizli geliyor, onun ne haberi olurdu ki?

Medaric-ün-nübüvve kitabında diyor ki:
Münafıklar Hazret-i Âişe validemize iftira edince, Resulullah, arkadaşlarından bazılarını çağırdı. Bunlardan sırayla Hazret-i Ömer’e, Hazret-i Osman’a, Hazret-i Ali’ye ne düşündüklerini sordu. Hazret-i Ali dedi ki:
(Bu sözler yalandır, iftiradır. Münafıkların uydurmasıdır. Sizinle namaz kılarken mübarek nalınınızı çıkardınız. Size uyarak biz de çıkardık. (Nalınlarınızı niçin çıkardınız?) dediniz. Size uymak için dedik. Siz de, (Cebrail geldi. Nalında necaset bulaşığı olduğunu bana haber verdi. Onun için çıkardım) buyurmuştunuz. Namaz içinde bile vahiy ederek seni pislikten koruyan Allahü teâlâ, mübarek zevcelerine böyle pislik yapılmasına izin verir mi? Böyle bir şey olsaydı, bunu da hemen haber verirdi.)

Fedek hurmalığı meselesi

İbni Sebeciler diyor ki:
(Resulullahın vefatından sonra, Ebu Bekir ile Ömer, (Biz Peygamberler miras bırakmayız. Bıraktıklarımız sadaka olur) hadisini söyleyerek, Fatıma’nın elinden (Fedek) ismindeki hurma bahçesini zor ile alıp, Beytülmala verdiler. Fatıma, Ebu Bekir’e darılıp, lanet etti. Buna gücenip ölünceye kadar Ebu Bekir’e düşman oldu.)
CEVAP
Bu bahçede sayılı birkaç ağaç vardı. Büyük bir orman olsaydı dahi, böyle bir şey için, dünyanın malına, mülküne zerre kadar dönüp bakmadığı için, kendisine Betül denilen Resulullahın kızı, kadınların en şereflisi Fatıma-tüz-Zehra’nın, mübarek babasının Cennet ile müjdelediği üç Halifeye düşmanlık etmesi, af ve ihsanda bulunmaması, bunlara [hâşâ] lanet etmesi ve müslümanlara da böyle olmalarını tavsiye eylemesi çok büyük bir iftiradır.

Hazret-i Ali ile Hazret-i Fatıma’nın, bütün dünyaya yayılmış olan yüce şânlarını küçülten böyle iftiraları bu iki din büyüğüne yakıştırmak, bunları sevmek değil, belki düşmanlık etmektir. Ancak ibni Sebecilerin yapacağı şeydir.

Önce hadisenin, Kur’an-ı kerimden sonra en kıymetli kaynaklardan olan Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai’deki geçtiği şekline bakalım:

(Fatıma ile Abbas’ın her ikisi, Resulullah efendimizden kalan miraslarını, yani Fedek’teki yerleri ile Hayber’deki hisselerini istemek üzere Ebu Bekir’e geldiler. Ebu Bekir de kendilerine şöyle dedi: Resulullah efendimizden işittim, buyurdu ki:
(Biz [Peygamberler] miras bırakmayız, bıraktığımız sadaka [vakf]dır.) Peygamber efendimizin ehli ve iyali bu maldan ancak yiyebilir. Vallahi Resulullahın yaptığını gördüğüm bir işi yapmadan bırakmam. [Ravi] diyor ki: Bunun üzerine Fatıma oradan ayrıldı ve ölünceye kadar bir daha miras lafını etmedi.)

Hâşâ, Hazret-i Ebu Bekir’in, Fedek hurmalığını Hazret-i Fatıma’dan zorla alması diye bir şey yok. Bu tamamen İbni Sebecilerin uydurmasıdır.

Ahmed Cevdet Paşa diyor ki:
Halife Hazret-i Ebu Bekir, Resulullahın silahları ile beyaz katırını, Hazret-i Ali’ye verdi. Diğer eşyayı Beytülmale bıraktı. Fedek ve Hayber’deki hurmalıklarını, Resulullah hayatta iken vakfetmiş, kimlere dağıtılacağını emir buyurmuştu. Gelip geçen elçilere ve misafirlere verirdi. Ebu Bekir bunları eskisi gibi dağıtıp, asla değiştirmedi. Fatıma mirasını istediğinde; (Resulullahtan işittim: (Biz Peygamberlere kimse vâris olamaz! Bıraktığımız mal, sadaka olur) buyurmuştu. Ben Resulullahın yaptığını değiştirmem) dedi. Fatıma (Sana kim vâris olur?) demiş. Halife de, (Evladım, ehlim olur) deyince, (Ya ben niçin babama vâris olmuyorum?) demiş. Halife de, (Senin baban olan Resul-i ekremden işittim ki, (Kimse bize vâris olamaz!) buyurdu. Onun için sen de vâris olamazsın. Fakat ben Onun halifesiyim, Onun nafaka verdiği kimselere, aynı şeyleri ben de veririm. Senin masraflarını yapmak benim vazifemdir) dedi. Bunun üzerine Fatıma razı oldu ve artık miras lafı etmedi. (Kısas-ı enbiya s.369)

Hadis âlimi Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri, aynı şeyleri bildirdikten sonra buyuruyor ki:
Resulullah birçok kimselere, mal vereceğini vaad etmişti. Vefatından sonra, gelip, bu malları istediler. Halife hepsine verdi. Ebu Bekri Sıddık, mirası yalnız Fatıma’dan men etmedi. Âişe de, gelip, miras istedi. Ona da vermedi. Başka zevceler de istedi. Hiç birine vermedi. Peygamberler miras bırakmaz hadis-i şerifini söyledi. Halife, bu hadis-i şerifi söyleyince, Eshab-ı kiramın hepsi, biz de işitmiştik, dediler, bir kişi bile itiraz etmedi. Halife kimseye miras vermedi ve Resulullahın akrabasına evvelce verilen her şeyi aynen verdi ve Resulullahın yaptığını değiştirmem dedi ve Onun akrabasını, kendi akrabamdan daha çok seviyorum diye yemin etti. Fatıma’nın miras yüzünden, Ebu Bekir’e darıldığını söylemek ne kadar yanlıştır. Eshab-ı kiramın sözbirliği ile bildirdiği hadis-i şerifi, Fatıma’nın kabul etmeyeceğini düşünmek Hazret-i Fatıma’ya iftira olur. Fatıma vefat edeceği zaman, Ebu Bekri Sıddık ile helalleşip ondan razı olmuştur.

Hadis âlimi imam-ı Beyheki hazretleri, imam-ı Şabi’den rivayet ediyor ki, Fatıma hasta iken, halife Ebu Bekir kapıya geldi. Ali, Fatıma’ya, Ebu Bekrin geldiğini haber verdi. Fatıma izin verdi. Halife içeri girdi ve kendisi ile helalleşti. Fatıma, Ebu Bekir’den razı oldu. İmam-ı Müstağfiri’nin Kitabülvefa ve Riyadunnadara kitaplarında ve Hâfız Ebu Said, Kitab-ül-müvafeka adındaki kitabında da böyle yazmaktadır. Faslülhitab kitabında diyor ki: Fatıma akşam ile yatsı arasında vefat etti. Ebu Bekri Sıddık, Osman, Abdurrahman bin Avf ve Zübeyr bin Avvam hazır idiler. Cenaze namazını Ebu Bekri Sıddık kıldırdı. Gece defnettiler. (Medaric-ün-nübüvve c.2/ s.572)

Görülüyor ki, Hazret-i Ebu Bekir hurma bahçesini Hazret-i Fatıma’nın elinden almamış, eski halinde olduğu gibi bırakmış, onun her ihtiyacını Beytülmal’den vermiştir. Bütün bu vesikalar hiçe sayılarak, Ebu Bekir, Fedek hurmalığını zorla aldı nasıl denebilir? Hazret-i Ali halife olunca, her şey elinde ve emrinde iken, bu hurmalığı, niçin Hazret-i Hasan ile Hüseyin’e teslim etmedi? Hâşâ o da mı zulme iştirak etti? Yoksa, ölmüş halifelerden mi korktu? Hazret-i Ali’nin, üç halifenin yaptıklarını değiştirmeyip hurmalığı, onların yaptığı gibi idare etmesi, üç halifeyi onayladığını, yani onların doğru yaptığını açıkça göstermektedir.

Buraya birkaçını yazdığımız bu vesikalı açıklamalardan sonra, Hazret-i Ali’nin üç Halifeye düşman olduğunu ve bir bahçe için Hazret-i Fatıma’nın Eshab-ı kirama lanet ettiğini söylemek, âyet-i kerimelere de zıddır:

Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman Medine'ye hicretle şereflenen, Allah’ın övdüğü muhacirlerden ve ilk iman edenlerdendir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki
(Muhacirlerin ve Ensarın önce imana gelenlerinden ve Onların yolunda gidenlerden Allah razıdır. Onlar da Allah’tan razıdır. Allah, Onlar için Cennetler hazırladı.) [Tevbe 100]

(Mekke’nin fethinden önce ve sonra Müslüman olanların hepsine de, Hüsnayı [Cenneti] söz veriyorum.) [Hadid 10]

(Allah, Eshabın hepsine Cenneti söz verdi.) [Nisa 95]

Allahü teâlânın zatı gibi sıfatları da sonsuzdur. Razı olması da sonsuzdur. Allah, Eshabdan birkaç sene razı oldu sonra vazgeçti denilemez. Allah sözünden dönmez.
İki âyet-i kerime meali:
(Allah asla sözünden dönmez.) [Al-i İmran 9, Zümer 20, Rad 31]

(Allah vaadinden dönmez.) [Rum 6]

Hazret-i Ali, Hazret-i Ebu Bekir’i, Hazret-i Ömer’i ve Hazret-i Osman’ı çok severdi. Bunlar da Hazret-i Ali’yi çok severdi. Birbirlerinin dostu idi. İşte âyet-i kerime meali:
(İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve [hicret eden eshabı] barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin dostlarıdır.) [Enfal 72]

Eshab-ı kiramın birbirine karşı çok merhametli olduğunu bildiren bir âyet-i kerime meali de şudur:
(Muhammed aleyhisselam, Allah’ın Resulüdür ve Onunla birlikte bulunanların [Eshab-ı kiramın] hepsi, kâfirlere karşı çetin, fakat, birbirlerine karşı merhametli, yumuşaktır.) [Feth 29]

Hazret-i Ebu Bekr'e buğzetmek
Sual: Bazı kimseler, hazret-i Ebu Bekr'e buğzetmekte, kötülemektedirler. Böyle yapmak günah değil midir?
Cevap:
Konu ile alakalı olarak Menakıb-ı Çihar Yar-i Güzin kitabında deniyor ki:
İmâm-ı Zehrî hazretleri, senetleri ile beraber Abdurrahmân bin Avf hazretlerinden rivayetle, Resulullah efendimizin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Resulullah efendimiz, bir gün Mescid-i Nebîde, ömürlerinin son günlerinde, kalabalık arasından kalktı, minbere çıktı. Allahü teâlâya hamd ve sena eyledikten sonra;
(Ey havâs ve avam! Benim sevgim, Ehl-i beytimin sevgisi, Eshabımın sevgisi, benim ümmetimin üzerine kıyamet gününe kadar farzdır) buyurdu. Sonra;
(Ebû Bekr-i Sıddık nerededir) buyurarak, Onu yanına çağırdı ve buyurdu ki:
(Ey Müslümanlar! Bu gördüğünüz Ebû Bekr-i Sıddıktır. Muhacir ve Ensarın seyyidi ve büyüğüdür. Bu o kimsedir ki, Allahü teâlânın emri ile, ben onu kendime, dünyada baba mertebesinde tuttum. Ahirette sonsuz olarak dost edindim. Herkes beni yalanlarken, o beni tasdik etti. Herkes benden kaçıp, nefret ettiği zaman bu benimle ülfet eti, dost oldu ve ünsiyet, arkadaşlık etti. Herkes beni öldürmek istediği zaman, malını, canını, bedenini bana feda etti. Kızı Âişe-i Sıddıkayı bana tezviç etti, nikahladı. Bilâli kendi malından benim için azat etti. Allahü teâlânın, meleklerin, bütün insanların laneti, buna buğz edenlerin üzerine olsun. Allahü teâlâ buna buğz edenlerden bizardır, ben de bizarım, rahatsızım. Kim Allahü teâlâdan ve benden bizar, rahatsız olmak isterse; Ebû Bekir’den bizar olsun.) Sonra buyurdu ki:
(Ey Müslümanlar! Burada bulunup, benim sözlerimi işitenler, bu sözleri, benim ümmetimden burada bulunmayanlara, kıyamete dek iletiniz. Yâ Ebâ Bekir! Geri dön, yerine otur. Senin hakkında söylediklerim, Allahü teâlâ biliyor ki, gerçektir ve benim söylediğimden ziyadedir.)

“Resulullah Efendimizin dert ortağı idin”
Sual: Hazret-i Ali, hazret-i Ebu Bekir’in aleyhinde söz söylemiş midir?

Cevap:
Hazret-i Ali, hazret-i Ebu Bekir aleyhinde söz söylemek şöyle dursun, tam aksine Onu hep övmüştür. Menakıb-ı Çihar Yar-i Güzin kitabında deniyor ki:
“Hazret-i Ebu Bekir vefat edince, Medine’de herkes ağladı. Hazret-i Ali de işitince, ağlayarak geldi ve kapı önünde durup;
Ya Eba Bekir! Sen, Resulullah efendimizin sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşaviri idin. Önce imana gelen sensin. Senin imanın, hepimizin imanından daha saf oldu. Senin yakînin, daha kuvvetli, Allahü teâlâdan korkun daha büyük oldu. Resulullah efendimize en şefkatli, en yardımcı, sendin.

Resulullah efendimizle sohbetin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır sahiplerinin birincisi sensin! Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin. Resulullah efendimizin huzurunda, senin derecen en yüksek oldu. İkramda, ihsanda, güzel huylarda, Ona en çok benzeyen, sen oldun. Allahü teâlâ sana, çok mükafat versin ki, Resulullah efendimize herkes yalancı derken sen, doğru söylüyorsun, inandım dedin. Sen, Onun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ seni, Kur’an-ı kerimde sıdk ile şereflendirdi. Resulullah efendimize, en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun.

Onun ümmetinin halifesi, Onun dininin koruyucusu idin. Cahiller dinden çıkarken, sen İslâma kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zaman, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken, sen Muhammed aleyhisselamın yolunu tuttun. Eshabın az konuşanı ve en beliği, edibi sendin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temizdi. Gönlün herkesten kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu, önceden görür, geri kalmışları İslâma sokarak aydınlatırdın. Müminlere şefkatli, affedici baba idin. İslâmın ağır yükünü sen taşıdın.

Sen, rüzgârların oynatamayacağı bir dağ gibi idin. İşin doğruluk, ilim idi. Sözün mertçe, doğruyu bildirmekti. Gerici düşüncelerin, bozuk inançların kökünü kazıdın. Hak dinin ağacını diktin. Küfür ve mürtetlik ateşini söndürdün. İslama, imana sen kuvvet oldun. Göklerde, melekler arasında, senin derecen çok büyüktür. Muhacirler ve Ensar arasında, senden ayrılık yarası çok derindir” buyurdu ve çok ağladı.

Hazret-i Ömer’e dil uzatılamaz

Hazret-i Ömer’e dil uzatılamaz​

Sual: İbni Sebeciler, Peygamber efendimizin mübarek kayınpederi Hazret-i Ömer’e de âyet-i kerimelere, hadis-i şeriflere rağmen hâşâ kâfir diyorlar. Daha başka iftiraları varsa da bu iftira yanında onların bir önemi yoktur. Çünkü bir insan kâfirse onun diğer işlerine bakılır mı?

CEVAP
Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh), Peygamber efendimizin kayınpederidir. Hazret-i Ali’nin de damadıdır. Hayatta iken ismen Cennet ile müjdelenmiş on kişiden ikincisi olup, Hazret-i Ebu Bekir’den sonra eshab-ı kiramın en büyüğü, başka bir ifade ile, Peygamberlerden sonra insanların üstünlükte ikincisidir. Resulullahın da ikinci halifesidir.

İbni Sebecilerin bu iftirası için, yukarıda birinci ve ikinci maddelerde yeterli cevap, hâşâ ona dil uzatanların, kâfir diyenlerin kendilerinin kâfir olduklarına dair yeterli delil vardır. Burada birkaçını tekrar yazalım:

Hazret-i Ömer, Medine'ye hicretle şereflenen, Allah’ın övdüğü muhacirlerden ve ilk iman edenlerden olduğu için Cennetliktir. İşte âyet-i kerime meali:
(Muhacirlerin ve Ensarın önce imana gelenlerinden ve Onların yolunda gidenlerden Allah razıdır. Onlar da Allah’tan razıdır. Allah, Onlar için Cennetler hazırladı.) [Tevbe 100]

Hazret-i Ömer, Eshab-ı kiramdan olduğu için Cennetliktir. İşte âyet-i kerime meali:
(Allah, [Eshab-ı kiramın] hepsine de en güzeli [Cenneti] vaad etmiştir!) [Nisa 95]

Hazret-i Ömer, ağaç altında söz verenlerden olduğu için Cennetliktir. İşte âyet-i kerime meali:
(Ağaç altında, sana söz veren müminlerden, Allah razıdır.) [Fetih 18]

Hazret-i Ömer, Bedir savaşına katılanlardan olduğu için Cennetliktir. İşte Bedir ehline katılan müslümanların şânı için bir hadis-i şerif meali:
(Bedir savaşına katılan müslümanlar Cennetliktir.) [Dare Kutni]

Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer’i çok severdi. Ona kızı Ümmi Gülsümü nikah etti. Hazret-i Ömer hakkındaki hadis-i şeriflerin çoğunu Hazret-i Ali bildirmiştir. Hazret-i Ömer de Hazret-i Ali’yi çok severdi. Birbirlerinin dostu idi. İşte âyet-i kerime meali:
(İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve [hicret eden eshabı] barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin dostlarıdır.) [Enfal 72]

Eshab-ı kiramın birbirine karşı çok merhametli olduğunu bildiren bir âyet-i kerime meali de şudur:
(Muhammed aleyhisselam, Allah’ın Resulüdür ve Onunla birlikte bulunanların [Eshab-ı kiramın] hepsi, kâfirlere karşı çetin, fakat, birbirlerine karşı merhametli, yumuşaktır.) [Feth 29]

Hazret-i Ömer, Peygamber efendimizin kayınpederi olmakla, mübarek kızı Hafsa validemiz de müminlerin annesi olmakla şereflendi. Bu nimet ve şeref vesilesiyle de Cennetliktir. Bir âyet-i kerime meali:
(Resulullahın zevceleri müminlerin anneleridir.) [Ahzab 6]

Resulullah ile akraba olmak şerefi çok büyüktür. İmanlı olan her akrabası muhakkak Cennetliktir. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Allahü teâlâ bana söz verdi ki, kızlarını aldığım ve kızlarımı verdiğim aileler, Cennette benimle beraber olacaktır.) [Deylemi]

(Allahü teâlâ, beni insanların en asilzadesi olan Kureyş kabilesinden seçti ve bana onların arasından en iyilerini eshab [arkadaş] olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezir olarak ve din-i İslamı, insanlara bildirmekte, yardımcı olarak seçti. Bunlardan bazılarını da Eshar, [zevce, kayınpeder, kayınvalide, kayınbirader ve baldız gibi kadın tarafından akraba] olarak ayırdı. Bunlara sövenlere, iftira edenlere, Allahü teâlânın ve bütün meleklerin ve insanların laneti olsun! Allahü teâlâ, kıyamet günü, bunların farzlarını ve sünnetlerini kabul etmez.) [Hakim]

(Esharımın [zevce tarafından olan hısımlarımın] Cennetlik olmasını istedim. Rabbim de bu isteğimi kesin olarak kabul etti.) [Hakim]

(Benimle evlenen veya kız alıp verdiklerim, Cehenneme girmez.) [Deylemi, İ. Neccar]
Sırf bu hadis-i şerifler bile Hazret-i Ömer’in Cennetlik olduğunu göstermektedir.

Birkaç hadis-i şerif daha bildirelim:
(Ömer Cennettedir.) [Tirmizi, İbni Mace, Taberani, İ. Asakir, Beyheki, Dare Kutni, Hakim, Ebu Nuaym, İbni Said]

(Benden sonra Peygamber gelmeyecek. Eğer gelseydi, Ömer Peygamber olurdu.) [Deylemi, İ. Münavi]

(Benden sonra hak, her zaman Ömer iledir.) [Hakim, Taberani, ibni Asakir]

(Allahü teâlâ Ömer’e rahmet etsin, acı da olsa Hakkı söyler.) [Tirmizi]

(Allahü teâlâ, hakkı Ömer’in diline ve kalbine yerleştirdi.) [Tirmizi, Ebu Davud, İ. Ahmed, Hakim, Taberani, İbni Neccar, İ. Münavi]

(Güneş, Ebu Bekir hariç, Ömer’den daha hayırlı bir kimsenin üstüne doğmadı.) [Tirmizi]

(Ömer’in Cennette derecesi, Ebu Bekir hariç, ümmetimin hepsinden yüksektir.) [İbni Mace]

(Her şeyin bir kanadı vardır, bu ümmetin kolu kanadı da Ebu Bekir ve Ömer’dir. Her şeyin bir kalkanı vardır, bu ümmetin kalkanı da Ali’dir.) [Hatib]

(Allahü teâlâ, namazı, zekatı ve orucu farz ettiği gibi, Ebu Bekri, Ömer’i, Osman’ı ve Ali’yi sevmeyi de farz etti.) [Vesile]

(Başınıza Ebu Bekir gelince, onu zahid ve ahirete ragıb bulursunuz. Başınıza Ömer gelince, onu kuvvetli, emin ve Allah yolunda kimseden çekinmez görürsünüz. Başınıza Ali gelince, hadi ve mühdi olur. Sizi doğru yola götürür bulursunuz.) [Hakim, İ. Ahmed]

(Sünnetime ve hulefa-i raşidinin yoluna sımsıkı sarılın!) [Buhari]

(Ümmetimin en merhametlisi Ebu Bekir, dinde en sağlam olanı Ömer, en hayalısı Osman, en iyi hüküm vereni ise Ali’dir.) [İbni Asakir, Ebu Ya’la]

(Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı şeyleri haber veren keramet ehli zatlar vardı. Ümmetimin içinde de Ömer onlardandır.) [Buhari]

Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordunun mağlup olmak üzere olduğunu görüp, kumandana (Ya Sariye arkanı dağa ver) buyurdu. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu. (Şevahid)

Resulullah efendimiz ilk üç halife ile Uhud dağına çıktıkları zaman dağ sallandı. Resulullah buyurdu ki:
(Ey dağ, sallanma! Senin üstünde bir nebi, bir sıddık, iki de şehit [Ömer ve Osman] vardır.) [Buhari]

Ebu Musa Eşari diyor ki, Medine’de bir bahçede oturuyorduk. Kapı çalındı. Resulullah, (Kapıyı aç ve gelene, Cennete gideceğini müjdele!) buyurdu. Kapıyı açtım. Ebu Bekri Sıddık içeri girdi. Kendisine müjdeledim. Hamd eyledi. Sonra, yine kapı çalındı. Yine (Aç ve müjdele!) buyurdu. Açtım. Ömer Faruk içeri girdi. Müjdeledim. Allahü teâlâya hamd etti. Yine çalındı. (Aç ve Cennet ile müjdele ve üzerine musibet geleceğini söyle!) buyurdu. Açtım, Osman Zinnureyn geldi. Müjdeledim. Hamd eyledi. [Buhari ve Müslim]

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ebu Bekir ile Ömer’i sevmek iman, bunlara düşmanlık küfürdür.) [İbni Adiy]

(Ya Ali, müşrik olan bazı kimseler sana aşırı bağlılık gösterecek, sende olmayan şeyleri, sana söyleyecekler ve Ebu Bekir’le Ömer’i kötüleyecekler. Allah onlara lanet etsin.) [Dare Kutni]

Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’e sövmek küfürdür. (Hulasa-tül-fetava, Mirat-ı Kâinat)

Allah Resulünün kayınpederi aynı zamanda Hazret-i Ali’nin damadı olan Hazret-i Ömer’e iftiralar:

1) İbni Sebeciler diyor ki, Hazret-i Ali kızını Ömer’e istemeyerek, zorla verdi.
Yahut Cin perilerinden birinin, Ömer’e aşık olup da, Ümmi Gülsüm şeklinde görünmesi de olabilir.
CEVAP

Hucec-i katiyye kitabında, Molla başı Ali Ekber ile, Ulemadan Abdullah Süveydi’nin konuşmalarının sonu şöyle bildirilmektedir: Molla başı dedi ki:
- Eshabın yalnız beşi hariç, ötekilerin hepsi, Hazret-i Ali’yi halife seçmedikleri için mürted oldu, dinden çıktı.

Cevap olarak dedim ki:
- Hazret-i Ali, kızı Ümmi Gülsüm’ü, Hazret-i Ömer’e nasıl nikah eyledi?
- İstemeyerek, zorla verdi.

- Allah için yemin ederim ki, siz Hazret-i Ali’yi öyle aşağılıyorsunuz ki, Arapların en alçağı bile, bu kadar aşağılığa razı olmaz. Hazret-i Ali’yi bu kadar kötülemek, çok alçak bir planın uygulanması için olduğu meydandadır. Allah bilir ki, Arapların en alçağı, en bayağısı bile ırzını, namusunu korumak için canını verir. Nerede kaldı ki, bütün Arap kabileleri arasında, soyu, erkekliği, şerefi, şanı hepsinden yüksek ve üstün olan Haşimoğullarından bir zat ve dolayısıyla bütün bu kabile böyle bir lekeyi, alçaklığı kabul edebilir mi? En alçak kimselerin bile razı olmadığı bir işi, Allah’ın aslanı diye, adı bütün dünyaya yayılan şanlı, şerefli bir kahramana nasıl yakıştırabiliyorsun?

- Cin perilerinden birinin, Ömer’e aşık olup da, Ümmi Gülsüm şeklinde görünmesi de olabilir.
- Bu söz, öncekinden daha alçaklıktır. Böyle şeyi, akıl nasıl uygun görür. Bu yola gidilecek olursa, İslamiyet’in bütün emirleri altüst olur. Mesela bir adam evine gelince, hanımı buna, sen benim kocam değilsin. Sen cinsin diyerek, adamı eve sokmaz. Adam iki şahit getirse, şahitleri de, insan değildir, cindir diyerek kovar. Böylece, her ev, her yer karmakarışık olur. Bir katil, bir hırsız, ben o adam değilim. Sizin dediğiniz kimse, cin olabilir, diyerek, İslamiyet’in emrinin yapılmasına karşı gelir. Hatta, İmam-ı Cafer Sadık da cin olabilir.

Molla başı şaşırıp sustu. İkinci suali sordum:
- Zalim olan bir halifenin emirleri kabul edilir mi?
- Sahih değildir. Kabul edilmez.

- Hazret-i Ali’nin oğlu olan Muhammed bin Hanefiyye’nin annesi kim?
- Cafer kızı Hanefiyye’dir.

- Bu Hanefiyye’yi esir alan kimdir?
- Ben bilmem.

Halbuki, bildiği halde bilmem diye, sözü kesmek istedi. Orada bulunanlardan birkaçı, Ebu Bekir’in esir aldığını söylediler.
- Evlenirken dikkatli davranmak lazım olduğunu herkes bilir. Hak üzere imam ve meşru olarak halife değildir dediğiniz, Ebu Bekir gibi bir zatın esir eylediği bir cariyeyi nikah edip, bundan çocuk yapmayı, Hazret-i Ali, nasıl caiz gördü?

- Belki, Hazret-i Ali bunun kendisine hediye edilmesini, yakınlarından istedi. Bunlar da, cariyeyi kendisine nikah etmiş olabilirler.
- Belki ile, zan ile hüküm verilmez.
Molla başı hiçbir şey diyemedi. (Hucec-i katiyye)

2) İbni Sebeciler, Müta
(yani avrat kiralamak) helaldi, Ömer bunu kendi ictihadı ile yasak etti. Ömer avrat kiralamayı yasak etmeseydi, pek az kişi zina ederdi diyorlar.
CEVAP

Mütayı Hazret-i Ömer yasak etmedi, Resulullahın yasak ettiğini, Onun yasakladığı şeyi yaptırmayacağını söyledi. Eshab-ı kiramın hepsi, halifenin bu sözünü destekledi. Hiçbiri buna muhalefet etmedi ve icma hasıl oldu. Şimdi mütanın ne olduğuna, dinimizdeki yerine bakalım:

Müta, dört mezhepte de haramdır, bâtıldır. Müta, şahitsiz olarak bir kadına belli para verip, belli zaman için [mesela bir saat, bir gün, on sene] beraber yaşamayı sözleşmek demektir. Mütanın haram olduğunu bütün Ehl-i sünnet âlimleri icma ile bildirdi. (Mizan-ül-kübra, İbni Abidin)

Mütanın haram edildiğini bildiren hadis-i şerif, Buhari, Müslim, Tirmizi ve Muvatta’da yazılıdır. Bunu haber verenlerden biri de Hazret-i Ali’dir. İbni Sebecilerin, müta için Hazret-i Ömer’in ictihadı demeleri de, çok yanlıştır. Çünkü, Eshab-ı kiramdan hiçbiri buna muhalefet etmedi ve icma hasıl oldu. Fetava-yi Hindiyye’de diyor ki: (Ücret karşılığı zina yapan fahişeye [genel evdeki kadına], İmam-ı a’zama göre had vurulmaz. İkisi de şiddetli tazir olunur ve tevbe edinceye kadar hapis olunur. İmameyne göre, ikisine de had cezası yapılır. Müta yapana da fahişe gibi had vurulmaz.) Fakat zinanın had cezası yapılmayan kısımları da haramdır. (Berika)

Tefsir ve fıkıh kitapları diyor ki: Nisa suresinin (İstimta ettiğiniz kadınların ücretini verin) mealindeki 24. âyeti, müta için değil, nikahtaki mehir parasını vermek içindir. Beydavi tefsiri bu âyeti açıklarken buyuruyor ki: (Bu âyet, sahih olan nikahı bildiriyor, mütayı bildirmiyor. Mehir parasını emrediyor. Müta, önce mubahtı, sonra yasak edildi.) [Şeyhzade tefsiri c.2, s.26]

Büyük âlim Burhaneddin-i Mergınani’nin Hidaye kitabının şerhi olan İnaye kitabında, Mevlana Ekmelüddin buyuruyor ki: Müta bâtıldır. Abdullah ibni Abbasın bildirdiği gibi, müta önceleri mubah idi. Fakat, hadis-i şerif ile, bunun yasak edildiğini, Eshab-ı kiram söz birliği ile bildirmektedir. Muhammed ibni Hanefiye dedi ki: (Babam imam-ı Ali buyurdu ki Hayber kalesi alındığı gün, Resulullah mütayı yasakladı. Eshab-ı kiramdan Rebi bin Meysere buyuruyor ki: “Hayber’i feth ettiğimiz gün, Resulullah, mütayı, üç gün helal etti. Ben, amcamla bir kadının kapısına geldik. Gayr-i müslim bir kadın kapıya çıktı, beni içeri aldı. O gece orada kaldım. Sabah olunca, Resulullahın sokaklarda, (Ey Müslümanlar, Resulullah müta nikahını yasak etti) diye ilan ettirdiğini duydum. Hepimiz mütadan vazgeçtik.”
Resulullah, hayatta iken, mütayı yasak ettiğini, Eshab-ı kiram, icma ile bildirmektedir. İcma, âyeti ve hadisi değiştirmez, âyetin ve hadisin değiştirildiğini haber verir.

Cabir bin Zeyd diyor ki: Abdullah İbni Abbas da, ölmeden önce, mütanın yasak edildiğini söyledi. Böylece, icma hasıl oldu. İmam-ı Malik, Muvatta’da Hazret-i Ali’nin bildirdiği hadis-i şerifi yazmaktadır. Hazret-i Ali buyurdu ki: (Hayber kalesini aldığımız gün Resulullah eşek eti ile mütayı yasak etti.) [İnaye s. 231]

İbni Mace’nin bildirdiği hadis-i şerifte, Hazret-i Ömer’in, (Fahr-i alem mütayı, üç kere helal, üç kere de haram etti. Vallahi, evli birinin, müta yaptığını işitirsem, onu recm eder, İslamiyet’in emrini yerine getiririm) demesi, mütayı Hazret-i Ömer’in yasak ettiğini değil, Resulullahın yasak ettiğini, Onun yasakladığı şeyi yaptırmayacağını gösteriyor. Eshab-ı kiramın hepsi, halifenin bu sözünü destekledi. İbni Abbas hariç, hiç kimse tarafından itiraz olunmaması da, bunun önceden yasak edilmiş olduğunu herkesin bildiğini göstermektedir. Hazret-i Ali, Abdullah ibni Abbas’a, (Sen yanılıyorsun, Fahr-i alem, mütayı yasak etti) dedi. İmam-ı Ali’nin bu sözü üzerine, İbni Abbas da, sözünden dönmüş, mütanın sonradan haram edildiğini söylemiştir. (Buhari)

Müta ve muvakkat nikah bâtıldır
Büyük hadis âlimi, Süleyman bin Ahmed Taberani ve Süleyman bin Davud Tayalisi buyuruyor ki:
Said bin Cübeyr bildiriyor: Abdullah ibni Abbas’a dedim ki:
(Ben, hiçbir zaman, mütaya helal diyemem. Siz de, helal dememeli idiniz. Çünkü, böyle demekte ne gibi zararlar doğacağını biliyor musunuz? Sizin böyle, caiz demeniz, her yere yayılır da, herkes, bu sözünüzü, müta helal imiş diye, vesika olarak kullanabilir.)

Abdullah ibni Abbas şöyle cevap verdi:
(Bu sözümle, mütanın, her zaman herkese helal olacağını bildirmek istemedim. Ancak, zaruret olunca, zararı gidermek için caiz olur, dedim. Allahü teâlâ, zaruret olunca, zararı giderecek kadar leş, kan, domuz eti yemeye izin verdiği kadar, mütanın da caiz olacağını düşünerek söyledim.)

Demek ki, icma hasıl olmadan önce Abdullah ibni Abbas da, müta her zaman, herkese caizdir dememiş, her haram olan şeyler gibi, zaruret olursa, zararı giderecek kadar caiz olur demiştir. Hadis âlimi İmam-ı Beyheki, Abdullah ibni Abbas’ın daha sonra bu sözden döndüğünü açıkça bildirmektedir.

Abdullah ibni Abbas buyurdu ki:
Müta önce helal idi. Fakat, Nisa suresinin, (Ananız, bacınız, kızınız ...... size haramdır) mealindeki 23. âyeti geldikten sonra, haram edildi. (Taberani, Beyheki)

Müminun suresinin (Müminler, zevcelerinden ve cariyelerinden başka olan kadınlardan sakınırlar) mealindeki 6. âyeti, mütanın haram edildiğini açıkça gösteriyor. Çünkü, bu âyetten yalnız zevcelerin ve cariyelerin helal olup, başkalarının haram olduğu pek açıktır. Kendisine zevce de, cariye de denilemeyen, müta yapılmış bir kadınla buluşmanın helal olduğunu iddia etmek, Kur’an-ı kerimin açık olan emrine karşı durmak olur. Mütacı kadın bir erkeğe vâris olmaz. Bu kadının, bu erkekten olan çocuğu da, bu adama vâris olmaz. Öyle ise, bu kadın zevce değil, cariye de değildir. Resulullah efendimiz Eshab-ı kirama buyurdu ki:
(Ey Müslümanlar, müta nikahına izin vermiştim. Fakat, şimdi bunu, Allah haram etti. Kimin yanında böyle kadın varsa, bıraksın ve ona verdiği malı geri almasın!) [Müslim, İbni Mace]

Mütanın haram olduğunu, Hazret-i Ali başta olmak üzere, birçok Sahabi bildirmiştir. Hazret-i Ali, Abdullah ibni Abbas’a buyurdu ki: Resulullah, Hayber gazasında, müta ile eşek etini yasak etti. (Buhari)

Yine Buhari ve Müslim’deki hadis-i şerifte Resulullahın, mütayı üç kere helal, sonra, üç kere de haram ettiği bildirilmektedir. Müta dört mezhepte de bâtıldır. (Mizan-ül-kübra)

İki hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Kadınları muvakkat [geçici] nikahlanmak haramdır. Allah’a, haramları helal sayandan daha düşman bir kimse yoktur.) [İbni Kani’]

(Muta nikâhı haramdır.) [Buhari, Müslim, Tirmizi]

Mütacı İbni Sebeciler: (Her şey aslında mubahtır. Yasak olmaları için âyet veya hadis gerekir) diyerek mütanın mubah olduğunu söylüyorlar. Bu sözün nikah ile ilişiği yoktur. İlme [dine] uymayan bir safsatadır. Çünkü Bekara suresinin, (Allah, yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı) mealindeki 29. âyeti, yiyecek, içecek ve giyecek maddelerinin hepsi helal olup, ancak âyet-i kerime veya hadis-i şerif ile istisna edilenler haram olur. İnsanların nefslerine ve ırzlarına dokunmanın haram olduğunu bu âyet göstermektedir. Ancak, istisna edilenler haramlıktan kurtulup helal olur ki, bu da, sahih nikah ile almaktır. (Elmalılı tefsiri s. 1328)

Sual:
İbni Sebeci, Kur'an ve sünnete göre diyerek yazdığı bir kitapta, müt’a nikâhıyla yapılan ilişkiye helâl diyor. Ekteki bu kitabın Ehl-i sünnete göre yanlışları nelerdir?
CEVAP
Ehl-i sünnete göre, kitabın tamamı yanlıştır. Önce kısa bilgiden sonra yalanlarına cevap verelim.

Müt'a nikâhı, şahitsiz olarak bir kadına belli para verip, belli zaman için faydalanmaktır. Genelevdeki kadına para verip zina etmekten hiç farkı yoktur. Müt'a nikâhının haram olduğunda bütün Ehl-i sünnet âlimlerinin sözbirliği bulunduğu, Mizan-ül-kübra’da ve İbni Âbidin’de yazılıdır.

Abdullah ibni Abbas hazretleri buyuruyor ki:
Müt'a nikâhı caiz iken, Nisa sûresinin, (Analarınız; kızlarınız, bacılarınız, halalarınız, teyzeleriniz, kardeşlerinizin kızları, bacılarınızın kızları, sizi emziren sütanalarınız, sütkardeşleriniz, karılarınızın anneleri, öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir arada alarak evlenmek, size haram kılındı) mealindeki 23. âyeti geldikten sonra, Resulullah müt’anın haram olduğunu bildirdi. Müminun sûresinin, (Ancak zevceleriniz ve sahip olduğunuz cariyeleriniz helâldir) mealindeki 6. âyet-i kerimesi, tevile imkân bırakmayacak şekilde müt’anın haram edildiğini açıkladı. Çünkü bu âyet, yalnız zevcelere ve cariyelere helâl, başkalarına haram demektedir. (Taberânî, Beyhekî)

Müt'a nikâhının haram olduğunu, başta Hazret-i Ali olmak üzere, birçok Eshab-ı kiramın bildirdiği hadis-i şerif şöyledir:
Hazret-i Ali, Abdullah ibni Abbas’a, Resulullah’ın "sallallahü aleyhi ve sellem" Hayber gazasında, müt'a nikâhını ve eşek eti yemesini yasak ettiği bildirdi. (Buhârî)

Başka bir hadis-i şerif de şöyledir:
(Ey Müslümanlar! Müt'a nikâhına izin vermiştim. Şimdi bunu, Allahü teâlâ haram etti!) [Müslim, İbni Mâce]

Bütün tefsirlerde ve fıkıh kitaplarında buyuruluyor ki:
Nisa sûresinin, (İstimta' ettiğiniz kadınların ücretini verin) mealindeki 24 âyeti, nikâhtaki mehir parasını vermek içindir, müt'a nikâhı için değildir.

Mesela Beydâvî tefsiri ve bunun hâşiyesi Şeyhzade tefsiri ikinci cilt, 26. sayfada, yukarıdaki âyetin tefsirinde, (Bu âyet-i kerime, sahih olan nikâhı bildirmekte, mehir parasını emretmekte, müt'adan ise bahsetmemektedir) buyuruluyor.

Bu kadar bilgiden sonra, Hazret-i Ömer’e dil uzatan İbni Sebecinin kitabına cevap verelim:
Müt’acı, Kur’an ve Sünnete göre diye yazdığı kitabında, Ehl-i sünnetin dört hak mezhebine, Eshab-ı kirama ve İslam’ın iki göz bebeğinden biri olan Hazret-i Ömer’e kinli boğa gibi saldırmakta, müt’a zinasını hararetle savunmaktadır. Hazret-i Ömer’in, Resulullah’ın yasakladığını bildirmesine ateş püskürüyor, (Bunu bizzat Ömer yasakladı) diyor. Hazret-i Ömer ile Ehl-i sünnetin bunda ne menfaatleri vardır ki suçlanıyor? Hani dünya menfaati olsa, (Çıkarını düşündü) diye iftira edilebilir. Ama zinayı yasaklamasında Ehl-i sünnetin maddî ne yararı var ki? Sonra Hazret-i Ömer veya Ehl-i sünnet niye mubah olan bir şeyi yasaklasın ki? Bu, nakle olduğu gibi akla da aykırıdır. Bu iftira, sırf Ehl-i sünnete olan düşmanlıktan kaynaklanmaktadır.
Fırıldak döndürerek, Ehl-i sünnete çatar,
Meşru sayar müt’a’yı, pislik içine batar.


Müt’acı, (Ehl-i sünnetin anladığı müt’a bizimkinden farklıdır. Bu farklardan dolayı caizdir) diyerek, madde madde şöyle bildiriyor:
1- (Müt’ada tarafların rızası şarttır) diyor.
CEVAP
Rızanın şart olması, müt’anın caiz olmasını göstermez ki. Zinada da karşılıklı rıza var. Müt’a zinasını savunmak için rıza şartını bulmuş.

2- (Biri teklif edecek öteki de kabul edecek) diyor.
CEVAP
Sanki bu zinada yok mu? İcab ve kabulün bulunması müt’ayı meşru kılmaz. Müt’a zinasını savunmak için teklif şartı çıkarmış. Zina eden, (Gel şu işi yapalım) edelim demiyor mu?

3- (Anne bacı gibi yakını olmamalı) diyor.
CEVAP
Zina eden, anne bacı gibi yakınıyla değil de yabancılarla zina etmiyor mu? Bu da, müt’anın meşru olduğunu göstermez. Müt’a zinasını savunmak için, (Ana bacı gibi yakın olmamalı, yabancı olmalı) şartını bulmuş. Yabancıyla olunca nasıl caiz olur?

4- (Müslüman veya kitap ehli kadın olmalı) diyor.
CEVAP
Zina eden için de, Müslüman olmuş, Hristiyan olmuş fark etmez. Kim bu işe razı ise onu tercih eder. Bu hüküm müt’anın meşru olmasına delil olamaz.

5- (Ücret ve süre belli olmalı) diyor.
CEVAP
Genelevde de, ücret ve süre bellidir. Ücret ve sürenin belli olması müt’ayı meşru kılamaz.

6- (İlişkiden sonra kadın ücreti hak eder) diyor.
CEVAP
Genelevde de böyle değil mi? Ücreti hak etmek, zinayı da, müt’ayı da meşru kılmaz.

7- (Vaty [ilişki] olmaması gibi şart konabilir) diyor.
CEVAP
Böyle bir şart koymakla müt’a meşru olmaz. Genelevde de kadına (Seninle yatarsam para veririm) denirse zina meşru mu olur?

8- (Şahit şart değildir) diyor.
CEVAP
Zinada da şahit olmaz. Zaten kimse görmesin diye gizli yapılır. Şahitsiz gizli yapılınca zina da, müt’a da meşru olmaz.

Hemen dip not inerek, Mâlikîlerde şahitsiz nikâh caiz diyor. Bektaşi gibi devamını söylemiyor. Ama Mâlikîlerde velinin izniyle birlikte ilan da şarttır, yani (Falanca ile filanca evlenmiştir) diye herkese duyurmak şart. Müt’ada olduğu gibi iş bitince çekip gitmez. Şahitsiz olması meşru olmasını gerektirmez. Aksine müt’a tam zinaya benzemektedir. Kimse görmeden bu işi hâlletmeye çalışmak olur.

9- (Müt’ada kendi rızaları yeterlidir) diyor.
CEVAP
Tarafların razı olmaları müt’ayı nasıl mubah kılar ki? Zinada da, kumarda da iki tarafın rızası olur. Tarafların rızası değil, Allah’ın rızası şarttır. Bu maddenin de ciddi olmadığı meydanda.

10- (Bir kusur için müt’aya son verilebilir) diyor.
CEVAP
Zina edecek kimse de, fahişede AIDS, frengi gibi bir hastalık tespit ederse veya başka bir mazeret çıkarsa, onunla zina etmez. O kişinin herhangi bir sebepten dolayı ilişkiden kaçınması zinayı ve müt’ayı nasıl meşru kılar ki?

11- (Müt’ada boşama yoktur) diyor.
CEVAP
Zinada da böyledir. Ortada nikâh yok ki boşama olsun. Zinadaki gibi boşamadan çekip gidince, müt’a nasıl caiz olur? Bu maddenin de ciddi olmadığı anlaşıldı.

12- (Müt’ada miras yoktur) diyor.
CEVAP
Yani müt’acı, kiralık kadınla birlikte iken kalbden ölse, kadın mirasa konamaz. Zinada da miras yoktur. Miras ancak normal nikâhta geçerlidir. Bu madde de diğerleri gibi hep kendi aleyhine oluyor. Sanki zina olduğunu kendi ispatlamaya çalışıyor. İspata gerek yok, zina olduğu pek açıktır.

13- (Müt’ada neseb hükümleri vardır) diyor.
CEVAP
Bu tamamen yalandır. Hiçbir kaynağı yoktur. Denize düşen yılana sarılır, Müt’acı da her çeşit yalana sarılıyor:
Denize düşen kişi, bir yılana sarılır,
Sebeci müt’a için, her yalana sarılır.


Müt’a yapan, ya işi bitince veya akşam kadınla beraber olur, sabah çekip gider. Ertesi gün bir başkası gelip o kadınla birlikte olur. Yani bir kadın bir ayda 30 erkekle müt’a yapabilir. O zaman bir çocuk olsa, bu 30 erkekten hangisinden olduğu nasıl bilinecek de miras sahibi olacaktır? Müt’acı acaba (DNA testi yaptırırlar) mı diyecektir? Çocuğun kimden olduğu tespit edilse de zina caiz olmaz. Diyelim ki kadın gözetim altına alındı, kimse ile müt’a yaptırılmadı, birkaç ay sonra gebeliği meydana çıktı. Çocuğun nesebi de böylece tespit edildi. Şimdi bu müt’a caiz mi olur?

Böyle oyunlarla, yalanlarla müt’a zinasının meşru olduğu ispata çalışılmaktadır.

14- (Müt’ada iddet vardır) diyor.
CEVAP
Hiçbir kaynakta iddet yoktur. Kendisi de uydurma olsun bir kaynak yazmamıştır. Çünkü bir kadın, müt’adan sonra başkası ile müt’a yapabiliyor, zaman sınırı yok. İddet nereden çıkıyor ki? Müt’ayı meşru sayabilmek için uydurulmuş koskoca bir yalan.

15- (Müt’a hükümlerini tarafların bilmesi gerekir, aksi takdirde onlara izin verilmez) diyor.
CEVAP
Müt’a şahitsiz yapılıyor, kimden izin alacaklar ki? Sanki Ehl-i sünnet müt’ayı bundan farklı biliyormuş. Bu şekilde olan müt’a zinadır. Resulullah haram etmiş, Hazret-i Ömer de bunu çok kimse bildiği için, Resulullah’ın emrine uygun olarak yasaklamıştır. Böylece icma hâsıl olmuştur. Zaten kendisi de, İmamiyye dışında bütün fukahanın icma’ı olduğunu bildirmektedir.

Ehl-i sünnetin dört mezhebi yani bütün âlimler, (Müt’aya önce izin verildi sonra haram edildi) buyuruyorlar. Müt’acı, Ehl-i sünnetin icma’ına ateş püskürerek diyor ki:

16- (İcma var demek, korkunç ve dehşet verici bir itirazdır. Bu itirazı yapanlar, Allah ve Resulünün bir zamanlar zinaya izin verdiğini mi söylemek istiyorlar?)
CEVAP
Müt’acı, bir zamanlardan ya hiç haberi yok, ya da kasten gizlemektedir. Bir zamanlar içki içilmiyor muydu, faiz alınıp verilmiyor muydu, açık saçık gezilmiyor muydu? Bunlar yasaklandıktan sonra artık vazgeçilmedi mi? Önceki hâlleri için, Allah bir zamanlar içkiye, faize, çıplak gezmeye izin verdi mi denir? İçki ve kumar hakkında iki âyet meali:
(İçki ve kumarı soranlara de ki: ”İkisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür.) [Bekara 219]

(Şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçin!) [Maide 91]

İçki ve kumar haram edilmeden önce, günah değildi, öyle değil mi? Faiz de öyle değil miydi? Bir âyet meali:
(Allah, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra Rabbinden gelen öğüde uyup da, faizden vazgeçenin geçmişteki günahları affedilir, yediği faizler geri alınmaz. Helâl diyerek tekrar faize dönenler ise, Cehennemliktir ve orada ebedi kalırlar.) [Bekara 275]

Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Hükümsüz kıldığım ilk faiz, amcam Abbas’ın faizidir. Faizlerin hepsi hükümsüzdür.) [Müslim]

Faiz haram edilmeden önce, Hazret-i Abbas haram işliyordu diyebilir misin?

Kız kardeşle evlenmek caiz midir? Elbette caiz değildir. Peki, Allah ve Onun resulü Âdem aleyhisselam, bunu emrettiği zaman zinaya mı izin verildi? Hüküm Allah’ındır. Bugün haram eder, ertesi gün helâl eder, bugün helâl ettiğini yarın haram eder. Buna hangi mezhepsiz karışabilir ki?

İç yağı Yahudilere haram idi. Sonra helâl etti. Yani Allah dilediğini yaptı. O helâl dediği zaman helâldir, haram dediği zaman haramdır. Müt’ayı da, daha önce mubah etti, sonra haram etti. Daha öncekine zina demeye kimin hakkı var ki? Allah’ın emrini bildirmek niye korkunç ve dehşet verici bir itiraz olsun ki? Ehl-i sünnet âlimleri hiç dine aykırı bir şey yaparlar mı?

17- (Aklı başında olan hiç kimse müt’ayı reddetmez) diyor.
CEVAP
Demek ki bütün Ehl-i sünnet âlimleri, dört hak mezhep mensuplarının aklı başında değil öyle mi? Müt’acının aklı başındadır, kasten zinayı meşrulaştırmak için bunu yapıyor. Zinadan uzak durmak isteyenleri de (Aklı başında değil) diye suçluyor.

18- (Ehl-i sünnetin ileri sürdüğü itirazların hepsi boş ve çürüktür) diyor.
CEVAP
Demek müt’acı, aynaya bakarak konuşuyor. Ehl-i sünnetin bildirdiği âyet ve hadislere boş çürük diyebilmek için mutlaka müt’a sarhoşu olması gerekir! Yoksa namuslu bir ilim adamı milyonlarca Ehl-i sünnet âlimine böyle çirkin ifadeler kullanamaz.

Bir kadın, gayrimüslim bir erkekle evlenmek istese, nikâhın bütün şartları mevcut olsa, yine bu nikâh caiz olmaz. Yani Müslüman kadın gayrimüslimle evlenemez. Bunun gibi şartlarının bazıları tutsa bile, müt’anın caiz olduğunu göstermez.

19- (Biz ahlaksız fahişe kadınlarla müt’a yapmayı hoş karşılamayız) diyor.
CEVAP
Yani uygun ama hoş karşılanmıyormuş. Bununla müt’anın mubah olduğu mu anlatılmak isteniyor? Hem saatliğine veya günlüğüne müt’a yapan, mesela 30 günde en az 30 ayrı müt’acı ile birlikte olan kadın, nasıl ahlaklı olur? Namuslu bir kadın bile, böyle bir yolla fahişe olmaz mı?

20- (Hanefilerden Kaşani’nin, bu âyet müt’ayı bildiriyorsa mensuh sayılır demesi, İslâmî hassasiyetin (!) ifadesidir) diyor.
CEVAP
(!) işareti dalga geçmeyi gösterir. Yani İslâmî hassasiyeti yok, aman ne de hassasiyet demektir. (Bedayı-us-sanayii) gibi muhteşem bir eser sahibi büyük bir âlim ile böyle dalga geçmek ancak İbni Sebecilere has çirkin bir taktiktir.

21- (Hazret-i Cabir, “Müt’a helâl idi, fakat sonra Ömer bunu bize yasakladı. O yüzden bir daha yapamadık dedi) diyor.
CEVAP
Müt’acı, (Bize yasakladı) dedirirken sanki Hazret-i Ömer’in kendisine serbest idi intibaını vermeye çalışıyor. Bir kere Hazret-i Ömer mubah olan şeyi nasıl yasaklar ki? Diyelim ki yasak etti. Kur’an-ı kerimde (Kâfirlere karşı şiddetli ve birbirlerine karşı merhametli), (ve küllen vaadallahü hüsna) buyurulan yani (Hepsi için Hüsna [Cennet] söz verilen) Eshab-ı kiram, hâşâ odun muydu, robot muydu, dilsiz şeytan mıydı, niye sustular? Hazret-i Ali hilafete geçince niye müt’ayı serbest bırakmadı? Hazret-i Ömer mezardan çıkacak diye korkuyor muydu yoksa? Hâşâ Hazret-i Ali korkak biri mi idi? Bu ne rezalet?

Hazret-i Cabir, (Bize yasakladı, biz de yapmadık) demiş. Hazret-i Cabir, o kadar korkak mıydı? (Sen bize Allah ve resulünün helâl kıldığı şeyi nasıl yasaklıyorsun?) diyemedi mi? Hem Hazret-i Ömer Allah’ın emrettiği bir şeyi niye yasaklayacak ki? Bunda ne menfaati olacak ki? Âyetle ve hadislerle Cennetlik olduğu bildirilen Hazret-i Ömer’e bu ne çirkin iftira böyle? Biz de yapmadık ifadesinden, haram olduğunu biz de anladık artık bu işten elimizi çektik demektir. Başkaları hâşâ müt’a yapıyordu da, Hazret-i Cabir niye yapamadı? Demek ki haram olduğunu bildiren âyet ve hadisleri duydu ki artık yapmadık diyor. Hâşâ Hazret-i Ömer’den bütün Eshab korkuyordu diyelim, onun Sebeci, bir Yahudi tarafından şehid edilmesinden sonra niye serbest edilmedi? İmam-ı a’zamlar, imam-ı Şâfiîler, imam-ı Mâlikler, imam-ı Ahmed bin Hanbeller de mi korktu? Onlar niye haram dediler?

Ey Müt’acı, çaldığın minareye kılıf arama! Kılıfların hep böyle geçersizdir.

22- (Müt’anın ravisi Mutarrif, Ehl-i sünnete göre, Buhârî ve Müslim’in ortak ravilerinden çok itimat edilen kimse ise de, bizce o sabıkalı bir ravidir. Zira İmam-ı Ali’ye nefret dolu olduğu biliniyor. Allah’ın resulü de Ali’ye yalnız münafıkların buğzedeceğini haber veriyor. Resulullah’ın münafık dediği kimsenin rivayetine değer verilir mi?) diyor.
CEVAP
Burada müthiş iftiralar yapılıyor. Hâşâ Ehl-i sünnetin iki büyük imamı İmam-ı Buhârî ve İmam-ı Müslim, bir münafığın rivayetini esas alıyorlarmış. Ehl-i sünnete göre bu münafık çok itimat edilen kimse imiş. Bu ne çirkin iftira böyle? Hazret-i Ali’ye nefret duyduğu ifadesi ne büyük yalan? Farklı ictihadlar kin ve nefret mi? Hazret-i Ali ile savaşan Eshab-ı kiram için, nefret dolu idi mi demek lazım? Zaten İbni Sebecilere göre Eshab-ı kiramın beşi hariç, hepsi mürteddir, münafıktır! Çünkü Hazret-i Ali’yi halife seçmediler, hâşâ ona kin ve nefret duydular. Ama Allahü teâlâ, Eshab-ı kiram için ne buyuruyor?
(Onlar birbirine karşı çok merhametli.) [Feth 29]

(Onlardan razıyım, onlara Cenneti hazırladım.) [Tevbe 100]

(Ve küllen vaadallahü hüsna [Hepsi için Hüsnayı [Cenneti] söz verdim]) [Hadid 10]

Allahü teâlâ, Eshab-ı kiramı böyle överken, Sebeci hâşâ Allahü teâlâyı yalanlayıp (Onlar münafıktı) diyor.

Eshab-ı kiramın hepsi Cennetlik, ama Hazret-i Ömer, Ebu Bekri Sıddık hariç, hepsinden daha üstündür. Âyet ve hadislerle övülen en güzide bir sahabidir. Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Mekke’nin fethinden önce Allah için mal veren ve savaşanlar, fetihten sonra mal veren ve savaşanlardan daha üstündür.) [Hadid 10] (Hazret-i Ömer, fetihten önceki Eshab-ı kiramdandır.)

(Muhacirlerin ve Ensarın önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allah razıdır. Bunlar Cennette sonsuz kalırlar.) [Tevbe 100] (Hazret-i Ömer, bu muhacirlerin başta gelenlerindendir.)

(Ağaç altında, söz veren müminlerden, Allah razıdır.) [Fetih 18] (Hazret-i Ömer söz verenlerdendir.)

İki hadis-i şerif şöyledir:
(Allahü teâlâ bana söz verdi ki, kızlarını aldığım ve kızlarımı verdiğim aileler, Cennette benimle beraber olacaktır.) [Deylemî] (Resulullah, Hazret-i Ömer’in kızı Hazret-i Hafsa ile evlendi)

(Benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu.) [Tirmizî]

23- (Hazret-i Ali, “Ömer müt’ayı yasak etmeseydi, pek az kişi zina ederdi” demiştir) diyor.
CEVAP
Kesinlikle aslı olmayan uydurma bir sözdür. Hâşâ Hazret-i Ali, iktidara geçince, insanların zina etmeye devam etmesini mi istedi de müt’a zinasını serbest bırakmadı? Hazret-i Ali’ye bu iftirayı yapanlar, (Hazret-i Ali halife olunca, gücü yeterken müt’ayı serbest bırakmamakla zinayı teşvik etti) demek istiyorlar. (Hazret-i Ömer’in vefatından sonra kendisi halife iken, müt’anın meşru olduğunu niye ilan edip herkese duyurmadı?) diyorlar. Duyurdu da Ehl-i sünnet hâşâ Hazret-i Ali’ye düşman olduğu için, (Sakın serbest etme biz müt’a yapmayız) mı dediler? Bunun Rafızi yalanı olduğu her yönü ile bellidir.

Hazret-i Ali’nin kimden korkusu vardı da, iktidar elinde iken müt’ayı serbest bırakmadı? Elbette Resulullah'ın emrine uyduğu için serbest bırakmadı. (Müt’ayı Ömer yasakladı) diyenler, Hazret-i Ali’ye dil uzatmış oluyorlar. Müt’a dinin emriyse, Hazret-i Ali niye uygulamadı? Dinimiz yasaklamışsa Hazret-i Ömer niye suçlanıyor?

24- (Ehl-i sünnete göre, İmam-ı Ali, İbni Abbas’ı müt’aya cevaz verdiği için ikaz ediyor ve Hayber hadisini okuyor. Hâlbuki İbni Abbas, ömür boyu müt’aya cevaz veren seçkin bir sahabidir) diyor.
CEVAP
Hazret-i Ali, İbni Abbas’ı ikaz ediyor, (Evet Resulullah daha önce müt’aya cevaz vermişse de, sonra bunu haram kıldı) buyuruyor. İbni Abbas hazretleri, onun bildirdiği bir hadise niye karşı çıkacak ki?

İkincisi seçkin olmayan Sahâbî var mı? Allahü teâlâ, (Hepsi Cennetliktir) buyurmuyor mu? Cennetlik olmak seçkin olmak değil mi? İbni Abbas hazretleri seçkin de, Hazret-i Ömer seçkin değil mi? Dört halife seçkin değil mi?

Ehl-i sünnet kitaplarında bildiriliyor ki: İbni Abbas hazretleri, daha sonra gerçeği öğrenince görüşünden vazgeçiyor. Bu, her Müslümanın yapacağı bir iştir.

Rafızi görüşlerini esas alıp da, Ehl-i sünnetinkileri yok saymak Sebecilere mahsus bir Yahudi taktiğidir.

25- (Hayber hadisini nakleden ez-Zühri, Ehl-i sünnete göre, sika, sağlam bir hadis hafızı, rivayetlerine güvenilen biri ise de, biz o görüşte değiliz) diyor.
CEVAP
Bu iftirasına da, İbni ebil Hadid gibi Rafızi’yi de senet gösteriyor. Sebecilerin o görüşte olmaları ne yazar ki? Zaten biz onların görüşünde olsa idik, biz de Sebeci, Rafızi olurduk. Biz Resulullah’ın sünnetine uyan, Ehl-i sünnetiz. Resulullah’ın sünnetine tâbiyiz.

Hristiyanların Hazret-i İsa’yı seviyoruz diyerek Resulullah’ı inkâr etmeleri nasıl bâtıl ise, Hazret-i Ali’yi seviyoruz diyerek Eshab-ı kirama kin beslemek de bâtıl bir yoldur. İbni Sebecilerin Hazret-i Ali’yi seviyoruz demeleri, Hristiyanların Hazret-i İsa’yı seviyoruz demesine benzer. Taşkınca severek, Ona, ilah diye tapınıyorlar. Hâlbuki Hazret-i İsa böyle sevgi istemiyor. Hariciler Hazret-i Ali’ye düşmanlık etti, Rafizîler de onu aşırı sevdi. İmam-ı Ahmed İbni Hanbel, imam-ı Ali’den şu hadis-i şerifi haber veriyor: Resulullah buyurdu ki:
(Ya Ali, sen İsa gibisin! Yahudiler, Ona düşman oldu. Mübarek annesine iftira ettiler. Hristiyanlar da, Onu aşırı yükselttiler. Ona yakışan dereceden daha yukarı çıkardılar. Allah’ın oğlu dediler.) [İ. Ahmed]

Hazret-i Ali bu hadis-i şerifi haber verdikten sonra, (Benim yüzümden iki türlü insanlar helak oldu. Biri, beni aşırı severek, bende olmayan şeyleri bana takarlar. Ötekiler de, bana düşman olup, birçok iftira yaparlar) buyurdu. Bu hadis-i şerif, haricileri, Yahudilere, Eshab-ı kirama düşmanlık eden Rafızileri de Hristiyanlara benzetmektedir.

26- (El- Cessas gibisi uydurmaya dayandığı için cidden ayıp etmiştir) diyor.
CEVAP
Ebu Bekr Râzî el-Cessâs sözü dinde senet bir âlimdir. Müt’acı gibi söylemediği için ayıp ediyor demek ki. Dört mezhebin bütün âlimleri, müt’a zinasına hayır dedikleri için hepsi ayıp ediyorlar. Ayıp etmeyen tek Ehl-i sünnet âlimi yokmuş. Ne günlere kaldık yâ Rabbî, “yarım saatliğine kadın kiralayanlar” ayıp etmiyor da, Ehl-i sünnet âlimleri ayıp ediyormuş!

27- (İbni Hacer Askalânî bile büyük bir bunalım ve zorlama içindedir) diyor.
CEVAP
Müt’acıya göre, Ehl-i sünnet âlimleri içinde hiçbir tane insaflı, bunalım içinde olmayan, zorlama içine girmeyen kimse yoktur. Varsa söylesin. Çünkü hepsi müt’a zinasına karşıdır. Müt’a zinasına karşı olan herkes hasta veya bunalım içindeymiş.

28- Zeydiye’den mezhepsiz Şevkânî’yi delil gösterip, (Önce insafa geliyor, akıl mantık çerçevesinde düşünüyor. Ancak bir de bakıyor ki, asırlardır kendine öğretilenlerle çelişecek. Hemen toparlanıyor. Gözünü kırpmadan gerçekleri inkâr ediyor. Taassup işte böyledir) diyor.
CEVAP
Gerçekleri inkâr edene ve İbni Hacer Askalânî hazretlerine iftira edene yazıklar olsun. Bu büyük zat, Müt’acı mı da gerçekleri inkâr etsin? Sebecilere göre gerçekleri inkâr etmeyen tek Ehl-i sünnet âlimi yoktur. Çünkü hepsi müt’a denilen zinaya haram demiştir. Öyle ise onların insafı yoktur, gerçekleri inkâr ediyorlar. Vehhâbîler, mezhepsizler Ehl-i sünnet âlimlerine taassup ehli diye saldırıyorlar. Müt’acılar da aynı iftirayı yapıyorlar.

29- (Doğuştan gelen bu duygu, cinsel arzu, şöyle ya da böyle [helâl veya haram yoldan] mutlaka karşılanacaktır) diyor.
CEVAP
Aynı cümleyi yiyip içmek için de kullanmak gerekir: Doğuştan gelen bu duygu, yiyip içme arzusu, şöyle ya da böyle [helâl veya haram yoldan] mutlaka karşılanacaktır. Helâl yol dururken bu ihtiyaçları niye haram yoldan karşılanması savunulur ki? Peygamber efendimiz, "sallallahü aleyhi ve sellem" buyuruyor ki:
(Nikâh, sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin. Zira ben, sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar ederim. Gücü yeten evlensin. Evlenemeyen oruç tutsun. Zira oruç bir enemedir.) [İbni Mâce]

Resulullah'ın bu sözünü diline dolayarak, (Genç delikanlının cinsel duyguları bastırıyorsa bunu, oruç tutmakla avutamazsınız) diyor.
CEVAP
Önlenmesi zor bile demiyor, (Oruç tutmakla avutamazsınız) demekle, Resulullah ile alay etmiş oluyor. Gençleri avutmuyor, müt’a zinasını teşvik ediyor.

30- Akli delilleri sıralıyor, (Kadınlar erkeklere göre daha çok fazladır. Bir kadını ömür boyu kumalığa mahkûm edemezsin) diyor.
CEVAP
Kumalık dine aykırı mı? Resulullah niye kuma olacak hanımlarla niye evlendi? Hâşâ hangi kadınla müt’a yaptı? Müt’acı, (Kadın nikâhla evlenip kuma olmak yerine müt’ayı tercih etsin) diyor. Bazı ülkelerde, zina serbestmiş, fakat dînî nikâhla evlenmek yasakmış. O ülkeler demek Sebeciliği uyguluyorlar.

31- (Müt’aya haram diyenlerin başında Ehl-i sünnet gelir. Tamamı bu görüştedir. Mutezile ile Zeydiye ve Zahiriler de aynı görüşü paylaşıyor) diyor.
CEVAP
Bid’at fırkalarının görüşleri dinde senet olmaz. Kim ne derse desin. Ehl-i sünnet, haram diyorsa, elbette haramdır.

32- (Müt’ada talak, miras yok diyen Ehl-i sünnet demagoji yapıyor. Müslümanla evlenen gayrimüslim kadın da miras alamaz) diyerek müt’aya meşruluk arıyor.
CEVAP
Dinimiz, kitap ehli kadınla evlenmeye izin veriyor, ama miras alamaz diyor. Bu ayrı bir hüküm, istisnai bir durumdur. Müslüman kadının namaz kılma zorunluluğu vardır, içki içemez. Ama Müslüman erkekle evli Hristiyan kadın, namaz kılmaz, içki de içer, domuz da yer, kiliseye de gider. Bunlar ayrı bir hükümdür. Hristiyan kadın, içki içtiği, domuz yediği için bunların caiz olması gerekmez ki. Gayrimüslim kadın miras alamaz, ama Müslüman kocasından olan çocuğu miras alır. Müt’a caiz iken bile, müt’acıdan doğan çocuğu da miras alamazdı.

33- (Müt’ada boşama yok) diyor.
CEVAP
Müt’ada nikâh olmadığı için boşama elbette yoktur. Ama kiralama var. Kira süresi sona erince kendiliğinden ayrılırlar. Hâlbuki nikâhta boşama vardır. İşte bir âyet-i kerime meali:
(Kadınları boşayacağınızda, iddetlerini gözeterek boşayın.) [Talak 1]

Boşama olmayınca nikâh da yoktur, iddet yoktur. Çünkü müt’a meşru değildir, zinadır.

34- (Hazret-i Âişe’nin müt’anın caiz olmadığını söyleyip, ardından, Müminun sûresinin “Müminler, zevcelerinden ve cariyelerinden başka olan kadınlardan sakınırlar” mealindeki 6. âyeti okuduğu rivayeti de suludur. Böylece onu Allah’a ve Resulüne iftiracı veya ne dediğini bilmez konumuna iteceksiniz. Yahut bu rivayetin uydurma olduğunu söyleyip duvara çarpacaksınız) diyor.
CEVAP
Şu argolu ifade ne kadar çirkindir! Müt’acı, Ehl-i sünnet âlimlerinin nakillerine “sulu” tâbirini kullanıyor, (Duvara çarpılacak) rivayet diyor. Bütün Ehl-i sünnet âlimleri yalan, iftira, uydurma nakiller yapıyor, sadece müt’acılar doğru söylüyormuş! Hakkı örtmeye çalışanlara, zinayı meşrulaştırmak için kırk dereden su getirenlere yazıklar olsun.

Abdullah ibni Abbas hazretleri buyuruyor ki:
Müt'a nikâhı caiz iken, Nisa sûresinin, (Analarınız; kızlarınız, bacılarınız, halalarınız, teyzeleriniz, kardeşlerinizin kızları, bacılarınızın kızları, sizi emziren sütanalarınız, sütkardeşleriniz, karılarınızın anneleri, öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir arada alarak evlenmek, size haram kılındı) mealindeki 23. âyeti geldikten sonra, Resulullah müt’anın haram olduğunu bildirdi. Müminun sûresinin, (Ancak zevceleriniz ve sahip olduğunuz cariyeleriniz helâldir) mealindeki 6. âyet-i kerimesi, tevile imkân bırakmayacak şekilde müt’anın haram edildiğini açıkladı. Çünkü bu âyet, yalnız zevcelere ve cariyelere helâl, başkalarına haram demektedir. (Taberânî, Beyhekî)

Kendisine zevce de, cariye de denilemeyen, müt’acı [kiralık] bir kadınla buluşmanın helâl olduğunu iddia etmek, Kur’an-ı kerimin açık olan emrine karşı durmak olur. Müt’acı kadın, bir erkeğe vâris olmaz. Bu kadının, bu erkekten olan çocuğu da, bu adama vâris olmaz. Öyle ise, bu kadın zevce değil, cariye de değildir. Bu âyetle de müt’a haram kılınmıştır. (Hucec-i katiyye)

Ehl-i sünnet âlimleri, Resulullah’ın müt’ayı yasakladığını bildiriyor. Biri şöyledir:
Ebra bin Mabed el Cüheni’nin bildirdiğine göre, Mekke’nin fethinden sonra Resulullah buyurdu ki:
(Ey insanlar, müt’aya izin vermiştim, artık Allah, bunu kıyamete kadar haram kıldı.) [İ. Ahmed, Müslim, Dârimî, İbni Mâce, Beyhekî]

Dikkat edin, beş tane hadis âlimi bunu naklediyor, müt’acının kılı bile kıpırdamıyor. Çünkü ona göre, bütün hadis âlimleri, bütün fıkıh âlimleri de nakletse hiç önemi yok, “çal duvara, at çamura” diyor. Ehl-i sünnet olan bütün hadis âlimleri, fıkıh âlimleri, kelam âlimleri, tefsir âlimleri müt’anın haram olduğunda birleşmiş. İcma hâsıl olmuştur.

35- (Ez Zührî’den gelen rivayet asılsız ve gerçek dışıdır) diyor.
CEVAP
Ehl-i sünnet olan herkese bir kulp takmaya çalışıyor. (Hepsi uydurmadır, hepsi asılsızdır) diyor. O zaman ortada Ehl-i sünnette aslı olan, gerçek olan hiçbir şey yok. İmam-ı Zührî hazretleri, Ehl-i sünnetin en güvenilir âlimlerindendir. Ona inanmayan öteki âlimlere nasıl inanır ki?

36- (Ez-Zührî bu konuda hangi rivayetin senedine takılsa yapacağını yapıyor) diyor.
CEVAP
Terbiyesizlik bu kadar olur! İmam-ı Zührî gibi büyük bir İslam âlimine ancak bu kadar dil uzatılabilir. Resulullah'tan gelen bir rivayeti nakletmesine tahammül edemiyor. İslam âlimlerini yalancılıkla suçluyor. Buna hangi Müslüman inanır ki? Müt’acı da zaten inanılsın diye değil, mideleri bulandırmak, beyinleri karıştırmak için her çeşit yalana, iftiraya başvuruyor.

37- (Ez-zühri ve Urve bin Zübeyr, Hazret-i Ali’ye sataşanlardır) diyor.
CEVAP
İmam-ı Zührî tabiinden büyük bir müctehid büyük bir âlimdir. Urve bin Zübeyr, Zübeyr bin Avvam’ın ikinci oğlu, Hazret-i Ebu Bekir’in torunudur. Fukaha-i seba denilen yedi büyük âlimden biridir. Hazret-i Âişe’den çok hadis-i şerif bildirmiştir. Zübeyr bin Avvam, Hazret-i Ali’ye karşı savaşan Hazret-i Âişe validemizin tarafında idi, şehid oldu, aşere-i mübeşşeredendir. Öyle ya ona göre, Hazret-i Ali ile savaşan herkes Hazret-i Ali’nin düşmanıdır. Oğlu da düşman sayılır. Zihniyet bozuk olunca, herkesi kendileri gibi yalancı sanıyor.

38- (Şamlı Sadaqa, zayıf ve rivayetlerine güvenilmez biridir. Ubeydullah’ın kimliğini tespit edemedik, muhtemelen o da Şamlıdır) diyor.
CEVAP
Açıkça görüldüğü gibi, Müt’acı, kimliğini bilmediği biri için bile, (O Şamlı olabilir) diyor. Şam’a diş bilemesinin sebebi, orada, Resulullah’ın kayınbiraderi valilik yaptığı içindir. Müt’acı, Resulullah’ın bütün akrabalarına düşmandır. (Hazret-i Ali hariçtir) demiyoruz, çünkü Rafızilerin, (Peygamberlik kendisine gelmişken, bir kız yüzünden peygamberliği Muhammed'e verdi) dedikleri gibi, Sebeciler de, (Halife olunca, bütün güçler elinde iken, ilk üç halifenin bozduklarını düzeltmedi, asıl Kur’an’ı meydana çıkarmadı, müt’ayı serbest bırakmadı) diye sitem ediyorlar.

39- Ehl-i sünnet tarafından muteber olan hadisler için, (Senet bakımından perişan ve asılsızdır. Bize göre [Sebecilere göre] bunun sorumlusu İsmail bin Ümeyye’dir. İsmail, her ne kadar Ehl-i sünnet hadisçilerinin güvenini kazanmış sika bir râvî ise de, bizce onun Emevî devlet erkânına yakınlığı ile tanınması, ona sabıka olarak yeter de artar bile) diyor.
CEVAP
Emevî devletinde vazife alan herkes sabıkalı oluyor, bir de Şamlı ise yandı keten helva. İbni Sebe’nin Yahudi olması sabıka olarak yetmiyor mu?

40- Başka bir râvî için de, (Bu canavar ruhlu adam bile Ehl-i sünnet hadis hafızlarının sika saydığı, İmam-ı Ahmed bin Hanbel, Müslim, Tirmizî, Nesaî, İbni Mâce’nin hadislerini tahric ettiği bir râvîdir) diyor.
CEVAP
Eğer bu zat, Müt’acının dediği gibi canavar ruhlu biri ise, Ehl-i sünnetin en muteber bildiği hadis âlimleri bunun rivayetine itibar etmezdi. İtibar ettiğine göre, bu zatın öyle biri olmadığı, ona iftira eden Müt’acının, canavar ruhlu olduğu meydana çıkar. Müt’acı, Buhârî dâhil, Ehl-i sünnetin bildirdiği bütün hadis kitaplarına muhaliftir.

41- Ehl-i sünnetin tamamı için, (Böyle bir tavır [Müt’anın haram olduğunu kabul etmek] insaf ve mantık sahibi kimselere yakışmaz) diyor.
CEVAP
Müt’anın haram olduğu, âyet ve hadisle sabit iken, bunu bildiren Ehl-i sünnet âlimlerine insafsız ve mantıksız diye dil uzatan Müt’acılara yazıklar olsun.

42- Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle övülen Eshab-ı kiram için, (Bir rivayetin başında Ebu Hüreyre’nin bulunması, onun reddedilmesi ve kaldırıp atılması için yeterlidir) diyerek kin kusuyor.
CEVAP
Hazret-i Ebu Hüreyre, Eshab-ı kiramın büyüklerinden, ileri gelenlerinden Cennetlik bir zattır. Savaşta ve barışta Resulullah’ın yanından hiç ayrılmazdı. Hafızası çok kuvvetli olduğundan, çok hadis-i şerif ezberlemişti. Eshab-ı kiramdan ve Tâbiîn’den 800’den fazla kimsenin, kendisinden hadis öğrendiğini Ehl-i sünnetin en kıymetli hadis kitabını hazırlayan İmam-ı Buhârî hazretleri bildiriyor, Abdullah bin Ömer’den sonra en çok hadis bilen bu zattır. Eshab-ı kiramdan herhangi birine dil uzatmak ancak Sebecilere mahsus alçakça bir taktiktir. Eshab-ı kiramın hepsi cennetliktir, hepsinden Allahü teâlâ razıdır. (Hadid suresi 10, Fetih 29, Tevbe 100)

43-
(Salebe hadisinde müt’anın Hayber’de yasaklandığı söyleniyor. Bu ise kesinlikle doğru değil, târihî hakikatlere [yani Sebeciliğe] tamamen aykırıdır. Bu yüzden kabul edilmesi imkânsız) diyor.
CEVAP
(Târihî hakikatlere, Sebeciliğe aykırıdır) diyor da, (Müt’a şu âyet ve şu hadise göre serbesttir) diyemiyor, (Târihî hakikat) diyor. Târihî hakikat âyetlere ve hadislere aykırı olur mu?
(Kabul edilmesi imkânsız) diyor, yani (Biz Sebecilerin kabul etmesi imkânsız) diyor. Sebecilerin dışındaki insanların da kabul etmesi imkânsız olsaydı, Ehl-i sünnet âlimlerinin tamamı kabul eder miydi?

Sahih rivayetler mi önemli, târihî hakikatler mi? Hem tarih de yine rivayetlerden meydana gelmiyor mu? Rivayet yanlışsa, tarih de yanlış olur. Târihî rivayeti şaşmaz hakikat gibi göstermek Sebeciliğe mahsus bir taktik midir?

44- Ehl-i sünnetin kütüb-i sitte denilen en kıymetli hadis kitaplarından biri olan İbni Mâce için (İbni Mâce hadisi, Ehl-i sünnetin sandığı gibi, sahih bir rivayet değil, münker ve asılsızdır) diyebiliyor.
CEVAP
Bundan önce de (Hafızası zayıf birinden bu hadisi naklediyor) diyordu. Her râvîye bir kulp takıyor, kimi Hazret-i Ali’ye yan bakardı, kimi Emevî devletinde vazife aldı, kimi, şişman, kimi zayıftı. Bu müt’acı âyet ve hadis kabul etmediğine göre söylenecek sözümüz olamaz.

45- Farklı rivayetleri bahane ediyor. Hâlbuki Resulullah üç kere izin veriyor üç kere yasaklıyor. İzin verme ve yasaklamalar çeşitli tarihlerde olduğu için, Müt’acı (Mekke’nin fethinde, müt’ayı ebedî olarak haram kılan bir peygamber, iki ay gibi kısa bir süre sonra buna izin verebilir mi?) diyor.
CEVAP
Bu ne terbiyesizlik böyle? Sen peygamberi sorguya mı çekiyorsun? İki ay sonra da yasaklayabilir, iki gün sonra da yasaklayabilir. İki sene sonra da yasaklayabilir. Buna kim itiraz edebilir ki? Resulullah’ın izin vermesi de, haram etmesi de vahye dayanır. Hangi müt’acı Allah’tan hesap sorabilir ki? Allahü teâlâ, lâyüs’eldir. Lâyüs’el, yaptığı işlerden hesap sorulmayan, hükmü elinde olan, istediği gibi hareket eden demektir. (Eskiden içki mubahtı, sonra niye yasakladın? İç yağı haram iken, niye mubah ettin? Kız kardeşle evlenmek caiz iken, niye haram ettin?) demeye kimin hakkı vardır? Ama Müt’acı, Ehl-i sünneti suçlayabilmek için (Peygamber bunu nasıl yapabilir?) diyerek Allahü teâlânın elçisine kirli dilini gösteriyor.

Resulullah "sallallahü aleyhi ve sellem" o günkü duruma göre izin vermiş sonra yasaklamıştır. Buna kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur.

Müt’acıya göre; müt’ayı haram gören her İslam âlimi, ya kör, ya sağır, ya basiretsiz, ya hafızası zayıf, ya zavallı, ya aklı başında değil, ya sarhoş, ya Emevî devletinde görev almıştır, ya Şamlı veya yobaz. Sağlam olan tek Ehl-i sünnet âlimi yoktur.

46- (Böylesine zavallı ve üzücü laflar eden El Cessas gibi, er-Râzî gibi aklı başında olduğunu sandığımız âlimlere yakıştıramıyoruz. Çünkü bunların gözleri perdelenmiş, basiretleri körleşmiştir) diyor.
CEVAP
Allâme Ebu Bekr Râzî el-Cessâs ve İmam-ı Fahreddin Râzî gibi iki büyük âlime, zavallı, basiretsiz diyenin ya aklı veya kanı bozuktur. Peki, bu âlimler ne demiş de böyle kin kusuyor? Demişler ki:
(Ömer’in bu sözü, sahabe huzurunda Resulullah’ın haram kılan bir emri olmadan, söylemesi düşünülemediği gibi, sahabenin de sessiz kalması düşünülemez. Çünkü Resulullah söylemeden öyle bir şey söylemek söyleyeni küfre düşürdüğü gibi, dinleyip de itiraz etmeyenleri küfre sokar.)

Müt’acı, bu sözler için bu iki âlime basiretsiz, zavallı, akılları başlarında yok gibi hakaretler savuruyor. Bu iki âlim ne kadar isabetli ve ne kadar mantıklı konuşmuşlar. Resulullah’ın hadisi olmadan kendi başına Hazret-i Ömer, nasıl böyle bir şey yapabilir ki? Allah’ın Kur’an-ı kerimde övdüğü şanlı Eshab, nasıl haksızlık karşısında dilsiz şeytan durumuna düşer ki? Hazret-i Ebu Bekir, (Ben Resulullah’ın yolundan ayrılırsam ne yaparsınız?) diye sorduğunda, o büyük ve şanlı kahramanlar, (Seni kılıcımızla düzeltiriz) demediler mi? Hazret-i Ömer yanlış iş yapacak da, (Kendi aralarında merhametli, kâfirlere karşı şiddetlidir) diyerek Allah’ın övdüğü o aslanlar, susacak ve kılıçları ile düzeltmeyecekler, bu mümkün mü? Peki, Hazret-i Ali niye kılıcını çekip de Hazret-i Ömer’i düzeltmedi? Niye ona kızını verdi? Müt’acı, “O anda Hazret-i Ali yoktu. Sonra duydu” diyor. Diyelim ki öyle. O zaman niye kılıcını çekip de Hazret-i Ömer’i düzeltmedi. Bir Yahudi Hazret-i Ömer’i şehid etti de, Allah’ın aslanı bunu yapamaz mıydı? Demek ki, Hazret-i Ali müt’ayı haram eden hadis-i şerifi bildiği için ses çıkarmadı. Zaten Hazret-i Ali’nin müt’aya haram dediğini kendisi de bildiriyor. Ama kansızlığından dolayı zayıftır, râvîsi Şamlı idi gibi bahanelerle bunu reddediyor. Râvîler, Şamlı ve şanlı kahramanlardır. (Radıyallahü ve rahmetüllahi anhüm)

Müt’acının böyle itirazları İblisin itirazını hatırlatıyor. İblis, (Ben Allah’a değil, ben Âdem’e secde etmedim) demişti. Hazret-i Âdem’e doğru secde etmemekle Allah’a isyan etmişti. Müt’acı da, aynı mantıkla, aynı kafayla, (Biz Allah’ın resulüne değil, Ömer’e itiraz ediyoruz) diyor. Resulullah'ın sözünü söyleyen zata itiraz, söyleyene itiraz olmaz mı?

Hazret-i Ömer, Resulullah’ın emrini tebliğ ediyor, kendiliğinden hüküm koymuyor ki. Dolayısıyla Müt’acı, Resulullah’ın haram kıldığı müt’ayı kabul etmiyor. Hem savcı hem hâkim rolünü oynuyor. Önce bu zayıf ve uydurma diyor, arkasından (Görüyorsun ya zayıf ve uydurma olan bir hadis senet olamaz) diyor. Uydurma olduğunu sen söylüyorsun, kararı da sen veriyorsun. Müt’acının sözü, şu mantık önermesine benziyor:
Memeli hayvanlar uçmaz,
Yarasa da memelidir,
O hâlde o da uçmaz.

İlk önerme yanlış olunca netice de yanlış oluyor.

Müt’acı diyor ki:
Ehl-i sünnet doğru söylemez,
Ömer de Ehl-i sünnettir,
O hâlde o da doğru söylemez
.

47-
(Yalnız Kur’an) diyenler gibi, (Biz neshi kabul etmiyoruz) diyor.
CEVAP
Nesh hakkında sitemizde yeterli bilgi vardır. Sadece bir hadis-i şerif bildirelim:
(Kur’an âyetleri, birbirini nesh ettiği gibi, hadislerim de birbirini nesh eder.) [Deylemî]

Allahü teâlâ, öteki dinlerde haram olan bazı şeyi bu ümmete helâl kılmış, helâl olanlardan da bazılarını haram kılmıştır. Hâşâ Allah’a niye böyle yaptın denebilir mi? Resulullah efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" (Hadislerim birbirini nesh eder) buyurmuştur. Müt’ayı da üç defa mubah kılmış, üç defa da yasaklamıştır. Buna çelişki denir mi? Din Allah’ın değil mi? İstediğini yapamaz mı? Kız kardeşinle evlen diye emretse evlenmeyecek misin? Nitekim Âdem aleyhisselamın çocukları ikiz olmayan kız kardeşleri ile evlenmişlerdir. O zaman mubah kılmıştı, bugün ise yasakladı. Müt’ayı sonradan yasakladı diye Allah ve Resulü suçlanır mı? Bunu nakleden şanlı sahabe taşlanır mı? Resulullah’ın müt’ayı haram ettiğini bildiren Hazret-i Ömer’e kin kusulur mu?

48- (Ömer’in oğlu Abdullah da, müt’aya olumsuz bakıyor. Zaten Abdullah’a da bundan başkası yakışmaz. Çünkü o babasının oğludur) diyor.
CEVAP
Oğlu da babası gibi yalancının teki demek istiyor. Allah onlar seçilmiş bir ümmet diye övüyor, Tevrat’ta, İncil’de övüldüğünü bildiriyor, (Hepsi cennetliktir) buyuruyor. Müt’acı ise babasının oğlu diyerek bir taşla iki kuş vurmaya, hem ismen cennetle müjdelenen Hazret-i Ömer’i, hem de oğlunu suçlamaya kalkıyor. Allah’ın övdüğü kimselere, Resulullah’ın kıymetli arkadaşlarına dil uzatanlar, âhirette nasıl hesap verecekler?

49- Müt’acı, bir de müt’a zinasına karşı çıkan sahabe ve tâbiîne, hakaretler savurduğu gibi, iddia ediyor tabirini kullanıyor. Yani gerçek değil de öyle uydurduğunu söylüyor. (Şam uyruklu fukahadan sayılan Mekhul da, müt’anın zina olduğunu iddia ediyor) diyor.
CEVAP
Müt’anın zina olmadığını söyleyen bir tek Ehl-i sünnet âlimi var mı?

Had vurulup vurulmaması ayrı bir konu... Zina eden bekâra da had vurulmaz, başka ceza verilir. İmam-ı Cafer Sadık’ın müt’aya zina dediğini bildiriyor. Sonra bu sözü tevil ediyor. (Ehl-i sünnetin kafasındaki müt’aya zina demiştir) diyor. Peki, o yüce imam, müt’anın şu şekli haram, şu şekli caiz diyemez miydi? Ehl-i sünnetin kafasındaki müt’a ile Sebecilerin müt’ası farklı değil ki. Sonra hiçbir delil göstermeden, (İmam Cafer’in müt’ayı zina kapsamına soktuğunu anlamak imkânsızdır) diyor. Hâni delil? O yüce imamın müt’a denilen zinaya mubah diyeceği hiç düşünülebilir mi?

50- (Biz, Ehl-i sünnetin icmasını da kabul etmeyiz) diyor.
CEVAP
Böyle demekle, (Ümmetimin âlimleri yanlış bir şeyde, dalalette ittifak etmezler. İhtilaf olunca çoğunluğa uyun) buyuran Resulullah'ı da yalanlamış oluyor. (İbni Mâce)

51-
(Ömer’in sözünün hüccet olduğu, (Sünnetime ve benden sonraki raşid halifelerin sünnetine tâbi olun) hadisine dayandırılabilir. Bu hadis-i şerifi, İmam-ı Ahmed, Dârimî, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Mâce, Hâkim rivayet etmiştir. Bu hadise bir diyeceğimiz yoktur, mesajı da doğru, isnadı da sahihtir) diyor.
CEVAP
Şimdiye kadar Ehl-i sünnet kitaplarındaki bütün hadislere birer kulp takmıştı. Bu hadise sahih demesine çok hayret ettik. Hemen altına bakınca, art niyeti meydana çıkıverdi.

52- (Ebu Bekir’in ve Ömer’in Kur’an’a ve sünnete aykırı pek çok uygulamaları olduğu bir gerçek iken, Allah ve Resulü böyle kimseleri bize tavsiye eder mi, onlara uymamızı ister mi? Bu iman ve insafa sığar mı? Akıl mantık bunu kabul eder mi?) diyor.
CEVAP
Sahih diye saydığın 6 hadis âlimi ve Ehl-i sünnetin tamamı Hulefa-i raşidinin 4 halife olduğunu ittifakla bildiriyor. Bu âlimlerin ve Eshab-ı kiramın tamamının iman ve insaf ehli olmadığını söyleyebiliyor.

Yine aynı sakat mantık önermesi:
Ömer kötüdür,
Peygamber kötüyü övmez,
O hâlde Peygamber Ömer’i övmez.


Resulullah efendimizin Hazret-i Ömer’i öven yüzlerce hadis-i şerif vardır. Sitemizde kaynaklarıyla bildirilmektedir. Allahü teâlâ da Kur'an-ı kerimde övmektedir.

53- Müt’acı, önce Hazret-i Ömer’e kötü diyor, sonra peygamber (Kötülerin sünnetine uyun) der mi diyor. Tam bir Yahudi taktiği... Hazret-i Ömer’e kötü diyen tek Ehl-i sünnet âlimi var mı? Allah onu övüyor. Sahabenin hepsine Cenneti söz verdim diyor. Müt’acı, (Benden sonra Ebu Bekir ile Ömer’e uyun) hadis-i şerifini naklettikten sonra, (Bu hadisi Ebu Hanife, İbni Ebi Şeybe, İ. Ahmed, Tirmizî, İbni Mâce, Hâkim, Tahtavî, İbni Sa’d rivayet etmiştir) diyor. Devamında, (Resulullah, Ebu Bekir ile Ömer’e uyun dese bile bundan ne anlarsınız? Dine aykırı icraatta bulunsalar bile onlara uymak gerektiği çıkar mı?) diyor.
CEVAP
Kur’an-ı kerimde (Resulüme uyun) deniliyor. Şimdi buradan dine uygun olan sözüne uyun anlamı çıkar mı? Elbette, dine uygun emir verecek ki, (Resulüme uyun) buyuruyor. Hazret-i Ömer de dine uygun emir verecek ki, Resulullah, (Ömer’e uyun) buyurdu. Hâşâ Resulullah o kadar basiretsiz mi ki, dine aykırı emir verecek olana (uyun) buyursun.

54- Nihayet ağzındaki baklayı çıkarıyor, (Ebu Bekir ile Ömer’e uyun sözü asılsızdır. Peygamber böyle çelişkili söz söylemez) diyor.
CEVAP
Peki, bu sekiz hadis âlimi yalan söylüyor öyle mi? Bu hadis âlimleri öteki hadisi de naklediyorlar, o zaman onlar da yalan olur. Yalancıların sözlerine inanılır mı? Aynı râvîlerin rivayet ettiği öteki hadise nasıl sahih diyor? Tabiî bunlar bir takıyyedir.

Ehl-i sünnetin reisi ve en büyük imam olarak bilinen yani imam-ı a’zam olarak meşhur olan Numan bin Sabit de, bu hadisi naklediyor. İmam-ı a’zam hazretlerine yalancı demek Ehl-i sünnete yalancı demektir. Zaten Yahudi’nin bütün gayesi de bu. Resulullah böyle demiş olsa bile diyor, demişse ki, dediğini kendisi de itiraf ediyor. Demek ki bu söz onların çok büyük bir insan olduğunu gösterir. Allah’a ve Resulüne asla âsi olmayacaklarını gösterir. Allah ve Resulüne âsi olacaklarını Allah bilmez mi? Öyle ise niye onlara uyun buyuruyor? Demek ki onlar kendilerine uyulacak kimselerdir. Zaten sahabenin tamamı böyledir. Allah hepsini övüyor. Ama aşırı Sebeciler, (Allah o zaman öyle demişti ama sonradan sapıttılar, Hazret-i Ali’yi halife seçmedikleri için hepsi mürted oldu) diyorlar. Böylece Allah’a da yalancı demiş oluyorlar.

55- (Gerek Ammar’ın ve gerekse İbni Mesud’un ilk iki halifeye hiç uymayan ters düşünce ve ictihadları var! O zaman biz kimi tercih edeceğiz? İbni Mes’ud müt’aya evet diyor; Ömer ise hayır! Şimdi biz ne yapacağız?) diyor.
CEVAP
Siz mi ne yapacaksınız? Siz fitne çıkarmaya devam edeceksiniz. Fakat Ehl-i sünnet biliyor ki İbni Mes’ud hazretleri de diğer sahabeler gibi müt’anın caiz olduğunu bildirmişti. Haram edildiğini işitince, diğerleri gibi, o da haram dedi. Eğer başka konularda farklı ictihadları varsa, her müctehidin, her Sahâbînin farklı ictihadı olur. Bunun için hiç biri kötülenemez. Çünkü ictihad etmek de, ictihad ederken yanılmak da günah değildir. Yanılan bile sevab alır.

56- (Bize [Sebecilere] göre Peygamberler için ictihad diye bir şey söz konusu değildir! Ehl-i sünnete göre ise peygamberlerin de ictihadı olur) diyor.
CEVAP
Eshab-ı kiramdan birinin bir husustaki ictihadı, Peygamberimizin ictihadından farklı olabilirdi. Fakat Resulullah’ın ictihadı hata üzere kalmazdı. Çünkü Cebrail aleyhisselam gelerek, yanlış olan ictihadlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Bedir’de alınan esirler hakkında, Sahabe-i kiramın ictihadları farklı olmuştu. Hazret-i Ömer ve Sad İbni Muaz esirleri öldürelim dedi. Diğer sahabiler ise, para karşılığı bırakalım demişlerdi. Server-i âlem de, serbest bırakalım ictihadını kabul buyurup salıverdiler. Sonra, şu âyet gelerek birinci ictihadın doğru olduğu bildirildi:
(Savaşta alınan esirleri mal karşılığı olarak salıvermek, hiçbir Peygambere yakışmaz. Yeryüzünde onların çoğunu öldürmek, zayıflamalarına sebep olur. Siz dünya malını istiyorsunuz. Allah ise, sevap kazanmanızı, Cennete ve nimetlere kavuşmanızı istiyor. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.) [Enfal 67, 68] (Müt’acı bu âyeti ya sahabeler değiştirdi diyecek veya tevil edecektir. Çünkü kabul ederse kendini yalanlamış olacaktır.)

Bu âyetler indikten sonra Resulullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki:
(Eğer azap geri çevrilmeseydi, Ömer ile Sa’d bin Muaz’dan başka kimse kurtulmazdı.) [Beydâvî]

57- (Ömer’in ictihadı Allah’ın hükmüne karşı ictihaddır. Nass varken ictihad olmaz) diyerek yalan söylüyor.
CEVAP
Bu ne sahtekarlık? Nass varken ictihad eden kim? Hazret-i Ömer müt’a hakkında ictihad etmedi ki, Nassı bildirdi, yani Resulullah’ın emrini açıkladı. Resulullah’ın müt’ayı yasak ettiğine dair sayısız hadis var. Ama Müt’acıya göre nakledenler, ya hafızası bozuk, ya Şamlı veya Emevî devletinde görev almıştır. Müt’acının bir hadisi uydurma görmesi ile sahih bir hadis uydurma olmaz. Hazret-i Ömer'e attığı pisliğin altında kendi kalmaya mahkûmdur.

58- (Ehl-i sünnet, “Müt’ada özellikle kadın açısından onur kırıcı, aşağılayıcı bir durum vardır. Namus pazarlanıyor ve para karşılığı satılıyor. Bu ise namussuzluktur” diyor. Müt’a madem namussuzluktur; o hâlde Allah ve Resulü buna neden izin vermişti?) diyor.
CEVAP
Müt’acı buna Ehl-i sünnetin cevap veremeyeceğini sanıyor.

Kişinin kız kardeşi ile evlenmesi çok çirkin ve çok günah değil mi? Müt’acının buna evet demesi lazım.

Peki, hâl böyle iken, daha önce Allahü teâlâ bunu nasıl emretmişti? Demek ki, Allah emrettiği zaman iyi, yasakladığı zaman da kötü olur. Şimdi biri, Ehl-i sünnet olan bir insanın, anasına, bacısına, kızına yarım saatliğine müt’a teklifinde bulunsa, buna hangi Ehl-i sünnet rıza gösterir? Müt’acı için bunlar önemli değil. Önemli olsaydı, müt’a zinasını savunmak için koskoca kitap yazmazdı.

59- (Hüsün ve Kubuh akli mi, şer’i mi? İki görüş var: Akli, yani bir şeyin iyi ya da kötü olduğu akıl ile bilinir. Allah bir şeyi emretmişse; o şey aslında güzel bir şey olduğu için emretmiştir. “Bir şeyi de yasaklamışsa; o şey zaten kötü olduğu için yasaklamıştır. Şia, Mutezile, Mâtüridî ekolü bu kanaattedir. Hiç kuşku yok; doğrusu da budur) diyor.
CEVAP
Hani (İctihad ictihadla nakzolunmaz) diyordun. Ne çabuk unuttun? Unutmadın da hinoğlu hinliğinden böyle konuşuyorsun. Bir ictihadın doğru olduğunu ancak Allahü teâlâ bilir. (Doğrusu kuşkusuz bu) denmez. Şia, mutezile itikadındadır. Ayrı yazmaya gerek yok. Sonra İmam-ı Mâtüridî hazretleri tam öyle demiyor.

60- Devam ediyor ve (Şer’i, yani bir şeyin iyi ya da kötü olduğu akılla bilinmez. Bir şey Allah tarafından emredildiği için iyi, yasaklandığı için kötüdür, çirkindir) diyerek bu ictihadın yanlış olduğunu söylüyor.
CEVAP
Bir müctehid bile farklı ictihada yanlış diyemez. Bu ictihadın taraftarları diyor ki:
Hazret-i Âdem zamanında Allah, kız kardeşle evlenmeyi emrettiği için o zaman bu iş iyi ve güzeldi, şimdi yasakladığı için kötü ve çirkindir. Aynen müt’a da böyledir. Emredildiği zaman iyi idi, yasaklandığı için kötü oldu. Müt’acının bu ictihadı beğenmemesi, müt’anın yasaklanmasından dolayıdır.

61- (Kur’an’ın ruhuna ve akla tamamen aykırı olan bu görüşü ise; Ehl-i sünnetin çoğunluğunu oluşturan Eş’arî ekolü benimsiyor) diyor.
CEVAP
Yani Ehl-i sünnetin çoğu Kur’an’ın ruhuna aykırı hareket ediyor öyle mi? Hani ictihad ictihadla nakzedilmezdi? Müt’acı Ehl-i sünnetin çoğunluğunu bu konuda da silip atıyor. Allah'ın emrettiğinin güzel, yasakladığını çirkin olması Kur’an’a niye aykırı oluyor ki? Müt’acı kafası normal çalışmıyor.

62- (El-Cessas, O gün zina değildi; sonra zina oldu derken; bu konuda kendi çizgisinin dışına çıktığının [Eş’arî’nin ictihadını kabul ettiğinin] farkında mıdır?) diyor.
CEVAP
Eş’arî Ehl-i sünnet değil mi? Ehl-i sünnetin iki imamı vardır. İsteyen müctehid, istediğine uyar. Bunun ayıplanacak nesi var ki?

Biz Hanefî olarak, İmam-ı Eş’arî hazretlerinin ictihadına göre inansak Ehl-i sünnetten çıkar mıyız? O zat, Ehl-i sünnetin iki imamından biridir. Müt’ayı kabul etmeyen kim olursa olsun vicdansızca saldırıyor.

63- (Cessas, “Müt’ada, ırz ve namusun bir eşya gibi belli bir süreyle kiralanması doğru değildir demiştir. Kadını bir eşyaya benzeten, onun onurunu tümden rencide eden bu sözleri Cessas gibi ilim adamına yakıştıramadım doğrusu) diyerek demagoji yapıyor.
CEVAP
Amma da demagoji... Eşyaya benzeten kim? Müt’a işi, satılık mala benzetiliyor. Kadını eşyaya benzetmekle ne alakası var. Eğer kendini kiralatan kadın varsa, ona da, kiralayan erkeğe de yazıklar olsun.

Müt’acı hep böyle zırvalıyor işte. Yahut Resulullah daha önce niye cevaz verdi diyor? Onun cevabını da vesikalı cevabını aldı. Bakalım şimdi ne iftiralar düşünüyor?

64- Hepsi Cennetlik olan Eshab-ı kiramdan Abdullah bin Ömer için, (Bu söz gerçekten ona aitse, Resulullah’a iftira atmış demektir) diyor.
CEVAP
Eshab-ı kiramdan Resulullah’a iftira eden biri olur mu? Allah onları âyetlerle övüyor, (Hepsine Cenneti söz verdim) buyuruyor. Cennetlik insanlar için bu ifadeyi ancak Müt’acı kullanır. Eğer Eshab-ı kiramdan biri kötülenirse, Allah ve Resulü yalanlanmış olur. Çünkü Allah ve resulü Eshab-ı kiramı övüyor. Sitemizde bunların sayısız vesikası vardır.

65- Yine demagoji yaparak, (Allah ve Resulünün izin verdiği müt’aya, Abdullah bin Abbas, zina diyecek kadar edepsiz olabilir mi? Ancak bu rivayeti ona isnat edenler cahil ve edepsizdir) diyor.
CEVAP
Ehl-i sünnetin tamamı müt’aya zina diyor. Böylece Müt’acı, içindeki necaseti kusuyor. Müt’acıya göre, Resulullah'ın müt’ayı yasakladığını bildiren hadis-i şerifi söylemek edepsizlik oluyor. Asıl edepsizlik, terbiyesizlik, o hadis-i şerifi inkâr etmektir.

İkinci bir husus da şudur:
Abdullah bin Ömer’in ve Ehl-i sünnetin müt’a zinasını yasaklamakla ne menfaatleri olacak ki? Ama Müt’acılar, müt’a adı altında zinayı yaygınlaştırmakla Yahudiliğe hizmet etmiş olacaklar. Bir millet ahlaksız oldu mu, yıkılması artık kolaydır. Yahudi İbni Sebe’nin esas gayesi bu.

66- (Müt’aya haram diyenler, taklitçi Hanefi âlimleridir) diyerek taklidi aşağılıyor.
CEVAP
Kötüyü, yanlışı ve bâtılı taklit, ne kadar zararlı ise, iyiyi, doğruyu ve hakkı taklit de o kadar faydalıdır. Eshab-ı kiramın hepsi mutlak müctehid olduğu hâlde, Peygamber efendimizi görüp taklit ettikleri için, peygamberlerden sonra en yüksek makama kavuşmuşlardır. Tâbiîn, Eshab-ı kirama tâbi oldukları, yani onları taklit ettikleri için yüksek şerefe kavuşmuştur. Onlardan sonra gelenler de onlara tâbi oldukları, onları taklit ettikleri için Tebe-i tabiin şerefine nail olmuştur. Peygamber efendimiz de, (Âlimler rehberdir, âlimlere tâbi olun) buyurdu. O halde âlimleri taklit etmek gerekir. (Berika)

Asıl ayıplanacak şey, taklit etmemek, mezhepsiz olmaktır.

67- Müt’acı, Ehl-i sünnet için yobaz tâbirini kullanıyor.
CEVAP
Bugün herkes bilir ki, ateistler, zina etmeyenlere, içki içmeyenlere, gerici, yobaz diyorlar. Müt’acının kimlerle aynı fikirde olduğu böylece meydana çıkmış oluyor. Kadın kiralamayı kabul etmedikleri için Ehl-i sünnete yobaz diye saldırıyor.

68- Müt’acı, Ehl-i sünnet âlimlerinin ictihadları için kaçamak ictihadlar tabiri kullanıyor.
CEVAP
Kaçamak yapmak tâbiri, ara sıra zina etmek anlamındadır. Kaçamak ictihad tâbiri de, zina yapmak için Ehl-i sünnet ictihad bulmuş demek istiyor. Kendi yaptığı müt’a zinasını örtmek için böyle tâbirler uyduruyor. Hiçbir fıkıh kitabında kaçamak ictihad diye bir şey yoktur. En önemlisi de, kendisi de tasvip ettiği (İctihad ictihadla nakzedilmez) kuralını çiğnemeye çalışıyor. Ehl-i sünnetin ictihadlarını, Sebeci ictihadları ile nakzetmeye gayret ediyor, kırk dereden su getiriyor, bir bardak suda fırtınalar koparıyor. Delil bulamayınca da Şamlı diyor, yobaz diyor, (Emevîlerde görev aldı) diyor.

69- (Ehl-i sünnetin kaçamak ictihadı “Belli bir ücret karşılığı zina için kiralanan kadına zina haddi [cezası] tatbik edilmez” demeleridir) diyor.
CEVAP
Peki, ictihadın devamı ne? Bu ifadeye bakanlar sanki kiralanan kadına hiç ceza verilmediğini anlar. Ehl-i sünnette zina cezası ikiye ayrılır:
1- Had vurulan zinalar,
2- Had vurulmayıp başka ceza verilen zinalar.

Had vurmak öldürmek demektir. Bu namuslu kadınlara uygulanan bir cezadır. Fahişe veya kiralanan kadınlarda zaten namus perdesi yırtılmış olduğu için dinimiz onlara had vurdurmuyor, başka cezalar veriyor, belli bir sopa vurmak, hapsetmek, sürgün etmek gibi cezalar veriyor. Müt’a da, ikinci sınıfa girdiği için had vurdurulmuyor. Kadın zaten kiralık, bunda namus denen şey kalmamış ki, niye namussuzluk yapıyorsun diye had vurulup öldürülsün! Ancak müt’a zinasına fahişeye verilen ceza veriliyor. Müt’acı, sanki had vurulmaz deyince Ehl-i sünnet zinaya izin verdi gibi göstermeye çalışıyor. Adına da kaçamak ictihad diyor.

Diyelim ki müt’a caiz olsaydı, bir kadın ayda 30-40 erkekle birlikte olacaktı. Böyle bir kadında artık namus mefhumu kalır mıydı? Resulullah efendimiz, bunu boşuna mı yasakladı? İbni Abbas hazretleri buyuruyor ki:
(İçki içmeyi mubah kılan bir özür gibi, zaruret hâlinde buna izin verilmiş, lüzum kalmayınca kaldırılmıştır. Başka zaman yine ihtiyaç olunca yine izin verilmiş, sonra yine kaldırılmış. Üçüncüde ise ebediyen haram kılınmıştır.)

70- (Ehl-i sünnete göre, “Bir kimse, geçici bir süreyle evlendiğini içinde gizleyerek (örneğin bir ay sonra boşamak kastıyla) bir kadınla nikâhlansa; bu nikâh caiz ve sahihtir”. Bu nikâhın müt’adan ne farkı var? Diliyle açıktan söylediğinde yasak sayılıyor da, içinden aynı şeye niyetlendiğinde neden caizdir deniyor? Bu da bir cins müt’a değil mi?) diyerek müt’aya meşruluk arıyor.
CEVAP
Ya Müt’acı bunun hükmünü bilmiyor veya müt’ayı meşrulaştırmak için takıyye yapıyor.

Bahsettiği hükmün müt’adan çok farkı vardır. Dinimiz zahire hükmeder, kalblerden geçene göre hüküm verilmez. Müslümanım diyen Müslümandır. Dinimizde bazen söze, bazen niyete itibar edilir.

Niyetin geçersiz, sözün geçerli olduğu yerlerden bazıları şunlardır:
Nikâhta: Bir kimse, şakadan veya rol icabı, iki şahit yanında evlense, gerçekten evlenmiş olur. Niyet geçersizdir.
Boşamakta: Bir kimse, şakayla, alay olsun diye veya hanımını korkutmak için “seni boşadım” dese, hanımı boş olur.
Alış verişte: Alış veriş yapıldıktan sonra, alıcı veya satıcıdan biri, ben şaka yapmıştım, bu alış verişten vazgeçtim dese de itibar edilmez. Alış verişte de niyete bakılmaz.
Hediyede: Alacağı olduğu bir parayı borçlusuna veya başkasına hediye eden, şakadan söylemiştim dese de, hediyesinden vazgeçemez. Niyet geçersiz, söz geçerlidir.
Küfürde: Bir kimse şakadan ben Hristiyan’ım dese kâfir olur. Niyet geçerli değildir
Nikâh kıyılırken: Bir kimsenin niyeti bir kadını nikâhlayıp kimsenin görmediği yerde öldürmek veya başka yere bırakmak veya bir süre sonra boşamak olsa, niyeti evliliğine mâni olmaz. Dinimiz burada söze bakar, kalbden geçen niyete bakmaz.

Yukarıdaki örnekler, niyete değil, söze itibar edildiğini göstermektedir. Müt’acının bu iddiasının da geçerli olmadığı böylece ispat edilmiş oldu. Müt’acı, diyor ki: Müt’a yapmanın cezası Ehl-i sünnet mezheplerine göre şöyledir:

71- (Hanefilerde müt’a yapana had vurulmaz, ta’zir cezası verilir. Şâfiî ve Hanbelîlerde Hanefîler gibi had vurulmaz. Mâlikîlerde zina haddi uygulanır veya ta’zir olunur) diyor.
CEVAP
Müt’acının söylediği gibi, Ehl-i sünnetin dört mezhebinde de müt’a zinasına fahişelere uygulanan ceza veriliyor. Mâlikî'nin bir kavlinde had vuruluyor. Bu hükümler müt’anın caiz olduğunu göstermez. Müt’a yapanların fuhuş yaptığını gösterir.

72- (Müt’anın haramlığına dair bildirilen icma, tamamen kuru bir iddiadır) diyor.
CEVAP
Bu da tamamen sulu bir iddiadır. Çünkü bizzat kendisi Ehl-i sünnetin tamamı müt’aya ceza verdiğini bildiriyor. Bu icma değil de nedir? Buna itiraz eden bir tek Sünnî mezhep, hattâ Sünnî bir âlim var mıdır? Açıkça icma vardır. Sebecilerin meşru sayması icmaya mâni olamaz.

3) İbni Sebeciler, Allah Resulü sünnet namazları hiçbir zaman cemaatle kılmadı ve başkalarını da bundan men etti. Buna rağmen Ömer bunu uyguladı ve sünnetleştirdi diyorlar. Ve ekliyorlar: Müslümanlar Resulün değil Ömer’in sünnetini yapıyorlar.
CEVAP

Dikkat ederseniz burada da, Allah resulünün men etmesine rağmen bunu uyguladı ve sünnetleştirdi diyerek, sinsi bir şekilde Hazret-i Ömer’e iftira ediyorlar. Allah resulüne itiraz eden, men etmesine rağmen bunu yapan kâfir olur demek istiyorlar. Bunların sözleri de kendileri gibi ne kadar iğrenç!
Peygamber efendimiz, teravihi hiç kılmasa bile, hulefa-i raşidinin kılması, sünnet olması için elbette kâfidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Sünnetime ve hulefa-i raşidinin sünnetine sımsıkı sarılın!) [Buhari]

Halbuki, Peygamber efendimiz, birkaç gün teravihi cemaatle kıldırdı, daha sonra evinde kıldı. Sebebi sual edildiğinde buyurdu ki:
(Teravih namazının size farz olacağından korktuğum için evden çıkmadım.) [Buhari]

Peygamber efendimiz, teravihi, 8, 12 ve 20 rekat olarak da kıldı. 8 ve 12 rekatı cemaatle kıldı, evinde de yirmi rekata tamamladı. İbni Abbas hazretleri bildiriyor ki, Resulullah, yatsıdan sonra, vitirden önce, 20 rekat namaz kılıp buyurdu ki:
(Ramazanda 20 rekat teravih namazı kılanın, yirmi bin günahı affolur.) [İbni Ebi Şeybe]

İmam-ı a’zam hazretleri buyuruyor ki:
(Teravih namazı sünnet-i müekkededir. Hazret-i Ömer, teravih namazının 20 rekat olarak cemaatle kılınmasını kendiliğinden ortaya çıkarmadı, bid’at de işlemedi. O, elindeki sağlam esasa, yani Resulullahın sünnetine dayanarak emretti.) [El-İhtiyar]

Teravihin yirmi rekat oluşu ve cemaatle kılınması, hadis-i şerifle bildirilmiştir. Sünnet olduğu eshab-ı kiramın icmaı ile sabittir. (Merakıl-felah şerhi)

Teravihin yirmi rekat olduğuna inanmayanın sapık olduğu (Nur-ül-izah) şerhinde de yazılıdır. Hazret-i Ömer’in eshab-ı kiramla 20 rekat teravih namazı kıldığı Peygamber efendimize bildirilince, Cebrail gelip, dedi ki: (Allahü teâlâ, Ömer’in ve eshabının bu ibadetini kabul eyledi.) (E. Vaizin)

Teravihin cemaatle kılınması sünnet-i kifayedir. Yani bir mahallede cemaatle kılınınca, diğerleri evde kılsa, sünnet ifa edilmiş olur. (Nimet-i İslam)

Erkeklerin camide cemaatle namaz kılmalarının, evde kıldıkları namazdan 27 derece daha fazla sevap olduğu, kadınların ise, evde namaz kılmalarının, camide namaz kılmalarından daha çok sevap olduğu hadis-i şeriflerle bildirilmiştir.

Müekked sünnet olan teravihi ihmal etmemelidir! Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ramazan ayında inanarak ve sevabını umarak teravih namazı kılanın, günahları affolur.) [Nesai]

4) İbni Sebeciler diyor ki, (Ömer, Hazret-i Fatıma’ya hücum ederek biat etmezseniz evinizi yakıp yıkacağım, dedi.)
CEVAP

Allah Resulünün mübarek kayınpederi ayna zamanda Allah’ın aslanı Hazret-i Ali’nin damadı, Müslümanların gözbebeği olan, âyet ve hadisle övülen, adaleti, şânı ve şerefi dünya tarihlerini dolduran, Müslümanların yüce emirine olayı değiştirerek bakın nasıl iftira atıyorlar.

Tuhfe kitabında diyor ki:
Bazı sapıklar da, (Evi yakmak istemişti, ama yakmadı) diyor. Halbuki istemek kalbde olur. Fesatçılar, Hazret-i Fatıma’nın evinin yanında toplanmışlar, (Biz burada oldukça kimse bize bir şey yapamaz) diyorlar, halife seçimini karıştırmak, fitne fesat çıkarmak istiyorlardı. Hazret-i Fatıma, bunların gürültüsünden çok sıkılmıştı. Fakat, başını çıkarıp oradan kovmaya edebi, hayası bırakmıyordu. Hazret-i Ömer, oradan geçerken, bunları gördü ve anladı. Onları korkutmak için, (Evi başınıza yıkarım) dedi. Böyle söylemek, korkutmak için Arabistan’da âdet halinde idi. Nitekim, Resulullah da, camiye, cemaate gelmeyenleri irşad için, (Eğer bu halden vazgeçmezlerse, evlerini başlarına yıkarım) buyurmuştu. (Buhari)
Hazret-i Ebu Bekir Resulullah efendimiz tarafından namaz için imam yapılmıştı. Bazı kimseler, Ona uymamayı, cemaate karışmamayı düşünmüşlerdi. Resulullah onları da böyle korkutmuştu.

Namazı cemaat ile kılmanın faydası, insanın kendinedir. Cemaati terk edenin hiçbir müslümana zararı olmaz. Böyle olduğu halde, cemaati terk edenleri, Resulullah, evlerini yıkmakla korkuttu. Hazret-i Ömer’in, zararı bütün müslümanlara, hatta baştan başa, bütün İslamiyet’e yayılacak olan bir fitne ve fesadı çıkaranların evlerini yakmakla korkutması niçin caiz olmasın? Evi başınıza yıkarım diye fesadcıları korkutması neden suç olsun?

Mekke’nin fethedildiği gün, Peygamber efendimizi kötüleyen şiirler söyleyen İbni Hatal isimli bir kâfirin, Kâbe’ye sığındığı, perdesinin altında saklandığı haber verildi. Resulullah, (Hiç çekinmeyin. Hemen orada öldürün) buyurdu. Allahü teâlânın dinine karşı gelenlerin, Allah’ın evine sığınması caiz olmayınca, nasıl olur da, Hazret-i Fatıma’nın duvarına sığınabilirler? Hazret-i Fatıma da, o sapıkların sığınmasından nasıl olur da üzülmez? Çünkü, Resulullahın o temiz kerimesi, Allahü teâlânın ahlakı ile ahlaklanmış idi. Hazret-i Fatıma da, onların dağılmasını emir buyurmuştu.

Hazret-i Osman şehit edilince, Hazret-i Ali halife olduğu zaman, birkaç kişi ortalığı karıştırmak için, Mekke’den Medine’ye gittiler. Müminlerin annesi olan Hazret-i Âişe’nin evine sığınarak, Hazret-i Osman’ın katillerine kısas yapılmasını istediler. Savaşa hazır olduklarını bildirdiler. Bunların içinde Eshab-ı kiramdan kimse yoktu. Hazret-i Ali haber alınca, bunları orada öldürttü. Bu işi yaparken, Resulullahın muhterem zevcesine, müminlerin annesine saygısızlık olacağını düşünmedi. Bu işte, Resulullahın mübarek zevcesine olan saygısızlık yanında, Hazret-i Ömer’in korkutmak için söylediği söz, pek küçük kalır.

Hazret-i Ali, yerinde bir iş yapmıştı. Bütün Müslümanlara yayılacak fitne ve fesadı önlerken, böyle küçük ve ince şeyleri gözetmesi lazım olmazdı. Bunu gözetmek için fitneyi başlangıçta ezmeseydi, din ve dünya işleri karmakarışık olurdu. Resulullahın mübarek kızının evine saygı göstermek lazım olduğu gibi, Resulullahın muhterem zevcesine de saygı göstermek lazım idi. Hazret-i Ömer, yalnız korkutmak için söylemişti. Bir şey yapmamıştı. Hazret-i Ali ise, işlerin en ağırını yaptı. Hazret-i Ömer’in sözü, Hazret-i Ali’nin yaptığı işten çok hafif olduğu halde, bu sözü için Onu kötülemek, taassup ve inattan başka bir şey olamaz. Halbuki, Ehl-i sünnet âlimleri, Hazret-i Ali’nin halife olduğunu ve milletin selameti için, Resulullahın pak zevcesi Hazret-i Âişe’nin hatırını ve hürmetini gözetmediğini söylüyor. Ona dil uzatmaya izin vermiyor.

İslam’ın başlangıcında, din ve iman fidanının henüz sürmeye başladığı zamanda, bu haklı hilafetin düzenini bozanların, fitne ve fesat çıkarmak isteyenlerin öldürülmesi lazım iken, Hazret-i Ömer’in söz ile korkutması niçin kötülenecek bir şey olsun ki? Hazret-i Ömer sözle, Hazret-i Ali kılıçla cevap veriyor.

Bazıları, Resulullahın halasının oğlu Zübeyr bin Avvam, Hazret-i Ömer’in korkuttuğu gençler arasında idi diyorlar. Hazret-i Ebu Bekir’in hilafetinde, Zübeyr bin Avvam’ın fesatçılar arasında bulunması, hiç kusur olmuyor da, yine Hazret-i Zübeyr’in Hazret-i Osman’ın kısasını istediği zaman sert konuşması, öldürülmesine sebep oluyor. Hazret-i Fatıma’nın evinde fesat hazırlamak, fitneye kalkışmak hoş görülüyor da, Resulullahın muhterem zevcesinin yanında Hazret-i Osman’ın katillerinden şikayet etmek veya kısaslarını istemek niçin suç sayılıyor ki? Bu tenakuzlar, bozuk inanışlardan ileri gelmektedir.

5) İbni Sebeciler diyor ki, Resulullah Ebu Hüreyre’ye nalınlarını verip, bunlarla git, kelime-i şehadete iman edenlerin Cennete gireceklerini müjdele dedi. O da çıkıp müjdelemeye giderken Ömer onu gördü, ne yapacağını öğrenince ona vurdu, geri döndürdü. Ömer’in bu hareketi, Resulün emrini red etmektir. Böyle bir adamın halife olması, Müslümanların işlerinin bunun eline bırakılması nasıl caiz olabilir?
CEVAP

Şimdi olaya bakalım:
Ebu Hüreyre hazretleri anlatır:
Resulullah beni çağırdı. Mübarek nalınlarını verdi. (Bunlarla git! Her karşılaştığına, Kelime-i şehadete iman edenlerin Cennete gireceklerini müjdele!) buyurdu. Emirlerini yapmak için sokağa çıktım. Önce, Ömer karşıma geldi. Nereye gidiyorsun, dedi. Müminlere müjde vermeye gittiğimi anlattım. Bana vurdu. Geri dön dedi. Ben de döndüm. Gelip Resulullaha anlatırken, Ömer de geldi. Resulullah, Ömer’e ne yaptığını sordu. O da, anam babam sana feda olsun ya Resulallah! Ebu Hüreyre’yi, nalın-ı şerifinizle gönderip (kalbinde, kelime-i şehadete iman bulunanlara Cenneti müjdele) buyurmuşsunuz, dedi. Resulullah efendimiz de, (Evet) buyurdu. Ömer (Ya Resulallah! Bunu işitenler, buna güvenerek, farzları, vacipleri yapmakta gevşek davranabilirler) dedi. Resulullah da bu teklifi kabul buyurdu.

Hazret-i Ömer’in böyle yapması, Resulullahın emrini red etmek değildir. İtaatsız olmayı göstermez. Resulullaha düşüncesini, görüşünü bildirmiştir. Düşüncesi, ya kabul buyurulur veya kabul olunmaz. Resulullahın son emri beklenir. Resulullaha karşı (Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!) diyerek, pek edeple, çok yumuşak, saygı ile söylemesi, emrini yapmaya hazır olduğunu açıkça göstermektedir. Resulullah, Hazret-i Ömer’i, bu işinden dolayı hiç paylamamış, Müslümanlar için iyi olduğunu görerek kabul buyurduğundan dolayı da, Ebu Hüreyre’ye, (Nalınları bırak ve öyle söyleme) buyurmuştur. [Kabul buyurmasa idi, sen karışma buyurur, Hazret-i Ebu Hüreyre’yi yeniden görevlendirirdi.]
Böyle işleri yalnız Hazret-i Ömer yapmış değildir. Hazret-i Ali dahil Eshab-ı kiramın çoğu da yapmıştı.

Peygamber efendimiz de, çoğunu kabul buyurmuştu. Resulullah efendimiz, (Dünyaya gelen her insan için Cennette veya Cehennemde yer ayrılmıştır) buyurdu. (Buhari) Dinleyenlerden biri, ya Resulallah! Öyle ise, ibadet yapmasak da, Allahü teâlâ bize hangisinde yer ayırmış ise, oraya gitsek olur mu? dedi. Resulullah efendimiz bu kimseye (İbadetlerinizi bırakmayın. Çünkü, Cennete gideceklere, Cennete götürecek işler yaptırılır. Cehenneme gidecekler de, Cehenneme götürecek işleri yapar) buyurdu. Sonra, Velleyli suresinin beşinci âyetini okudu. İşte, Hazret-i Ömer’in konuşması, Resulullahın bu cevabına benzemektedir. Hatta, Hazret-i Ömer bu konuşmasını, Resulullahın bu hadis-i şerifine dayanarak yapmıştır. Yani, ya Resulallah! Cahillere bu gibi müjdeleri söylemenin uygun olmadığını sizden öğrendik. Çokları, Kelime-i şehadete güvenerek, farzları, vacipleri yapmayı, İslamiyet’e yapışmayı gevşetmesinler demek istedi. Hazret-i Ömer’in düşüncesinin ancak bu olduğu kabul buyurularak iyi karşılanmıştır.

Hazret-i Ali de, böyle, saygısızlık sanılan sözleri çok söylemiştir. Hatta, Nevasıb fırkası, böyle sözlerinden dolayı Hazret-i Ali’ye dil uzatır. Sapıklardan Abdülhamid Naci, bu sözleri vesikaları ile kitabında yazarak, imam-ı Ali’yi küçültmeye kalkışmıştır. Endülüs âlimlerinden Ali bin Ahmed ibni Hazm (Tafsil) kitabında ve Şii âlimlerinden şerif Mürtada (Tenzihül enbiya) kitabında bunlara cevap verip, Naci’yi red etmişlerdir. (Hucec-i katiyye)

6) İbni Sebeciler, Allah Resulü vefatına yakın (bana kağıt verin, size bir şeyler yazacağım) dedi. Ömer, bize Kur’an yetişir, sorun sayıklamış olmasın diyerek engel oldu. Halbuki Hazret-i Ali’nin halife olmasını yazacaktı diyorlar.
CEVAP

Dikkat ederseniz burada da, Allah resulünün isteğine engel oldu diyerek, sinsi bir şekilde Hazret-i Ömer’e iftira ediyorlar. Allah resulüne itiraz eden, emrine rağmen buna engel olan kâfir olur demek istiyorlar. Bunların sözleri de kendileri gibi ne kadar iğrenç!

İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
Resulullah vefatına yakın, (Bana kağıt verin, size bir şeyler yazacağım) buyurunca, oradakilerden bir kısmı, kağıt verip de rahatsız etmeyelim dedi. Hazret-i Ömer, vahyin son bulduğunu, Cebrail aleyhisselamın artık haber getirmeyeceğini, rey ve ictihaddan başka bir yolla ahkam çıkarılamayacağını bilmişti. O anda Resulullahın yazacağı şeyler, ictihadla bulunacak şeyler olacaktı. Çünkü dinin kâmil olduğu, eksik kalmadığı âyet-i kerime ile de bildirilmişti. Hazret-i Ömer, bunları düşünerek, Resulullahı o sıkıntılı anda üzmek istemedi. (Müctehidlerin kıyas ve ictihad etmeleri için, Kur'an-ı kerim kâfidir) anlamında, (Bize Kur'an yetişir) dedi. Hallerden ve işaretlerden anlamıştı ki, yazılacak ahkamın ictihadı, hadis-i şeriflerden çıkarılmayıp, Kur'an-ı kerimden çıkarılacak şeylerdi.

O halde, Hazret-i Ömer'in konuşması, Resulullahı hastalığın şiddetli zamanında yormamak için merhamet ve şefkatinden idi. Zaten, kağıt istemeleri de emir değil, başkalarını ictihad zahmetinden kurtarmak için idi. Çünkü, emir şeklinde olsaydı, emirleri bildirmek lazım olduğundan, kağıdı istemeye önem verir, isteğinden vazgeçmezdi. Resulullah, ömründe bir şey yazmamıştı. Bundan başka, (Benden sonra yoldan çıkmayasınız) buyurmuştu. Halbuki, din kâmil olmuş iken, yoldan çıkmak nasıl olabilirdi? Bununla beraber, yoldan çıkılacaksa, 23 senede durdurulmayan bir şeyi, durdurmak için bir anda ne yazılabilirdi? Sesler yükselince, Resulullah, (Çekişmeyin, Peygamberin huzurunda çekişilmez, yanımdan gidin) buyurdu ve artık, bir şey söylemedi, kağıt kalem de istemedi. Eshab-ı kiramın bu farklı ictihadı keyif için olsaydı mürted olurlardı. Çünkü, Server-i âleme karşı ufak bir edepsizlik küfürdür.

Halbuki, bir müctehidin, başkasının ictihadına uyması yasaktır. Hadid suresinin onuncu âyetinde hepsi Cennetlik olduğu bildirilen Eshab-ı kiram, ana babalarını, çocuklarını, ailelerini, o Servere feda etmişlerdi. Ona olan imanları, ihlasları o kadar çoktu ki, tıraş olunca, mübarek saçlarını, sakal kesintilerini yere düşmeden kapışırlar, bir kılını taşımayı, taç ve tahttan kıymetli bilirlerdi. Koca Roma ordularını yere seren, kaleleri, ülkeleri fetheden Halid ibni Velid, bütün bu başarılarının, başında taşıdığı bir sakal-ı şerif sayesinde olduğunu söylemişti. (Mektubat-ı Rabbani)

O sırada (Yanımdan gidin) buyurması, Refik-ı a'lâ'yı istediğini göstermektedir. (Kurret-ül ayneyn)

Resulullah, birçok işte, Eshabına danışırdı. Eshab-ı kiramın dediklerine uygun vahy de gelirdi. Hazret-i Ömer'in fikrini söylemesi, bunun için idi. Resulullah, Hazret-i Ömer'in sözünü doğru bulup, bir daha istemedi. Perşembeden Pazartesi gününe kadar, bir daha bunu tekrar etmedi. Arzu etseydi, bu günlerde yine emrederdi. Yazılması lazım olsaydı, tekrar istemesi lazım olurdu. Bu iş, Hazret-i Ömer'in, Resulullah yanındaki kıymetini, şerefini gösteren bir vesikadır.

(Sorun, sayıklamış olmasın) demesi, (O sayıklamaz, hep doğru söyler. Bunun için, iyi anlamak için sorun) demektir. Bununla beraber, bu sözü Hazret-i Ömer'in dediğini bildiren sağlam haber de yoktur.
Bir an söylemiş olduğunu kabul etsek bile:
Peygamberlerin yanılması ve unutması caizdir. Hatta olmuştur. Zülyedeyn hadisinde bildirildiği gibi, Peygamberimiz dört rekatlı farz namazda, ikinci rekatta selam verdi. Zülyedeyn: (Ya Resulallah! Namazı iki rekat mı kıldınız, yoksa unuttunuz mu?) dedi. Zülyedeynin sözünün doğru olduğu anlaşılınca, Resulullah kalkarak, iki rekat daha kıldı ve secde-i sehv yaptı. Hasta değil iken ve sıkıntısı yok iken, insanlık icabı, yanılması caiz olunca, ölüm hastalığında, şiddetli ağrıları varken, istemeyerek, düşünmeden söylemesi de elbet, caiz olur. Niçin caiz olmasın ve bununla, İslamiyet’e itimat, güven kalmasın? Çünkü, Allahü teâlâ, Peygamberinin yanıldığını, unuttuğunu, vahiy ile, kendisine bildirmişti ve doğrusunu, yanlışından ayırmıştı. Bir Peygamberin yanlış yolda kalması caiz değildir. Yanıldığı, vahiy ile hemen bildirilir. Böyle olmasaydı, İslamiyet’e güven kalmazdı. Demek oluyor ki, İslamiyet’e güven kalmamasına sebep, yanılmak ve unutmak değildir. Yanılmasının ve unutmasının, kendisine bildirilmemesi, düzeltilmemesidir. Bu ise, caiz değildir. Yani hemen bildirilir.

Hazret-i Ömer’in kağıt getirmeye mani olması, emre uymamak değildi. Böyle şeyden, Allah’a sığınırız! Peygamberimizin vezirleri, yardımcıları, en iyi ahlak sahibi idi. Bunlardan biri, hiç böyle saygısızlık yapar mı? Hatta, bir kere veya iki kere sohbette bulunmakla şereflenen en aşağı derecedeki Sahabinin bile, hatta iman ile şereflenip, Ona ümmet olan herhangi bir kimsenin, Onun emrine uymaması düşünülemez. Muhacirlerin ve Ensarın en büyüklerinden olan ve en kıymet verdiği yardımcıları bulunan büyükler için böyle şey düşünülebilir mi? Allahü teâlâ, insaf versin de, din büyüklerine, böyle kötü gözle bakmasınlar. Anlamadan, dinlemeden, ağızlarına gelenleri söylemesinler.

Hazret-i Ömer’in maksadı, sormak, anlamak idi. Nitekim, (Sorunuz) demişti. Yani kağıdı elbette istiyorsa, getiriniz demek istedi. Eğer, istemiyorsa, bu nazik zamanda, kendisini üzmeyelim demek idi. Çünkü, vahiy ile ve emir olarak isteseydi, kağıdı tekrar ve ehemmiyet ile isterdi. Kendisine emir olunan şeyi yazardı. Peygamberin vahyi bildirmesi lazımdır. Kağıdı istemesi vahiy ile, emir ile olmayıp, ictihad ve arzu ile bir şey yazacak ise, bu nazik zaman, buna elverişli olur veya olmaz. Vefatından sonra ümmeti ictihad edecektir. Dinin temeli olan Kur’an-ı kerimden, ictihad ile, emirler çıkaracaktır. Kendisi hayatta iken ve vahiy gelmekte iken, ümmeti ictihad etmekte idi. Vefat edip, vahiy kesilince, ilim sahiplerinin ictihad etmeleri elbet makbul olur. Peygamberimiz, kağıdı tekrar ve ehemmiyet ile istemedi. Hatta, vaz geçti. Böylece, vahiy olmadığı anlaşıldı. Sayıklama olup olmadığını anlamak için, duraklamak, hiç yanlış bir iş değildir. (K. Ayneyn)

Melekler, Âdem aleyhisselamın niçin halife olduğunu merak edip, anlamak istedi.
Bekara suresi, otuzuncu âyetinin, (Ya Rabbi! Yeryüzünde, fesat çıkaracak ve kan dökecek olan kulları mı yaratacaksın? Biz, seni tesbih ediyoruz, hamd ediyoruz. Seni her türlü ayıptan, kusurdan takdis ediyoruz dedi) meal-i şerifi, bunu bildirmektedir.

Bunun gibi, Zekeriya aleyhisselam, kendisine, Yahya “aleyhissalatü vesselam” isminde bir oğul verileceği müjdelendiği zaman, Meryem suresi, sekizinci âyetinin meal-i şerifinde bildirildiği gibi, (Yarabbi, benim hiç çocuğum olur mu? Zevcem kısırdır. Ben ise, ihtiyar oldum) dedi.

Hazret-i Meryem de, Meryem suresi, yirminci âyetinin meal-i şerifinde bildirildiği gibi, (Benim hiç çocuğum olur mu? Bir erkek ile bir araya gelmedim. Günah da işlemedim) dedi.

Peygamber efendimizden sonra en büyük peygamber olan İbrahim aleyhisselam da, Bekara suresi, 260. âyetinin meal-i şerifinde bildirildiği gibi şöyle demişti:
(İbrahim, “ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” dediğinde, Rabbi “İnanmıyor musun” dedi. İbrahim, inanıyorum ama, kalbimin tatmin olması için görmek istedim, dedi)

Ülülazm peygamberlerden, kendisine Tevrat verilen Musa aleyhisselam da şöyle demişti:
(Musa dedi ki: Ey Rabbimiz, sen Firavun ve kavmine dünya hayatında nice ziynet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz, insanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici cezayı görünceye kadar iman etmesinler diye mi bu nimetleri verdin? Ey Rabbimiz, Onların mallarını yok et, kalblerine sıkıntı ver, çünkü onlar can yakıcı azabı görmedikçe inanmazlar.) [Yunus 88]

Peygamberler, melekler, büyükler, böyle sorup, suç sayılmayınca, Hazret-i Ömer’in, kağıt getirmesini sorması, neden kusur olsun? Neden kendini şüpheli duruma düşürsün? (M. Rabbani, 2 c. 96 m.)

İbni sebeciler aynı mantıkla, (Ömer Hudeybiye’de, Resulullahın peygamberliğinden şüphe etmişti) diyebiliyorlar. Orada da, Hazret-i Ömer aynen, Hazret-i İbrahim gibi, Allah ve Resulüne olan teslimiyetini bildirmek için, (Ya Resulullah sen Allah’ın peygamberi değil misin? Biz hak, kâfirler bâtıl yolda değil mi?) mealindeki sözlerinden dolayı ona saldırıyorlar. Hazret-i Ömer, (Ya resulallah, (Sen elbette Allah’ın resulüsün, bizim yolumuz elbette hak, kâfirler elbette bâtıl yoldadır. Zahiren aleyhimize görünen bu anlaşmada asla dinden taviz verilmemiştir) demek istediğini bütün Ehl-i sünnet âlimleri bildirmektedir. (Kurret-ül-ayneyn)

7)
İbni Sebeciler, (İbni Abbas anlatır: Ömer, hutbesinde dedi ki: Hepiniz biliyorsunuz ki, Allah recm âyetini gönderdi. Hepimiz bu âyeti ezberledik. Ayrıca, Resulullah recm cezasını tatbik etti, biz de tatbik ettik. Benim endişem şudur: Aradan uzun zaman geçince, bazıları, "Kitabullah’ta recm cezası yoktur” diyerek inkâr edebilir. Eğer insanlar, "Ömer Allahü teâlânın kitabına ilavede bulundu" demeyecek olsalardı, recm âyetini yazardım) mealindeki olayı anlattıktan sonra, “Bak Ömer dedikodudan korkmasa idi, Kur’ana ilaveler yapacakmış. Kur’ana ilave yapabilecek biri, nasıl Müslüman olur?” diyorlar.
CEVAP
Bu olay anlatıldığı gibi mi, yoksa değişik mi? Böyle kabul ederek cevap veriyoruz:
1- Hutbede bildirildi dendiğine göre, demek ki eshab-ı kiramın hemen hepsi orada idi. Çünkü Cuma namazı ayrı camilerde değil, tek camide kılınıyordu. İbni Sebecilerin kendisini sevdiklerini söyledikleri İbni Abbas hazretleri bunu rivayet ediyor. O da orada idi. Hazret-i Ali de orada idi. Hiç kimse bu söze itiraz etmediğine göre, olay aynen Hazret-i Ömer’in dediği gibidir. Burada itiraz edilecek bir husus yoktur.

2- Hazret-i Ömer’in recm âyetini yazardım demesi, Kur’ana ilave değildir. Hazret-i Ömer, (Kur'an-ı kerimin sonuna haşiye olarak, dip not olarak durumu izah eden bir açıklama koyabilirdim, ama, bunu istismar edecek olanlar, bak Ömer Kur'ana ilave yaptı derler diye bu açıklamayı koymadım) demek istemiş olabilir. Çünkü Hazret-i Ömer, şu mealdeki âyeti bilmiyor muydu: (Eğer o [peygamber] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka 44-47]

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Habibine böyle buyuran Allahü teâlâ Hazret-i Ömer’e ne yapmaz ki? Hazret-i Ömer’in böyle bir şeyi düşünmesi bile imkansızdır.

Aynı zihniyetteki kimseler, (Ömer’in böyle bir şerh koyma düşüncesi, Kur’ana gölge düşürmez mi) diye sorabilirler. Hayır asla mahzuru olmazdı. Çünkü Hazret-i Ali, âyetlerin altına Resulullah efendimizin yaptığı açıklamaları koyardı. Hatta bundan dolayı İbni Sebeciler, (Hazret-i Ali’nin Mushaf’ı ayrıdır) derler. Ayrı bir Mushaf yok, açıklamalı Mushaflar vardır. Hazret-i Ali açıklama koyunca suç olmuyor da, Hazret-i Ömer koyarsa niye suç olsun ki?

Hepsi Cennetlik olan eshab-ı kiram yanlış iş yaparsa ortada din mi kalır? Çünkü, Kur’anı da, hadisleri de onlar bildirdiler. Onun için böyle sualleri gündeme getirmek bile yersizdir.

Filtrele

Geri