Hazret-i Osman’a dil uzatılamaz

Hazret-i Osman’a dil uzatılamaz

Sual: İbni Sebeciler, Peygamber efendimizin iki kızını verdiği mübarek damadı Hazret-i Osman’a da hâşâ kâfir diyorlar. Kur’an-ı kerimi değiştirdi, iş başına hep akrabalarını getirdi diyorlar. Böyle söylemek doğru mudur?

CEVAP
Hazret-i Osman (radıyallahü teâlâ anh), Peygamber efendimizin iki kızıyla evlenmekle şereflenmiş damadıdır. İnsanlık tarihinde bir peygamberin iki kızıyla evlenmek ondan başkasına nasip olmamıştır. Hayatta iken ismen Cennet ile müjdelenmiş on kişiden biri olup, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’den sonra eshab-ı kiramın en büyüğüdür. İlk iman edenlerden ve malını canını Allah ve Resulü için feda edenlerdendir.

İbni Sebecilerin bu iftirası için, yukarıda birinci ve ikinci maddelerde yeterli cevap, hâşâ ona dil uzatanların, kâfir diyenlerin kendilerinin kâfir olduklarına dair yeterli delil vardır. Burada birkaçını tekrar yazalım:

Hazret-i Osman, Medine'ye hicretle şereflenen, Allah’ın övdüğü muhacirlerden ve ilk iman edenlerden olduğu için Cennetliktir. İşte âyet-i kerime meali:
(Muhacirlerin ve Ensarın önce imana gelenlerinden ve Onların yolunda gidenlerden Allah razıdır. Onlar da Allah’tan razıdır. Allah, Onlar için Cennetler hazırladı.) [Tevbe 100]

Hazret-i Osman, Eshab-ı kiramdan olduğu için Cennetliktir. İşte âyet-i kerime meali:
(Allah, [Eshab-ı kiramın] hepsine de en güzeli [Cenneti] vaad etmiştir!) [Nisa 95]

Hazret-i Osman, Allah Resulü tarafından ağaç altında söz verenlerden olduğu bildirildiği için Cennetliktir. İşte âyet-i kerime meali:
(Ağaç altında, sana söz veren müminlerden, Allah razıdır.) [Fetih 18]

Cabir bin Abdullah dedi ki, Resulullah, (Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!) buyurdu. [Müslim, Ebu Davud, Tirmizi]

Bu sözleşmeye, Biat-ür-rıdvan denir. Çünkü, Allahü teâlâ, bunlardan razıdır. (İmam-ı Begavi Meâlimüttenzil)

Resulullah biat-ı rıdvan ile emrettikleri vakitte, Hazret-i Osman’ı Mekke-i mükerremede, Kureyşe haberci göndermiş idi. İnsanlar ile biat ettiğinde, (Muhakkak ki Osman, Allah’ın ve Resulünün hacetini [işini] görmektedir!) buyurup, mübarek ellerinin birini kendisi için, birini Hazret-i Osman için kıldı. Kendileri için kıldığı eli, Osman için kıldığı el üzerine koyup, Hazret-i Osman yerine biat etti.

Hazret-i Osman, Peygamber efendimizin damadı olmakla şereflendi. Bu nimet ve şeref vesilesiyle de Cennetliktir. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Allahü teâlâ bana söz verdi ki, kızlarını aldığım ve kızlarımı verdiğim aileler, Cennette benimle beraber olacaktır.) [Deylemi]

(Allahü teâlâ, beni insanların en asilzadesi olan Kureyş kabilesinden seçti ve bana onların arasından en iyilerini eshab [arkadaş] olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezir olarak ve din-i İslamı, insanlara bildirmekte, yardımcı olarak seçti. Bunlardan bazılarını da Eshar, [zevce, kayınpeder, kayınvalide, kayınbirader ve baldız gibi kadın tarafından akraba] olarak ayırdı. Bunlara sövenlere, iftira edenlere, Allahü teâlânın ve bütün meleklerin ve insanların laneti olsun! Allahü teâlâ, kıyamet günü, bunların farzlarını ve sünnetlerini kabul etmez.) [Hakim]

(Esharımın [zevce tarafından olan hısımlarımın] Cennetlik olmasını istedim. Rabbim de bu isteğimi kesin olarak kabul etti.) [Hakim]

(Benimle evlenen veya kız alıp verdiklerim, Cehenneme girmez.) [Deylemi, İ. Neccar]
Sırf bu hadis-i şerifler bile Hazret-i Osman’ın Cennetlik olduğunu göstermektedir.

Resulullah efendimiz, kızı Hazret-i Rukayye’ye buyurdu ki:
(Ey canım kızım, Osman’a çok sevgi göster! Zira Eshabım arasında ahlakı bana en çok benzeyen odur.) [Mesabih, Mirat]

Mirat-ı kâinatda deniyor ki:
Peygamber efendimiz, Allahü teâlânın emri ile kızı Rukayye’yi Hazret-i Osman’la evlendirdi. Hazret-i Rukayye vefat edince, Hazret-i Osman’ın gözlerinden yaşlar akmaya, yani ağlamaya başladı. Bunu gören Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Ya Osman ağlama! Allah’a yemin ederim ki, yüz kızım olsa ve vefat etseler, bir tane kalmayıncaya kadar sana verirdim. İşte, Cebrail aleyhisselam geldi. Allahü teâlânın, ölen kızımın yerine kardeşini, [Ümmi Gülsümü] aynı mehirle sana vermemi emrettiğini bildirdi.) [İbni Asakir]

Kızı Ümmi Gülsüme de, (Kızım, zevcin Osman, Ceddin İbrahim peygambere ve baban Muhammede [aleyhisselam] herkesten daha çok benzemektedir) buyurdu.

Hazret-i Osman âyet-i kerimelerle Cennetle müjdelendiği gibi, ikram olarak ismen de Cennetle müjdelendi. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Osman Cennettedir.) [Tirmizi, İbni Mace, Taberani, İ. Asakir, Beyheki, Dare Kutni, Hakim, Ebu Nuaym, İbni Said]

(Ya Osman, benden sonra sana da hilafet verilecektir. Münafıkların sözüne bakıp da hilafeti terk etme! O gün oruçlu ol, benim yanımda iftar edersin.) [İbni Adiy]

(Ya Osman, Allahü teâlâ sana hilafet gömleğini giydirecektir. Münafıklar çıkartmak isteyeceklerdir. Bana kavuşuncaya kadar onu çıkartma!) [İbni Mace, Tirmizi]

(Bir kimseyi, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’den üstün gören beni yalanlamış olur.) [Rafi'i]

(Cebrail dedi ki: Allahü teâlâ buyuruyor ki, "Her ümmet kıyamette susuzluk görecek, yalnız Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi sevenler müstesna.) [Rafi'i]

(Şu dört kişinin sevgisi bir münafığın kalbinde toplanmaz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali.) [İbni Asakir]

(Allahü teâlâ, namazı, zekatı ve orucu farz ettiği gibi, Ebu Bekri, Ömer’i, Osman’ı ve Ali’yi sevmeyi de farz etti.) [Vesile]

(Sünnetime ve hulefa-i raşidinin yoluna sımsıkı sarılın!) [Buhari]

(Ümmetimin en merhametlisi Ebu Bekir, dinde en sağlam olanı Ömer, en hayalısı Osman, en iyi hüküm vereni ise Ali’dir.) [İbni Asakir, Ebu Ya’la]

Hazret-i Osman gelince Peygamber efendimiz, mübarek ayaklarını örttü. Sebebi sual edilince, (Osman’dan melekler haya eder, ben haya etmez miyim) buyurdu. [Beyheki]

Hazret-i Ali, bir gün Hazret-i Fatıma’yı incitmişti. Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer Peygamber efendimize ricada bulundularsa da, Peygamber efendimiz Hazret-i Ali’yi affetmedi. Hazret-i Osman rica edince affetti. Sebebini sorduklarında buyurdu ki:
(Öyle birinin şefaatini [ricasını, af talebini] kabul ettim ki, yer ile göğün yerini değiştir diye, Allah’tan istese, Allahü teâlâ bunu kabul edip değiştirir. Yahut "ya Rabbi bu ümmetin hepsinin günahlarını affet!" dese, affeder.) [Mesabih]

Öldürülmesi gerekenlerden olan İbni Ebi Sürh, Mekke’nin fethinde Hazret-i Osman’ın evine sığınmış ve Müslüman olmuştu. Hazret-i Osman, bu zatı getirip, (Ya Resulallah, bununla da biat eyle) demişti. Peygamber efendimiz, Hazret-i Osman’ı çok sevdiği için, o zat ile de biat etmişti.

Resulullahın yanına bir cenaze getirildi. Namazını kılmadı ve (Bu adam Osman’a düşman idi. Onun için, Allahü teâlâ da, buna düşmandır) buyurdu. (Tirmizi)

Peygamber efendimiz, Ebu Musa Eşari’ye, (Kapıdan girenleri Cennetle müjdele) buyurdu. Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer girdi. Kapı tekrar çalınınca, (Kapıyı aç, gelenin Cennetlik olduğunu müjdele! Başına belalar geleceğini söyle) buyurdu. İçeri giren Osman idi. (Buhari)

Allah Resulünün damadı Hazret-i Osman’a yapılan iftiralar:

1) İbni Sebeciler diyor ki: (İş başına akrabasını getirmesi yanlıştır. Paraları akrabalarına yedirdi. Müslümanların başına geçmesi talihsizlik oldu.)
CEVAP

Eshab-ı kiram kitabında diyor ki:
Hazret-i Osman’ın kendi akrabasına ihsanda bulunması da, İslamiyet’in emrettiği bir şeydir. Sıla-i rahm sevabına kavuşmuştur. Bunları, Beytülmaldan değil, kendi malından verdi. Fakat, beyt-ül-malda olan hakkını almayıp, Müslümanlara dağıtmak, fazilet iken, bir suç gibi göstermek çok çirkindir. Hazret-i Osman’ın akrabaları cihat ettiler, çok kahramanlık yaptılar. Her mücahid gibi, bunlara da haklarını vermesi gerekirdi. Hazret-i Osman zamanında, İslamiyet’in Asya’ya, Afrika’ya yayılmasında, onun bol ihsanlarının çok faydası oldu. Resulullah da, ganimetten, Kureyş kabilesinden olanlara başkalarından daha çok verirdi. Haşim oğullarına bunlardan da çok verirdi.

Hazret-i Ali, Hazret-i Osman’ın katillerine kısas yapmadı. Ebu Musel-Eşariye ve Ebu Mesud-i Ensariye saygı göstermedi. Müslümanların kanlarının dökülmesine mani olmadı. Tebük gazvesinde bulunmadı. Bunlar, Hazret-i Ali’nin şerefini azaltmaz.

Müctehidin, kendi ictihadı ile hareket etmesi suç olmaz. Halifenin, dilediğini, dilediği işin başına geçirmesi hakkıdır. Hatta vazifesidir. Akrabasının kabiliyetlerini daha iyi bildiği ve kendisine daha itaatli oldukları için, onları tercih etmesi iyi oldu. Onların yaptığı yanlış işler, onun emri ile değildi. Halifenin gaybı bilmesi lazım gelmez. Velid bin Ukbeye kısas yapmaması, şikayetleri değerlendirebilmek içindi. Kufeliler, Velid şarap içti diye haber verdiler. Hazret-i Ali’ye emredip, Velid’e had cezası vurdurdu.

Hazret-i Osman çok zengin bir tüccar idi. Bütün malını ve mülkünü Resulullah için feda etti. Mesela, Tebük gazvesinde Hazret-i Osman, kendi ticaret malından üç bin deve, 70 at, on bin altın getirdi. Resulullah efendimiz, bunları askere dağıtıp buyurdu ki:
(Bugünden sonra Osman’a günah yazılmaz, yani Allah onu günahtan korur.) [Tirmizi]

Hazret-i Osman’ı öven hadis-i şeriflerden ikisi şöyledir:
(Benim Cennette arkadaşım Osman’dır.) [Tirmizi]

(Osman’ın şefaati ile, Cehennemlik olan 70 bin kişi sorgusuz Cennete girecektir.) [İ. Asakir]

Hazret-i Osman zamanında Horasan, Hindistan, Maveraünnehr, Semerkand, Kıbrıs, Kafkasya, Afrika’nın birçok yerleri ve Endülüs fethedildi. Acem devletini tarihten sildi. Amcasının oğlu ve damadı Mervan bin Hakemi vezir yaptı. Mervan, çok zeki, çok akıllı ve fıkıh âlimi bir zat idi. Kur’an-ı kerimi çok güzel okur, günahlardan sakınırdı. Mührünün üzerinde (Allah’a güvenirim, ondan isterim) yazılı idi. (Eshab-ı Kiram kitabı)

2) İbni Sebeciler diyor ki: (Osman ve diğer ilk iki halife Kur’anı değiştirdi.)
CEVAP
Tuhfe-i isna aşeriyye
kitabında buyuruyor ki:
Üç Halifeye yapılan bu çirkin iftiraya karşı en güzel cevabı, Allahü teâlâ veriyor. Hicr suresinin dokuzuncu âyetinde mealen, (Kur’anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız) buyuruldu. Allahü teâlânın koruduğunu hiçbir insan bozabilir mi? Onların bu sözü, Hazret-i Osman’ı, Allahü teâlâdan daha güçlü bildiklerini gösteriyor. Halbuki, onlar her fırsatta, üç Halifeyi kötülemektedir. Burada Hazret-i Osman’ı, Allahü teâlâya ortak yapacak kadar yükseltiyorlar.

İran’daki din adamlarından Küleyni, Hişam bin Sâlimin ve Muhammed bin Hilalinin, Kur’an değişmiştir, dediklerini yazıyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri de, Allahü teâlânın mealen, (Kimse Kur’an-ı kerimi değiştiremez) buyurduğunu yazıyor. Fussilet suresinin 41 ve 42. âyet-i kerimelerinde mealen, (Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından [hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir) buyuruldu. [Kur’anı Allah indirdiği için, onu bozabilecek birinin çıkamayacağı açıkça bildiriliyor.]

[Bu hususta birkaç âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. Onun sözlerini [Kur’anı] değiştirebilecek [hiçbir şey, hiçbir kuvvet] yoktur.) [Enam 115]

(De ki: Bu Kur’anın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler toplanıp, birbirine destek de olsalar, yemin olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88] (14 asır geçtiği halde, birçok din düşmanı, hâşâ Allah’ı yalancı çıkarmak için uğraşmışsa da bunu yapamadılar.]

(Eğer Kur’an, Allah’tan başkasından gelmiş olsaydı, içinde pek çok tutarsızlık [tenakuz, çelişki] bulunurdu. Bunu düşünemiyor musunuz?) [Nisa 82]

(Eğer o [Peygamber] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka 44-47]]

Allahü teâlânın koruduğu bir şeyi kim değiştirebilir? Peygamberimizin, Kur’an-ı kerimi, indiği şekilde bildirmesi vacip idi. Resulullah zamanında, bir kimse müslüman olunca, önce Kur’an-ı kerimi öğrenirdi. Her öğrenen başkalarına öğretirdi. Resulullahın huzurunda, Kur’an-ı kerimi ezberlemiş binlerce müslüman vardı. Bazı gazalarda, yetmişten çok Kur’an hâfızının şehit olduğu, tarih kitaplarında yazılıdır.

Bu güne kadar, dünyanın her tarafında, İslam memleketlerinde, yüzbinlerce hâfız yetişti. Bunların Kur’an okumaları büyük ibadet idi. Her müslüman, namazda ve namaz dışında, ezberden Kur’an-ı kerim okumaktadır. Her müslüman çocuğu, mektebe başlayınca, ona her şeyden önce, Kur’an-ı kerimden parçalar ezberletilir. Kur’an-ı kerim, Küleyni’nin kitabı ve Ebu Cafer Tusi’nin Tezhib kitabı gibi değildir ki, sandıklarda kilitli bırakılıp, tenha zamanlarda birkaç kişi gizlice okusun!

Halbuki, Şiilerin bütün kitaplarında yazıyor ki, Ehl-i beyt-i nebevinin ve oniki imamın hepsi, bu Kur’an-ı kerimi okurlardı. Dosta, düşmana, senet olarak, bu Kur’anı gösterirlerdi. Bunun âyetlerini tefsir ederlerdi. İmam-ı Hasan-i Askeri’nin tefsiri diyerek sakladıkları tefsir kitabı, bu Kur’anın tefsiridir. Oniki imam, çocuklarına, kadınlarına, talebelerine, hep bu Kur’an-ı kerimi öğretirlerdi. Namazda, bu Kur’anı okumalarını emr ederlerdi. Bunun içindir ki, Şii âlimlerinden şeyh ibni Babeveyh bile, İtikadat kitabında, bu yoldan Hazret-i Osman’a saldırmanın yanlış olduğunu bildirmiştir. (Hak Sözün Vesikaları)

Hazret-i Osman’a buğzetmek
Sual: Bazı kimseler, hazret-i Osman’ı tenkit etmekte, Ona buğzetmekte, kötülemekte, dil uzatmaktadırlar. Böyle tenkit etmek, buğzetmek günah değil midir?
Cevap:
Konu ile alakalı olarak Menakıb-ı Çihar Yar-i Güzin kitabında deniyor ki:
İmâm-ı Zehrî hazretleri, senetleri ile beraber Abdurrahmân bin Avf hazretlerinden rivayetle, Resulullah efendimizin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Resulullah efendimiz, bir gün Mescid-i Nebevîde, ömürlerinin son günlerinde, kalabalık arasından kalktı, minbere çıktı. Allahü teâlâya hamd ve sena eyledikten sonra;
(Osman bin Affan nerededir) buyurarak, Onu yanına çağırdı ve buyurdu ki:

(Ey Müslüman cemaati! Bu Osman bin Affan’dır. Muhacir ve Ensarın büyüğüdür. Bu, o kimsedir ki, Allahü teâlâ bana emretti ki, ben onu senet ve damat seçtim. İki kızımı vererek damat seçtim. Eğer üçüncü kızım olaydı, onu da tezvîc ederdim. Bu, o kimsedir ki, gökteki melekler bundan hayâ eder. Buna buğz edenler üzerine Allahü teâlânın ve bütün lanet edenlerin laneti olsun!)

Hazret-i Ali’ye dil uzatılamaz

Hazret-i Ali’ye dil uzatılamaz

Sual: İbni Sebeciler, Peygamber efendimizin mübarek damadı Hazret-i Ali’ye, eshabı sevmediği halde senelerce onları idare etti, yani ikiyüzlülük etti diyerek hâşâ münafıklık isnat ediyorlar. Allah’ın verdiği ilmi sakladı sadece torunlarına verdi, onlar da bunu gizledi, ahir zamanda Mehdi meydana çıkaracak diye de hâşâ küfür isnat ediyorlar. Bunların dinde yeri nedir?

CEVAP
Hazret-i Ali (radıyallahü teâlâ anh), Allah Resulünün damadı, Hazret-i Ömer’in kayınpederidir. İslam halifelerinin ve ismen Cennetle müjdelenen on kişinin dördüncüsüdür. Ehl-i beytin birincisidir. Allahü teâlânın aslanı idi. Çeşitli hadis-i şeriflerde methedildi. Evliyanın büyüğü, vilayet yolunun reisidir. Her tarikatta herkese Vilayetin feyzleri ve marifetleri Hazret-i Ali’den gelmektedir.

Hazret-i Ali, Medine'ye hicretle şereflenen, Allah’ın övdüğü muhacirlerden ve ilk iman edenlerden olduğu için Cennetliktir. İşte âyet-i kerime meali:
(Muhacirlerin ve Ensarın önce imana gelenlerinden ve Onların yolunda gidenlerden Allah razıdır. Onlar da Allah’tan razıdır. Allah, Onlar için Cennetler hazırladı.) [Tevbe 100]

Hazret-i Ali, Eshab-ı kiramdan olduğu için Cennetliktir. İşte âyet-i kerime meali:
(Allah, [Eshab-ı kiramın] hepsine de en güzeli [Cenneti] vaad etmiştir!) [Nisa 95]

Hazret-i Ali, ağaç altında söz verenlerden olduğu için Cennetliktir. İşte âyet-i kerime meali:
(Ağaç altında, sana söz veren müminlerden, Allah razıdır.) [Fetih 18]

Hazret-i Ali, Bedir savaşına katılanlardan olduğu için Cennetliktir. İşte Bedir ehline katılan müslümanların şânı için bir hadis-i şerif meali:
(Bedir savaşına katılan müslümanlar Cennetliktir.) [Dare Kutni]

Hazret-i Ali, Peygamber efendimizin damadı olmakla şereflendi. Bu nimet ve şeref vesilesiyle de Cennetliktir. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Allahü teâlâ bana söz verdi ki, kızlarını aldığım ve kızlarımı verdiğim aileler, Cennette benimle beraber olacaktır.) [Deylemi]

(Allahü teâlâ, beni insanların en asilzadesi olan Kureyş kabilesinden seçti ve bana onların arasından en iyilerini eshab [arkadaş] olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezir olarak ve din-i İslamı, insanlara bildirmekte, yardımcı olarak seçti. Bunlardan bazılarını da Eshar, [zevce, kayınpeder, kayınvalide, kayınbirader ve baldız gibi kadın tarafından akraba] olarak ayırdı. Bunlara sövenlere, iftira edenlere, Allahü teâlânın ve bütün meleklerin ve insanların laneti olsun! Allahü teâlâ, kıyamet günü, bunların farzlarını ve sünnetlerini kabul etmez.) [Hakim]

(Esharımın [zevce tarafından olan hısımlarımın] Cennetlik olmasını istedim. Rabbim de bu isteğimi kesin olarak kabul etti.) [Hakim]

(Benimle evlenen veya kız alıp verdiklerim, Cehenneme girmez.) [Deylemi, İ. Neccar]
Sırf bu hadis-i şerifler bile Hazret-i Ali’nin Cennetlik olduğunu göstermektedir.

Hazret-i Ali ve Hazret-i Fatıma ve çocuklarının herkes üzerinde hakları vardır. İnsanların en şereflileri onlardır. Onlara tazim, dinimizin emridir.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ali Cennettedir.) [Tirmizi, İbni Mace, Taberani, ibni Asakir, Beyheki, Dare Kutni, Hakim, Ebu Nuaym, ibni Sa’d]

(Ali’yi ancak mümin olan sever ve ona ancak münafık olan buğzeder.) [Nesai]

(Ali’yi sevmek, ateşin odunu yaktığı gibi, müslümanların günahını yok eder.) [İ. Asakir]

(Ali’yi seven, beni sevmiştir. Ona düşmanlık, bana düşmanlıktır. Onu inciten beni incitmiştir. Beni inciten de elbette Allah’ı incitmiş olur.) [Taberani]

(Ben kimin mevlası [efendisi] isem, Ali de onun mevlasıdır!) [Nesai]

(Ya Ali, senin sevdiğini sever, senin buğzettiğine buğzederim.) [Taberani]

(İmanın alametleri vardır. Birinci alameti Ali’yi sevmektir.) [M. Ç. Güzin]

(Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır.) [Deylemi]

(Ali’yi sevmek, iman, ona düşmanlık, nifak alametidir.) [Kurret-ül-ayneyn]

(Ya Ali, bana, Harun’un Musa’ya yakınlığı gibisin. Yalnız benden sonra peygamberlik yoktur.) [Buhari]

(Her şeyin bir kanadı vardır, bu ümmetin kolu kanadı da Ebu Bekir ve Ömer’dir. Her şeyin bir kalkanı vardır, bu ümmetin kalkanı da Ali’dir.) [Hatib]

(Bir kimseyi, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’den üstün gören beni yalanlamış olur.) [Rafi'i]

(Cebrail dedi ki: Allahü teâlâ buyuruyor ki, "Her ümmet kıyamette susuzluk görecek, yalnız Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi sevenler müstesna.) [Rafi'i]

(Şu dört kişinin sevgisi bir münafığın kalbinde toplanmaz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali.) [İbni Asakir]

(Allahü teâlâ, namazı, zekatı ve orucu farz ettiği gibi, Ebu Bekri, Ömer’i, Osman’ı ve Ali’yi sevmeyi de farz etti.) [Vesile]

(Sünnetime ve hulefa-i raşidinin yoluna sımsıkı sarılın!) [Buhari]

(Ümmetimin en merhametlisi Ebu Bekir, dinde en sağlam olanı Ömer, en hayalısı Osman, en iyi hüküm vereni ise Ali’dir.) [İbni Asakir, Ebu Ya’la]

Allah Resulünün damadı, Hazret-i Ömer’in kayınpederi, Allah’ın aslanı Hazret-i Ali’ye iftiralar:

1) İbni Sebeciler, (Hazret-i Ali, Üç halife ve eshabı sevmiyordu. Onlar da Hazret-i Ali’yi sevmiyorlardı. Hazret-i Ali onları senelerce sever görünerek idare etti) diyorlar.
CEVAP

Elbette Eshab-ı kiram birbirlerini çok sever ve birbirlerinin dostu idi. İşte âyet-i kerime meali:
(İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve [hicret eden eshabı] barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin dostlarıdır.) [Enfal 72]

Eshab-ı kiram birbirlerini çok sevdiği gibi birbirine karşı çok merhametli idi. İşte bir âyet-i kerime meali:
(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın peygamberidir, Onunla birlikte bulunanların [Eshabın] hepsi, kâfirlere karşı çetin ve birbirlerine karşı merhametlidir. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.) [Feth 29]

Hepsi insanların en hayırlısı ve Cennetlik idi. İşte âyet-i kerime mealleri:
([Resulullahın eshabı olan] sizler, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız.) [Âl-i İmran 110]

(Mekke’nin fethinden önce Allah için mal veren ve savaşanlara, fetihten sonra verenlerden ve savaşanlardan daha yüksek derece vardır. Bunların dereceleri eşit değildir. Hepsi için Hüsnayı [Cenneti] söz veriyorum.) [Hadid 10]

(İyilik yarışında önceliği kazanan muhacirler ve ensar ile onlara [eshab-ı kirama] güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.) [Tevbe 100]

İbni Hacer-i Mekki hazretleri buyuruyor ki:
Araf ve Hicr surelerinde (Biz azimüşşan, onların kalblerindeki gıl ve gışşı nezettik) buyuruluyor. Yani kalblerindeki kin ve düşmanlık gibi şeyleri kökünden çıkarıp attık. Demek ki, hiçbir sahabi, başka bir sahabiye haset ve kin beslemez. Çünkü, hepsi Hakkulyakîn mertebesine ulaşmışlardır. Aralarındaki savaşlar ictihad sebebi ile idi. Her biri, kendi ictihadı ile hareket etmeye mecbur olduğundan, hiçbiri kötülenemez. Eshab-ı kiramdan birini kötülemek, (Allah onlardan razıdır) mealindeki âyete inanmamak olur. (Tathir-ül-cenan)

Allahü teâlânın sıfatları ebedidir, sonsuzdur. Onlardan [eshab-ı kiramdan] razı olması da sonsuzdur. Artık bir daha sözünden dönmez, hep razıdır. İki âyet-i kerime meali:
(Allah asla sözünden dönmez.) [Al-i İmran 9, Zümer 20, Rad 31]

(Allah vaadinden dönmez.) [Rum 6]

İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Birkaçını bildirdiğimiz âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler karşısında Allahü teâlâ, mezhepsizlere insaf versin! Herkes bilir ki, iki yüzlülük, hainlik alametidir. Eshab-ı kirama ve hele, en kıymetlilerinden olan, Allah’ın aslanına, hiç iki yüzlü denilebilir mi? İnsanlık dolayısıyla, doğru söz, bir iki saat veya bir-iki gün saklanabilir denirse, yeri vardır. Fakat, Allah’ın aslanına, tam otuz sene, hainlik alametini yüklemek ve bu uzun zamanda, hep iki yüzlülükle yaşadı demek, ne kadar çirkin, ne kadar alçakça bir iftira olur. Küçük günah, her zaman yapılırsa, büyük günah olur buyurmuşlardır. Kötü insanların, münafıkların bir fenalığını otuz sene durmadan yapmanın, artık ne olacağını düşünmeli. Bu sözlerinin çirkinliğini bilip de, Şeyhaynın [yani Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’in] üstünlüğünü kabul etselerdi, böylece Hazret-i Ali’ye ihanet etmekten, alçaltmaktan kurtulurlardı. İki beladan küçüğünü seçmiş olurlardı. Şunu da söyleyelim ki, Şeyhaynın üstünlüğünü söylemekte, Hazret-i Ali’yi küçültmek yoktur ve onun Halifeliği inkâr edilmiş olmaz. Vilayetteki yüksek mertebesine ve hidayet ve irşad makamına dokunulmuş olmaz. Halbuki, bunların dediği gibi, onu iki yüzlü bilmekle, bütün bu meziyetler, kıymetler, kendisinden alınmış olur. Çünkü, iki yüzlülük, münafıkların, en aşağı insanların ve yalancı, dolandırıcı kimselerin işidir. (Eshab-ı Kiram kitabı)

Peygamber efendimiz Hazret-i Ali için, (Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır) (İlim on kısımdır. Dokuzu Ali’de, biri diğer halktadır. O, bu biri de onlardan iyi bilir) buyurdu. Burada birkaçını yazdığımız âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri Hazret-i Ali bilmiyor muydu? Hâşâ o cahil veya münafık mıydı? Yoksa, hâşâ bunları hiçe sayacak kadar gözünü mevki makam yani halifelik hırsı mı bürümüştü?

Maide suresinin ikinci âyet-i kerimesinde mealen, (Allah, kullarını birr ve takvada, birbirlerine yardım etmeye, birbirleri ile iyi geçinmeye çağırıyor. Günahta ve düşmanlıkta yardım etmeyiniz) buyuruldu. Eshab-ı kiramın birbirini sevmemesi, milyonlarla müslümanın birbirine kâfir demesi, lanet etmeleri, birr ve takva olmayıp günah olur. Hazret-i Ali’nin ve Hazret-i Fatıma’nın bu âyet-i kerimeye [ve yukarıda bildirdiğimiz âyet-i kerimelere] uymadıkları söylenmiş olur.

Bunlar, üç halifenin hilafetlerini kabul etmemekle ve Eshab-ı kirama düşman olmakla, sonra gelen müslümanların birbirlerine kâfir diyeceklerine sebep olacaklarını, böylece bu âyet-i kerimeye uymayan bir çığır açılacağını bilmiyorlardı, eğer bilselerdi vazgeçerlerdi denirse, bunların üstünlüğü keşf ve kerametleri de inkâr edilmiş olur.

Hazret-i Ali’nin evladından ve Evliyanın büyüklerinden olan seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri, Gunyet-üt-Talibin adındaki kitabında buyuruyor ki, (Şiilere göre hilafet oniki imama mahsustur. Bunlar masumdur. Günah işlemezler. Keşf ve keramet yalnız kendilerinde görülür. Dünyada, olmuş ve olacak her şeyi bilirler, derler.) Kumların sayısına varıncaya kadar her şeyi bilen Hazret-i Ali’nin, Hazret-i Ebu Bekir’e oy vermediği için, milyonlarca ümmetin yoldan çıkacağını bilmediğini söylemek, bu inanışlarına uymaz. Böyle söylemek, zaten doğru da değildir.

Halifelik ağır bir yüktür. Böyle olduğu kitaplarda da yazılıdır. [Bu yükün ağırlığından Hazret-i Ebu Bekir, bir kuş görüp, (Ey kuş ne mutlu sana ki meyveleri yersin. Yapraklar arasında gölgelenirsin. Kıyamette hesaba çekilmezsin. Keşke, Ebu Bekir de senin gibi olsa idi) demişti. Bir kere de, (Keşke bir yeşil ot olaydım. Hayvanlar beni yiyeydi. Böylece, kıyamet günü yaratılıp hesaba çekilmeseydim) buyurdu. (Zeynül-mecalis)

Hazret-i Ömer bir cemiyette ağladı. Niçin ağladığı sorulduğunda, buyurdu ki: (Niçin ağlamayayım ki, eğer Fırat kenarında oğlak zayi olsa, yarın kıyamet gününde, o Ömer’den sorulur.) Bir kere de eline bir saman çöpü alıp, (Ne olaydı, bu saman çöpü ben olaydım. Ne olaydı mahluk olmaya idim, validem beni doğurmayaydı. Ne olaydı, hatırlanan nesne değil de, unutulan nesne olaydım) demişti. (M. Ç. Güzin)]

Bir müminin, başka müminler, beni niçin seçmediler diye üzülerek, onlara düşmanlık etmesi mi, yoksa bu ağır yükü çok şükür bana vermediler diye sevinmesi mi doğrudur? Hele, onun düşmanlığından, müslümanlar arasında, kıyamete kadar fitne ve fesat çıkacağını biliyor ise, elbette, seve seve oy verip Halifeyi desteklemesi lazım olur. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
(Dünya hayatı, ancak insanları aldatıcı şeylerdir.) [Al-i imran 185, Hadid 20]

(Dünya hayatı oyun ve boş şeylerdir. Allah’tan korkanlar için, ahiret hayatı elbette hayırlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz?) [Enam 32]

(Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizi imtihan etmek için verildi. Allah, iyiliklerinize karşılık, size çok büyük ecr verecektir.) [Enfal 28, Tegabün 15]

(Dünya hayatını ahiretten daha çok mu beğeniyorsunuz? Dünya hayatında ele geçenler, ahirettekilerden çok azdır.) [Tevbe 38]

(Mal ve çocuklar, dünya hayatının süsleridir. Sonsuz kalıcı olan iyi işlerin sevapları, Rabbinin yanında daha iyidir.) [Kehf 46]

Daha böyle altmışaltı kadar âyet-i kerimeler, dünya malına, mevkiine gönül bağlamamayı tembih buyuruyor. Bu yolda sayısız hadis-i şerifler de bildirilmiştir.

Bu âyet-i kerimeleri, ilim şehrinin kapısı olan Hazret-i Ali ile kadınların en üstünü olan Hazret-i Fatıma-tüz-Zehra elbette herkesten daha iyi biliyorlardı. Bunların dünya mevkii için ve hurma bahçesi için üzülerek didişmeleri, kakışmaları hiç düşünülebilir mi?

Hele yüz milyonlarla insanın Cehennemde sonsuz kalmasına sebep olacak bir didişmeyi, dövüşmeyi yapmaları olacak şey midir?

Bu fakir, [yani Tezkiye-i ehli beyt risalesini yazan Osman efendi], Şii âlimlerinden birine sordum ve Fatıma hazretlerinin, hurma bahçesini vermedikleri için Eshab-ı kirama gücenmesi, dünyayı sevmek demek olup caiz değildir, dedim. (Onun gücenmesi dünyaya düşkün olmasından değildi. Çirkin bir işin yapılmasını beğenmedikleri için idi) dedi. Bu kaçamak cevabı ile, Resulullahın tertemiz kerimesini lekelemiş oluyordu. Çünkü İslamiyet’e uygun olarak yapılan bir işi, ancak nefs-i emmare çirkin sanır. Bunu hatırlattım ve aşağıdaki açıklamayı yaptım. Şaşkına döndü. Diyecek söz bulamadı.

Şöyle ki: Tarih okuyan iyi bilir ki, bir gazada imam-ı Ali hazretleri, bir kâfiri yere yıkıp öldüreceği sırada, canından ümidini kesen bu adam, ağzında olan bütün pislikleri, İmamın yüzüne püskürtmüştü. Yüzü gözü pislik içinde kalan İmam, kâfiri öldürmekten vazgeçmişti. Gözleri dönmüş, aklı gitmiş olan kâfir, daha şaşırıp, niye durdun, korktun mu, dedi. Hazret-i Ali kâfiri bırakıp, (Seni önce müslüman olmadığın için, Allahü teâlânın emri ile öldürecektim. Şimdi ise, yaptığın bu pislikten dolayı nefsim sana karşı düşman oldu. Şimdi öldürürsem, nefsim için öldürmüş olurum. Allahü teâlânın emrini değil, nefsimin isteğini yapmış olurum. Böylece, seni öldürmekle sevap kazanacağım yerde, günah işlemiş olurum) buyurdu. Kâfir, bu sözleri işitince, imam-ı Ali’nin vicdanının dayanmış olduğu İslam dininin üstünlüğüne hayran kalarak, bütün kalbi ile Kelime-i şehadet getirdi. Seve seve müslüman oldu. Birkaç dakika önce, can düşmanları iken, şimdi kucaklaşarak kardeş oldular.

Evliyanın büyüklerinden olan İbrahim bin Edhem, önce Belh padişahı idi. Saltanatı bırakıp, Mekke-i mükerremeye geldi. Sırtında odun taşıyarak ekmek parasını kazanırdı. Ölünceye kadar nefsi ile pençeleşti.

Osmanlı padişahlarının yedincisi olan Fatih Sultan Muhammed hanın babası, altıncı Osmanlı padişahı olan Sultan ikinci Murad han, kendi arzusu ile, saltanatı oğluna bırakarak kendisi Manisa’ya çekildi. Bir köşede ibadet ile meşgul oldu.

Hazret-i Ali’nin ve Hazret-i Fatıma’nın, dünyanın vefasızlığını anlamakta ve nefsle mücahedede, adı geçen sultanlardan aşağı olmadıkları gün gibi meydanda iken, bunların dünya malı ve mevkii için üzüldüklerini ve hele kin beslediklerini, bir müslümanın söylemesine imkan yoktur. Bu iftiraların, Abdullah bin Sebe adındaki münafık bir yahudi tarafından çıkarıldığına şüphe yoktur. Hazret-i Osman zamanında Yemen’den Mısır’a ve oradan Medine’ye gelip müslüman olduğunu söyledi. İslamiyet’e, başkalarının yapamadığı zararı yaptı.

Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Rabbinizden mağfiret istemeye ve Cennete girmeye koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennetin büyüklüğü gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allah’tan korkanlar için hazırlandı. Bunlar, az bulunsa da, çok bulunsa da, mallarını Allah yolunda verirler. Öfkelerini belli etmezler. Herkesi af ederler. Allah, ihsan edenleri sever) [Âl-i İmran 133-134]

(Müminler, birbirleri ile kardeştir. Kardeşleriniz arasında sulh yapınız!) [Hucurat 10]

Bunlar gibi daha otuza yakın âyet-i kerimelerde, müminlerin birbirlerine öfkelenmemesi, birbirlerine iyilik ve ihsan yapmaları, af etmeleri emir olunmaktadır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Birbirlerine merhamet edenlere, Allah merhamet eder. O, merhamet edicidir. Yer yüzünde olanlara merhamet ediniz ki, gökte olan melekler de, size merhamet etsin.)

Buna benzer daha elli kadar hadis-i şerifte öfkeyi yenmek, iyilik ve ihsan etmek emredilmekte, insanlık vazifeleri öğretilmektedir.

İşte, Hazret-i Ali ve Hazret-i Fatıma, mevki için ve birkaç hurma ağacı için öfkelenip, iyilik ve ihsan etmeyip, ölünceye kadar Eshab-ı kirama düşmanlık etselerdi, Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uymamış olurlardı. Buna hiç ihtimal var mıdır? Böyle yaptıklarını söyleyen bir kimse, her ikisinin yüksek şânlarını lekelemiş olur.

Ehl-i sünnet âlimleri, Resulullahın bu iki göz bebeğine hiçbir kusur gelmemesi için, böyle saçma şeyler söylememiş, bu büyükleri sevmek, son nefeste iman ile gitmeye sebep olur, diyerek çok sevilmelerini teşvik buyurmuşlardır.

Muhammed aleyhisselamın ümmetinin kardeşler oldukları, birbirlerini ne kadar çok sevdikleri herkesçe bilinmektedir. Mesela Abdullah ibni Ömer bir gün Resulullahın huzuru şerifine gelmişti. Buna çok iltifat buyurdu ve (Kıyamet günü herkesin beratı [yani kurtuluş vesikası], her işi ölçüldükten sonra verilir. Abdullah’ın beratı ise, dünyada verilmiştir) hadis-i şerifi ile bunu meth ve sena buyurdu. Sebebi sorulduğunda, (Kendisi vera ve takva sahibi olduğu gibi, dua ederken “Ya Rabbi! Benim vücudumu, kıyamet günü o kadar büyük eyle ki, Cehennemi yalnız ben doldurayım. Cehennemi insanla dolduracağım diye verdiğin sözün böylece yerine gelmiş olsun da, Muhammed aleyhisselamın ümmetinden hiç kimse Cehennemde yanmasın” diyerek din kardeşlerini kendi canından daha çok sevdiğini göstermiştir) buyurdu. Ebu Bekri Sıddıkın da böyle dua ettiği (Menakıb-i çihar yâr) kitabında yazılıdır.

Hazret-i Ali’nin, müslümanları sevmesi, Abdullah ibni Ömer’in sevmesinden kat kat fazla olduğu şüphesizdir. Halife yapılmadığı için, milyonlarca müslümanın Cehennemde sonsuz yanmasına sebep olacak bir sevgisizlik göstermesi imkansızdır.

Tebük gazasında ağır yaralanan Eshab-ı kiramdan birkaçı çok susamıştı. Bir müslümanın getirdiği bir bardak su, hangi yaralıya verildi ise, (önce, su istediğini işittiğim din kardeşime ver) diyerek birbirlerine gönderdikleri ve suyu içmeye sıra gelmeden her birinin şehit olduğu, imam-ı Gazali’nin (Kimya-yı saadet) kitabında ve diğer kitaplarda yazılıdır.

İşte, Resulullahın Eshabı birbirini bu kadar çok seviyordu. Bütün gazalarda canını ölüme atan imam-ı Ali ve Resulullahın sevgili kızı olan Fatıma-tüz-Zehra’nın üç Halifeyi ve Eshab-ı kiramın çoğunu sevmemesi hiç düşünülebilir mi? Böyle olduğunu söylemek, Onlar için bir kıymet ve üstünlük olmayıp, âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin yasak ettiği bir kötülük ve alçaklık olur. Kendileri böyle, alçak, kötü işleri yapmaktan uzak ve tertemiz oldukları için, böyle sözlerin, İslam düşmanları tarafından uydurulduğu, yalan ve iftira olduğu anlaşılmaktadır. (Tezkiye-i ehl-i beyt risalesi)

Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Ensara, Ehl-i beyte, Ebu Bekir ve Ömer’e ancak münafık buğzeder.) [İ. Asakir]

(Eshabıma dil uzatmakta Allah’tan korkun! Benden sonra onları kötü emellerinize alet etmeyin! Onları seven, beni sevdiği için sever. Beni sevmeyen de onları sevmez. Onları inciten beni incitmiş olur. Beni inciten de Allahü teâlâyı incitmiş olur. Bunun da cezası gecikmeden verilir.) [Buhari]

(Eshabımı kötüleyene Allah lanet etsin.) [Taberani, Beyheki, Hakim]

(Kimi çıkıp, Eshabımı kötüleyecek. Bunlar, Müslümanlıktan ayrılacaklardır.) [Beyheki]

(Beni gören müslüman, Cehenneme girmez.) [Taberani]

(Ya Ali, müşrik olan bazı kimseler sana aşırı bağlılık gösterecek, sende olmayan şeyleri, sana söyleyecekler ve Ebu Bekir’le Ömer’i kötüleyecekler. Allah onlara lanet etsin.) [Dare Kutni]

(Ya Ali! Sen İsa gibisin! Yahudiler, Ona düşman oldu. Mübarek annesi Meryem’e iftira etti. Hristiyanlar da, Onu aşırı yükselttiler. Ona yakışan dereceden daha yukarı çıkardılar.) [İ. Ahmed]

Hazret-i Ali bu hadis-i şerifi haber verdikten sonra, (Benim yüzümden iki türlü insanlar helak olur. Biri, beni aşırı severek, bende olmayan şeyleri bana takarlar. Ötekiler de, bana düşman olup, birçok iftira yaparlar) buyurdu. Bu hadis-i şerifte, hariciler, Yahudilere; Eshab-ı kirama düşmanlık edenler de, Hristiyanlara benzetilmiştir.

2) İbni Sebeciler, (Hazret-i Ali’de bir Mushaf vardı, bu eldeki Kur’anın iki misli idi. Bunlar kimseye gösterilmeden 12 imama verilmiştir, ahir zamanda Mehdi meydana çıkaracak) diyorlar.
CEVAP

Allah resulünün damadı, Allah’ın aslanı, Vilayet yolunun reisi Hazret-i Ali’nin de, mübarek torunlarının da, ne kendilerindeki ilmi, ne de Allah’ın âyetlerini saklaması mümkün değildir. Hâşâ Hazret-i Ali ilme ve dine düşman olamaz. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de bütün lanet ediciler lanet eder.) [Bekara 159]

(Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!) [Al-i İmran 187]

Hazret-i Ebu Hüreyre diyor ki:
Bu iki âyet olmasa idi, hiçbir hadis rivayet etmezdim. (Buhari)

Bir hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(İlmini saklayanların kıyamette ağzına ateşten gem vurulacaktır.) [İbni Mace)

Bu âyet ve hadis-i şerif de gösteriyor ki, Hazret-i Ali, Allah’ın kendisine ihsan ettiği ilmi, hele Kur’an-ı kerimi saklaması asla mümkün değildir.

Tezkiye-i ehl-i beyt kitabının müellifi Osman efendi anlatıyor:
Maarif meclisine gittiğim zamanlarda, Sebecilerin bir sandık içinde tefsirleri geldi. Basılmasına izin verilmedi. Sebebini sordular. (İslamiyet’e uymayan bir yeri mi var?) dediler. Evet, (Hazret-i Ali’nin kâfir ve zalim olduğunu yazıyorsunuz) dedim. Öfkeden gözleri döndü. (Hiddetlenme beni az dinle) dedim. Kitabın başında yazılmış ki:
(Talha, Ali’ye sordu ki, Osman Kur’andan 70 âyeti, Ömer de, 80 âyeti çıkardığı söyleniyor. Bu söz doğru mu? Ali evet doğrudur, dedi. Talha yine sordu ki: Değişmemiş olan Mushaf sende imiş, öyle mi? Ali, evet bendedir. Hem de, bu Kur’anın iki katı bende var, dedi. Sende bulunan Kur’anı Müslümanlara göstermeyecek misin? dedi. Eğer Ebu Bekir yerine, beni halife yapsalardı verirdim. Bana biat etmedikleri için, vermem ve vasiyet edeceğim, kıyamete kadar evladımın elinde gizli kalacak, buyurdu.)

İşte tefsirinizde böyle yazıyor. Yahudiler, Tevrat’taki Muhammed aleyhisselamı bildiren 20 âyeti sakladıkları için, Allahü teâlâ, bunlara (kâfir) diyor. Hazret-i Ali, Kur’anın iki mislini ki üç binden fazla âyeti saklamış oluyor. Bu yazınız ile, Hazret-i Ali’ye kâfir demiş oluyorsunuz, dedim.

Sebeci, şaşırıp kaldı, bir cevap veremedi. Daha sonra “Doğrusunu isterseniz, ben ne Şii, ne de Sünni’yim, ben masonum” dedi.

[Masonluğu da Yahudiler kurmuştur. Her tefrikanın, her oyunun içinde bir Yahudi parmağının olması bir rastlantı değildir.]

Bu yalanları çıkaran kimseler, açıkça gösteriyor ki, ne Şii, ne de Sünni’dir. İbni Sebe denilen bir Yahudi ve onun oyununa gelen zavallılardır. (Tezkiye-i ehl-i beyt)

Hazret-i Aliye buğzetmek
Sual: Bazı kimseler, Hazret-i Ali'ye düşmanca davranmakta, Ona buğzetmekte, dil uzatmaktadırlar. Böyle düşmanca davranmak, buğzetmek günah değil midir?
Cevap:
Menakıb-ı Çihar Yar-i Güzin kitabında deniyor ki:
İmâm-ı Zehrî hazretleri, senetleri ile beraber Abdurrahmân bin Avf hazretlerinden rivayetle, Resulullah efendimizin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Resulullah efendimiz, bir gün Mescid-i Nebevîde, ömürlerinin son günlerinde, kalabalık arasından kalktı, minbere çıktı. Allahü teâlâya hamd ve senâ eyledikten sonra;
(Ali bin Ebî Tâlib nerededir) buyurarak, Onu yanına çağırdı ve buyurdu ki:
(Ey Müslüman cemaati! Bu Ali bin Ebî Tâlib'dir. Bu Muhacir ve Ensarın büyüğüdür ve benim kardeşimdir, amcamın oğludur. Ve benim damadımdır, tenimdendir, kanımdandır. Bu, iki torunumun babasıdır. Bunlar, Cennet gençlerinin seyitleridir. Bu, çok gam ve gussayı benden gidermiştir. Çok kuvvetli düşmanları susturmuştur. Bu o kimsedir ki, Allahü teâlânın aslanı ve kılıcıdır. Allahü teâlânın ve bütün lanet edenlerin laneti, yeryüzünün düşmanlarına ve buna buğzedenlere olsun. Allahü teâlâ ona buğzedenlerden beridir, uzaktır. Ben de beriyim, uzağım. Kim Allahü teâlâdan uzak olmak istemezse, Ali bin Ebî Tâlib'den uzak olmasın. Hazır olanlarınız, bu vasiyetleri, burada bulunmayanlara ulaştırsın.)

Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerinin bildirmiş olduğu hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Yay gibi oluncaya kadar ibadet etseniz, yay kirişi gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, dizleriniz kuru oluncaya kadar namaz kılsanız, ehl-i beytimden veya eshabımdan birisine buğzetseniz, elbette Allahü teâlâ sizi Cehenneme dahil eder.)

Hazret-i Ali ile savaşana kâfir diyorlar

Hazret-i Ali ile savaşana kâfir diyorlar

Sual: İbni Sebeciler, Hazret-i Ali ile savaşan sahabeye kâfir diyorlar. Eshab-ı kirama kâfir diyen kâfir olmaz mı?

CEVAP
Kur’an-ı kerimde Eshab-ı kiramın tamamının Cennetlik olduğu bildirilmektedir. Yine savaşmanın, adam öldürmenin küfür olmadığı Kur’an-ı kerimde açıkça yazılıdır. Ayrıca, şirkten başka, bütün günahları Allah’ın affedeceği de, Hazret-i Vahşi gibi sonradan Müslüman olan kimselerin günahlarının sevaba çevrileceği de bildiriliyor. Onun için eshab-ı kiramdan herhangi birini kötülemek âyetleri inkâr etmek olur. Peygamber efendimiz de, (Eshabımın kusurları, yanlış hareketleri olacaktır. Ancak Allahü teâlâ, benim hatırım için onların kusurlarını affedecektir) ve (Eshabımın kusurlarını söylemeyin! Kalbleriniz onlara karşı değişir) buyuruyor.

İki müslüman ordunun savaşması kâfirlik değildir, birbirleriyle savaşanlar kâfir olmazlar. İşte âyet-i kerime meali:
(Müminlerden iki taife birbiriyle çarpışırlarsa, aralarını bulun, müminler elbette kardeştir, kardeşlerinizin arasını bulun.) [Hucurat 9-10]

Diğer âyet-i kerimeler olduğu gibi bu âyet-i kerime de ibni Sebecilerin belini kırmaktadır. İbni Sebecilere en güzel cevabı Allahü teâlâ vermiştir. Âlemlere rahmet olarak gönderdiği Resulünü ve Onun kıymetli arkadaşlarını yani eshabını Allahü teâlâ müdafaa etmektedir. Kâfirlere en güzel cevabı O vermektedir. Bundan üstün rütbe olur mu?

Adam öldürmek, zina, içki, hırsızlık çok büyük günah iseler de kâfirlik değildir. Sonradan Müslüman olan Hazret-i Ebu Süfyan, Hazret-i Muaviye ve Hazret-i Vahşi, tertemiz birer müslüman, Cennetlik bir sahabi olmuşlar, eski günahları da sevaba çevrilmişti. İşte âyet-i kerime mealleri:
(Tevbe edip iman eden ve salih amel işleyenlerin günahlarını sevaplara çeviririm. Allah çok affedici ve çok esirgeyicidir.) [Furkan 70)

(Allah, dilediğinin, şirkten
[küfürden] gayri günahlarını affeder.) [Nisa 48, 116]

[Kâfir iken Müslüman bir kimseye dil uzatan bu âyeti inkâr etmiş olur. Bu bakımdan Resulullahın kayınbiraderi Hazret-i Muaviye’ye ve kayınpederi Hazret-i Ebu Süfyan’a kâfir diyen İbni sebeciler bu âyete göre kâfir oluyorlar. Ayrıca şu hadis-i şerife göre de kâfir oluyorlar:
(Mümine kâfir diyenin, kendisi kâfir olur.) [Buhari]

Resulullah efendimiz de, kayınpederine, kayınbiraderine dil uzatanları da lanetleyerek buyuruyor ki:
(Allahü teâlâ, beni insanların en asilzadesi olan Kureyş kabilesinden seçti ve bana onların arasından en iyilerini eshab [arkadaş] olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezir olarak ve din-i İslamı, insanlara bildirmekte, yardımcı olarak seçti. Bunlardan bazılarını da Eshar, [zevce, kayınpeder, kayınvalide, kayınbirader ve baldız gibi kadın tarafından akraba] olarak ayırdı. Bunlara sövenlere, iftira edenlere, Allahü teâlânın ve bütün meleklerin ve insanların laneti olsun! Allahü teâlâ, kıyamet günü, bunların farzlarını ve sünnetlerini kabul etmez.) [Hakim]

(Allahü teâlâ bana söz verdi ki, kızlarını aldığım ve kızlarımı verdiğim aileler, Cennette benimle beraber olacaktır.)
[Deylemi]

Eshabın hepsi Cennetlik idi ve birbirlerini çok severlerdi

Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde Cennet ile müjdelenen eshab-ı kiramdan herhangi birine kâfir demek, küfre sebep olur. Eshab-ı kiramın istisnasız hepsinin Cennetlik olduğu âyet ve hadislerle bildirilmiştir. İşte bir âyet-i kerime meali:
(Mekke’nin fethinden önce ve sonra Müslüman olanların hepsine de, Hüsnayı [Cenneti] söz veriyorum.) [Hadid 10]

Hepsinin Cennetlik olduğuna dair başka bir âyet-i kerime meali:
(Allah, Eshabın hepsine Cenneti söz verdi.) [Nisa 95]

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Fetih suresinin 18.âyet-i kerimesinde, Cenab-ı Hak mealen buyuruyor ki, (Ağaç altında sana biat eden, [yani emirlerini kayıtsız şartsız yapmaya söz veren] müminlerden Allah razıdır) ki, bunlar Sahabe-i kiram idi (ve onlara Sekine, [yani Tumaninet, kalblerine kuvvet] veriyor ve sana olan sevgilerini, Sıdk ve ihlası biliyor ve onları yakın bir fetih ve zafer ile sevaplandıracağını müjdeliyor.) Hudeybiye anlaşmasında, Sidre yahut Sümre ağacının altında yapılan söz vermeye işarettir. Görülüyor ki, Sahabeden herbirinin rıza-i ilahiye mazhar olduğu ve kalblerinin temiz ve halis olduğu ve sekinenin inzali ve Feth-i karib ile sevaplandırılacaklarını bildirmesi, mertebe ve şanlarının büyüklüğüne açık bir şahittir.

Fetih suresinin onuncu âyet-i kerimesinde, (Sana biat edenler) yani seninle gaza ve cihatta bulunup, din-i İslamın neşrinde, kullarıma nasihat vermekte ve doğru yolu göstermekte beraber olacaklarını ahd ve vaat edenler, (Allah ile mübayea, [yani vaat] etmiş olurlar) buyurdu. (Eshab-ı Kiram kitabı)

Allahü teâlânın zatı gibi sıfatları da sonsuzdur. Razı olması da sonsuzdur. Allah, Eshabdan birkaç sene razı oldu sonra vazgeçti denilemez. Allah sözünden dönmez. İki âyet-i kerime meali:
(Allah asla sözünden dönmez.) [Al-i İmran 9, Zümer 20, Rad 31]

(Allah vaadinden dönmez.) [Rum 6]

Eshab-ı kiram birbirinin dostu idi. İşte âyet-i kerime meali:
(İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve
[hicret eden eshabı] barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin dostlarıdır.) [Enfal 72]
Eshab-ı kiramı birbirine düşman gibi göstermek bu âyet-i kerimeye de aykırıdır.

Eshab-ı kiramın tamamının birbirini sevdikleri, mesela Hazret-i Ali’nin Hazret-i Muaviye’yi sevdiğini şu âyet-i kerime açıkça bildirmektedir:
(Muhammed aleyhisselam, Allah’ın Resulüdür ve Onunla birlikte bulunanların [Eshab-ı kiramın] hepsi, kâfirlere karşı şiddetli, çetin, fakat, birbirlerine karşı merhametli, yumuşaktır. Bunları çok zaman rüku ve secdede görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Çok secde ettikleri yüzlerinden belli olur. Bu Onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar, ekine benzer. İnce bir filiz yerden çıkıp kalınlaşıp yükseldiği gibi, az ve kuvvetsiz oldukları halde, kısa zamanda etrafa yayıldılar. Her tarafı iman nuru ile doldurdular. Herkes filizin halini görüp, az zamanda nasıl büyüdü diyerek, şaşırdıkları gibi, hâl ve şanları dünyaya yayılıp, görenler hayret etti ve kâfirler kızıp, öfkelendiler.) [Feth 29]
Eshab-ı kirama kızanların da kâfir oldukları yine bu âyet-i kerimede bildirilmektedir.

İki âyet-i kerime meali daha:
(İnanıp iyi işler yapanlar, Cennet ehlidir. Orada onlar ebedi kalacaklardır. Onların altlarından ırmaklar akarken, kalblerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. onlar derler ki: "Hidayetiyle bizi bu nimete kavuşturan Allah'a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık. Rabbimizin resulleri gerçeği getirmişler." Onlara: İşte size Cennet; yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız diye seslenilir.) [Araf 42-43]

(Takva sahipleri, Cennetlerde ve pınar başlarında olacak, onlara "emniyet ve selametle girin” denilecektir. Biz, onların kalblerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.)
[Hicr 45,46,47]

Ehl-i sünnet âlimleri, bu âyetleri de, delil getirerek, Eshab-ı kiramın birbirlerini çok sevdiklerini, kalblerinden birbirlerine karşı en ufak kin bulunmadığını, Hazret-i Ali’nin; Hazret-i Muaviye’yi, Hazret-i Muaviye’nin de; Hazret-i Ali’yi çok sevdiğini bildiriyorlar. (Ali ile Muaviye birbirine düşman idi) diyerek bu âyetleri inkâr eden kâfir olur.

Din-i İslamın en büyük âlimlerinden İbni Hacer-i Mekki hazretleri buyuruyor ki:
Şüphe yoktur ki, Hazret-i Muaviye Sahabe-i kiramın nesep itibariyle büyüklerindendir. Peygamber efendimize nesep ile ve nikah ile çok yakın ve mahremleridir. Server-i âlem, Onun hilm ve sehasını meth ve sena buyurmuştur. Onda İslamiyet, sohbet, nesep, nikahla akrabalık şerefleri toplanmıştır ki, bunların her biri, Cennette Resulullahın yanında bulunmaya sebep olan şereflerdir. Bunlara hilm ve ilim ve Halifelik şerefleri de katılınca, kalbinde az bir safa ve sıdkı ve salahı ve imanı ve izanı olan kimse için artık bu hususta fazla anlatmaya lüzum kalmaz. (Sava’ik-ul-muhrika)

İbni Hacer-i Mekki hazretleri yine buyuruyor ki:
Araf ve Hicr surelerinde (Biz azimüşşan, onların kalblerindeki gıl ve gışşı nezettik) buyuruluyor. Yani kalblerindeki kin ve düşmanlık gibi şeyleri kökünden çıkarıp attık. Demek ki, hiçbir sahabi, başka bir sahabiye haset ve kin beslemez. Çünkü, hepsi Hakkulyakin mertebesine ulaşmışlardır. Aralarındaki savaşlar ictihad sebebi ile idi. Her biri, kendi ictihadı ile hareket etmeye mecbur olduğundan, hiçbiri kötülenemez. Eshab-ı kiramdan birini kötülemek, (Allah onlardan razıdır) mealindeki âyete inanmamak olur. (Tathir-ül-cenan)

İbni Sebeciler diyor ki:

(Sahabenin hepsinin hayırlı ve Cennetlik olduğunu bildiren âyetler gündeme getirildiği halde, onları itap eden [azarlayan] âyetler niye dikkate alınmıyor? Bu âyetler onların kâfir olduğunu göstermez mi?)
CEVAP
Hâşâ asla göstermez. Kâfirler için inen âyetleri delil gösterip bakın sahabe suçlanıyor demek çok yanlıştır. Aynı iftirayı Necdiler de yapmaktadır. Bununla beraber Eshab-ı kiramı itap eden âyetler olduğu gibi, Resulullahı itap eden âyetler de vardır. Bu âyetler, Peygamber efendimizin şanına noksanlık getirmeyeceği gibi, Eshab-ı kiramın şanına da noksanlık getirmez. Birkaç örnek verelim:
Abese suresinin başından 11 âyet, Resulullahı itap etmektedir. A’ma olan İbni ümmi Mektum hazretleri, Resulullah, müşrikleri imana davet ederken, içeri girip, (Bana dinimi öğret) diye bağırmıştı. Peygamber efendimiz de, şimdi sırası mı gibilerinden yüzünü ekşitmişti. Allahü teâlâ, bu yaptığının yanlış olduğunu bildirmişti. Peygamber efendimiz, bu zatı görünce, (Rabbimin, beni azarlamasına sebep olan zat) diye hitap ederdi.

Başka âyetlerde de buyuruluyor ki:
(Ey Peygamberim, zevcelerinin rızasını düşünerek, Allah’ın helal ettiğini, neden kendine haram ediyorsun?) [Tahrim 1]

(Allah seni affetsin; Doğru söyleyenlerle yalancıların kimler olduğu belli olmadan niçin onlara
[münafıklara] izin verdin?) [Tevbe 43]

Resulullah bir münafığın cenaze namazını kılmaya hazırlanırken de şu âyet-i kerime gelmişti:
(Onlardan [münafıklardan, kâfirlerden] ölen kimsenin namazını sakın kılma, kabri başında da durma! Çünkü onlar Allah’ı ve Peygamberini inkâr ettiler, fâsık olarak öldüler.) [Tevbe 84]

Savaşta alınan esirleri mal karşılığı olarak salıverince şu âyet-i kerime gelmişti:
(Yeryüzünde savaşırken, düşmanı yere sermeden esir almak [alınan esirleri mal karşılığı olarak salıvermek] hiçbir peygambere yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah ise, ahireti kazanmanızı istiyor.) [Enfal 67]

Esirleri koyuvermek hakkında Beydavi tefsirinde deniliyor ki:
(Bu âyet-i kerime, Peygamberlerin ictihad ettikleri ve ictihadlarında yanılabileceklerini, ama hatalarının kendilerine hemen bildirildiğini, yanlışlarının düzeltildiğini göstermektedir.)

Peygamberlerin ictihadları hatalı kalmazdı. Mesela, Bedir gazasında alınan esirlere yapılacak muamele için, Server-i âlem bazı Sahabe-i kiram ile birlikte bir türlü, Ömer-ül Faruk ise, başka türlü ictihad etmişlerdi. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hazret-i Ömer’in ictihadının doğru olduğunu bildirdi. Bunun gibi Abese suresi de, bir ictihad hatasını düzeltmek için nazil olmuştu. Resulullahın vefatları sırasında, kağıt kalem hakkındaki emirlerinin anlaşılmasında Hazret-i Ömer’in ictihadı da böyledir. Bunlar gibi âyetler çoktur. Demek ki, bazı söz ve işleri, kendi isteği ve ictihadı ile idi. Kağıt istemesi de böyle idi. Hazret-i Ömer de kendi ictihadı ile istediğini bildiği için, rahatsız etmemek maksadıyla kağıt verilmesin dedi. Nitekim dediği gibi oldu. Vahy ile istemiş olsaydı, isteğinden vazgeçmez, tekrar isterdi.
Resulullah böyle âyetlerle itap edilince, Sahabenin itap edilmesi normaldir, onların şanını eksiltmez. Sonra itap eden âyetler içinde, üç halife var da, Hazret-i Ali yok mu? O da eshabdan değil mi?

Allahü teâlâ, Resulüne, (Sana indirdiğim bu Kur’anı açıkla) buyuruyor. (Nahl 44)

Resulü açıklayarak buyuruyor ki:
(Ensarı müminden başkası sevmez, münafıktan başkası da buğzetmez. Ensarı seveni Allah da sever, onlara buğzedene Allah da buğzeder.) [Buhari]

(Eshabımın hiçbirine dil uzatmayın. Onların şânlarına yakışmayan bir şey söylemeyin! Allah’a yemin ederim ki, bir kimse, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, eshabımdan birinin bir avuç arpası kadar sevap alamaz.)
[Ebu Davud]

(Eshabıma dil uzatmakta Allah’tan korkun! Benden sonra onları kötü emellerinize alet etmeyin! Onları seven, beni sevdiği için sever. Beni sevmeyen de onları sevmez. Onları inciten beni incitmiş olur. Beni inciten de Allahü teâlâyı incitmiş olur. Bunun da cezası gecikmeden verilir.)
[Buhari]

(Eshabım, cin ve insanların hepsinden daha üstündür.)
[Bezzar]

(Eshabımın ve akrabamın ve gösterdiğim yolda gidenlerin sevgisinde benim hakkımı koruyun! Onları sevmek suretiyle peygamberlik hakkımı koruyanları, Allahü teâlâ, dünyada ve ahirette belalardan, zararlardan korur. Peygamberlik hakkımı düşünmeyip, onları incitenleri, Allah sevmez. Allah’ın sevmediklerine de azap etmesi yakındır.)
[Taberani]

(Eshabımın ismini işitince, susun, şanlarına yakışmayan söz söylemeyin!)
[Taberani]

(Eshabımı kötüleyene Allah lanet etsin.) [Taberani, Beyheki, Hakim]

(Eshabımın kusurlarını söylemeyin! Kalbleriniz onlara karşı değişir. Eshabımı iyilikle anın ki, kalbleriniz ülfet etsin!)
[Deylemi]

(Eshabım gibi hiç kimse İslamiyet’e hizmet edemez.)
[İ. Süyuti]

(Beni gören müslüman, Cehenneme girmez.) [Taberani]

(Eshabım arasında fitne çıkacak, o fitnelere karışanları, Allahü teâlâ benimle olan sohbetleri hürmetine af ve mağfiret edecektir. Sonra gelenler, bu fitnelere karışan Eshabıma dil uzatarak Cehenneme girecektir.)
[Müslim]

(Eshabımı kötüleyen hariç, kıyamette, her müminin kurtulma ümidi vardır.)
[Hakim]

(Eshabımı kötüleyenler, Müslümanlıktan ayrılmış olur.) [Beyheki]

(Allahü teâlâ, bana eshab ve akraba olarak en iyileri seçti. Birçok kimse, eshabıma ve akrabama dil uzatır, kötülemeye çalışırlar. Böyle kimselerle oturmayın! Birlikte yiyip içmeyin, bunlardan kız alıp vermeyin.)
[Dare Kutni]

Münafıklar için inen âyetler
Selefiyye ve necdi denilen sapık fırka, kâfirler için inen âyetleri Müslümanlara, Hurufiler ise, münafıklar için inen âyetleri, Eshab-ı kirama yüklüyorlar. Mesela, (Mücadele 8, Münafıkun 1, Muhammed 16 gibi)
Bu iftiralara Hucec-i katiyye kitabı şöyle cevap veriyor:

Önceleri, münafıkların sayısı çoktu. Sonra azaldı ve Resulullahın vefatına doğru, münafıklar, müminlerden ayırt edildiği (A. İmran 179) da bildirilmiştir. Buhari’deki hadis-i şerifte de, (Demirci ocağı, demiri pasından ayırdığı gibi, Medine şehri de, münafıkları müminlerden ayırır) buyuruldu.

Aşağıdaki âyetlerle övülen eshab-ı kiramı, münafıklarla aynı kefeye koymak çok çirkindir:
(Sizler, en hayırlı ümmetsiniz.) [Âl-i İmran 110]

(Mekke’nin fethinden önce ve sonra Müslüman olanların hepsine de, Hüsnayı [Cenneti] söz veriyorum.) [Hadid 10]

(Allah, Eshabın hepsine Cenneti söz verdi.)
[Nisa 95]

(Allah, muhacir ve ensardan razı olmuş ve onlara Cenneti hazırlamıştır.) [Tevbe 100]

Mücadele suresi 8. âyetinin bir kısmı münafıklar için, bir kısmı da Yahudiler için inmiştir. Âyette münafıkların gizli toplantı yaptıkları bildirildiği gibi, (Sana selam verdikleri zaman, Allah’ın, seni selamladığı gibi vermiyorlar) kısmı ile de Yahudiler azarlanmaktadır. Yahudiler, Resulullahın yanına geldikleri zaman, (Selamün aleyküm) yerine, (Samı aleyküm) derlerdi. Resulullah da (ve samı aleyküm) buyururdu. Bunun için, bu âyetin sonunda, (Yerleri Cehennemdir) buyuruldu.

Münafıkun suresinin, (Münafıklar, sana geldiği zaman) mealindeki ilk âyeti münafık Abdüllah bin Selul ve arkadaşları için indiği bütün tefsirlerde yazılıdır. Muhammed suresinin (Onlardan, seni dinleyenler, yanından çıktıkları zaman...) mealindeki 16. âyeti, münafıklar için gelmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, müminleri, münafıklardan ayırarak, âyetin sonunda, (Onların kalblerini Allah mühürledi...) buyurmuştur. Bundan sonraki âyette de Eshab-ı kiramı kurtuluş ile müjdeledi. Said bin Cübeyr, “Muhammed suresinin (Kalblerinde hastalık olanları gördün) mealindeki 20. âyeti, münafıkları açıkça göstermektedir” buyurdu.

Huneyn gazvesindeki dağılmak da, kaçmak değil, bir harp oyunu idi. Her savaşta, buna benzer oyunlar olur. Sonra, bu dağılanlar, Eshab-ı kiramın büyükleri de değildi. Birkaç ay önce, Mekke’nin fethinde, azat edilmiş olan esirlerdi. Sonunun zafer olacağı belli idi. Hatta bu çekilmenin zafere yol açtığı, Tevbe suresinin, (Sonra, Resulüne ve müminlere sekine indirdi) mealindeki 20. âyeti ile bildirildi. Resulullah bunu bildiği için, o gün dağılanlara hiçbir şey söylemedi. Hiçbirine darılmadı.

Eshab-ı kiram aleyhine indiği söylenen âyetler, üç halife için inip de Hazret-i Ali’nin bundan istisna edildiğini bildirmiyor. Eğer bu âyet, eshab-ı kiramı suçluyorsa, o zaman Hazret-i Ali de suçlanmış olur.

[Görüldüğü gibi, sahabi düşmanlığı yapacağız diye Hazret-i Ali’ye de hücum ediyorlar ve hâşâ “Bir âyette eshabın tamamı övülüyor, bir âyette de suçlanıyor” diyerek Allah’ı tenakuzlu âyet göndermekle suçlamış oluyorlar.]

Allahü teâlâ, eshab-ı kiramdan razı olduğunu bildiriyor. Allahü teâlânın sıfatları sonsuzdur. Onlardan razı olması da sonsuzdur. Allahü teâlânın bunlardan razı olması değişmez. Sonradan mürted olacak, kâfir olacak kimseden razı olmaz. Münafıklar, eshabdan değildir. Münafıklardan birkaçının, küfürlerini açıklamaları, eshab-ı kiramın mürted olması demek değildir.

Abdülaziz Dehlevi hazretleri buyurdu ki:
Eshab arasındaki münafıklar müminlerden ayrıldı.

Bir âyet-i kerime meali:
(Allah sizi kendi halinize bırakmaz. Habisi tayyibden [münafığı müminden] ayırır.) [Al-i İmran 179]

Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Medine şehri, münafıkları müminlerden ayırır.) [Buhari]

Hakiki imana kavuşan evliya bile mürted olmaz. M. Masum hazretleri buyurdu ki:
(Tasavvuf büyüklerinde nefs de imana geldiği için, iman yok olmaktan korunmuştur. (Ya Rabbi, senden sonu küfür olmayan iman istiyorum) hadisi ve Nisa suresinin, (Ey iman edenler, iman edin) mealindeki 136. âyeti, hakiki imanı göstermektedir. Bu âyet (Hakiki imana kavuşun) demektir.) [2 / 61]

Senaullah-i Dehlevi hazretleri buyurdu ki:
Tasavvufta fena makamına kavuşan, muhakkak imanla ölür. Bekara suresinin, (Allah, imanınızı zayi etmez) mealindeki 143. âyet-i kerimesi ve (Allahü teâlâ, [Fena makamına kavuşan] kulların imanlarını geri almaz) hadis-i şerifi, hakiki imanın geri alınmayacağını göstermektedir. (İrşad-üd-talibin)

Allahü teâlâ, fena makamına kavuşmuş evliyanın imanını almadığına, yani mürted yapmadığına göre, evliyadan daha yüksek olan sahabiyi mürted yapar mı hiç?

Dinimiz zahire göre hüküm verir. Bir dinsiz, küfrünü gizleyip, “Müslümanım” dese, Müslüman kabul edilir ve Müslüman muamelesi görür. Salebe de münafık iken, Müslüman görünmüş; fakat, zekatı inkâr edince, münafıklığı meydana çıkmıştır. Daha önce Müslüman göründüğü için (mürted oldu) denilmiştir. Yoksa âyet-i kerimede bildirildiği gibi, hakiki imana kavuşan asla mürted olmaz. Vahiy katiplerinden de münafık yoktu.

Eshab-ı kiramın büyüklüğünü ve mezheplerin ne olduğunu anlamak için ictihadı iyi bilmek lazımdır:

İctihad etmenin önemi

İctihadın ıstılah (terim) anlamı, müctehid bir âlimin âyet ve hadislerden, manaları açıkça anlaşılmayanları, açıkça bildiren diğer hükümlere kıyas ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkarmaya uğraşması demektir. Mesela Kur’an-ı kerimde, (Ana babaya, öf demeyin) buyuruldu. Burada dövmeyin, sövmeyin denilmemiş, bunların en hafifi bildirilmiştir. Müctehidler, dövmenin, sövmenin ve hakaret etmenin de haram olacağını ictihad etmişlerdir.

Yine Kur’an-ı kerimde şarap içmek yasak edilmiş, başka içkiler bildirilmemiştir. Şarabın haram olmasının sebebi, sarhoş edip aklı giderdiği içindir. Bundan dolayı müctehidler, şarabın haram olmasındaki sebep, herhangi bir içkide bulunsa haramdır, diye ictihad etmişler. Sarhoş eden her şeyin haram olduğunu bildirmişlerdir.

Kur’an-ı kerimde, ictihad ediniz buyuruldu. Fatebiru âyet-i kerimesi, (Ey akıl sahipleri, akıl erdiremediğiniz meselelerde, onları bilen ve derinliklerine tam ermiş olanlara tâbi olunuz) demektir. O halde, ilimde ihtisası tam olan müctehidlerin, manaları açıkça anlaşılmayan âyet ve hadislerin içlerinde saklı bulunan ahkamı ve meseleleri, ictihad ederek açığa çıkarması farzdır. İctihad makamına layık olabilmek için, birçok şartlar vardır. Bu yüksek vasıfları taşıyan kimseler, ancak asr-ı saadette, Sahabe-i kiramın zamanında, Tabiin ve Tebe-i tabiin devrinde bulunabiliyor, sohbet bereketi ile yetişiyordu. Zaman ilerleyip, fikirler bozulduktan, bid’atler çoğaldıktan sonra, böyle kıymetli kimselerin azaldığı, hicri dördüncü asırdan sonra, bu sıfatlara malik bir âlimin ortada kalmadığı, Mizan-ül-kübra, Redd-ül-muhtar ve Hadika’da yazılıdır.

İctihad makamına varmış bulunan yüksek kimseler, kendi ictihadlarına göre hareket etmek mecburiyetindedir. Başka müctehidlerin ictihadlarına tabi olamazlar. Hatta Peygamberlerin zamanlarında da, sahabeden biri, kendi Peygamberinin ictihadına uymayan ictihadda bulunursa, kendi ictihadına göre hareket ederdi. Peygamberler de ictihad ederlerdi. Fakat ictihadlarında hata ederlerse, Allahü teâlâ, derhal Cebrail aleyhisselamı göndererek, hataları vahiy ile düzeltilirdi. Yani Peygamberlerin ictihadları hatalı kalmazdı. Mesela, Bedir gazasında alınan esirlere yapılacak şey için, Server-i âlem bazı Sahabe-i kiram ile birlikte bir türlü, Hazret-i Ömer ise, başka türlü ictihad etmişlerdi. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hazret-i Ömer’in ictihadının doğru olduğunu bildirdi. Bunun gibi Abese suresi de, bir ictihad hatasını düzeltmek için nazil olmuştu. Peygamber efendimizin vefatları sırasında, hokka ve kalem hakkındaki emirlerinin anlaşılmasında Hazret-i Ömer’in ictihadı da, öyledir.

Eshab-ı kiramdan sonra meşhur dört imam ve bunların mezheplerine göre ictihad eden imam-ı Ebu Yusuf, imam-ı Nevevi, imam-ı Gazali gibi yüksek âlimler yetişti. Asr-ı saadet uzaklaştıkça, hadis-i şerifleri nakil ve rivâyet eden 12 silsilenin haber verme zincirinin halkaları arttı. Hadis-i şeriflerin hangi silsileden ve hangi kimselerden alınacağı, düşünülecek bir mesele oldu ve çok güç ve belki imkansız oldu. Bundan dolayı, dördüncü asırdan sonra, ictihad edebilecek bir âlim yetişemez oldu. Bütün Müslümanlar, bu dört imamdan birine tâbi olup, o imamın mezhebine uymaya mecbur oldu. (Eshab-ı kiram kitabı)

Farklı ictihad rahmettir

İctihad, bir ibadet, yani Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid, diğer bir müctehidin ictihadına yanlış diyemez. Çünkü, her müctehide, kendi ictihadı hak ve doğrudur. Beyheki’deki hadis-i şerifte, (Müctehid âlimlerin farklı ictihadları rahmettir) buyuruluyor. İmam-ı Şafii hazretleri, imam-ı a’zam hazretlerinden farklı ictihadları olduğu ve Hanefi mezhebinde olmadığı halde, (imam-ı a’zam Ebu Hanife’nin rey ve ictihadını beğenmeyene, Allahü teâlâ lanet etsin!) buyurmuştur. İmam-ı Ebu Yusuf ve imam-ı Muhammed ve diğer imamların, İmam-ı a’zama uymayan sözleri, onu beğenmemek, kabul etmemek değildir. Kendi ictihadlarını bildirmektir. Bunu bildirmeye memurdurlar.

Mezheplerdeki farklılıkların çoğu, Resulullah efendimizin ibadetleri değişik şekilde yaptığındandır. Bir de âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerden müctehidlerin farklı anlayışları vardır. Müctehid ictihadında yanılabilir. Fakat yanılsa da mahzuru yoktur. Buhari’deki hadis-i şerifte de, (Müctehid, ictihadında isabet ederse iki, yanılırsa bir sevap alır) buyuruluyor. Demek ki ictihad hatası, günah değil, aksine sevaptır. Farklı ictihadlarından dolayı Eshab-ı kirama ve müctehidlere dil uzatılmaz.

Server-i âlem uzak ülkelere gönderdikleri Sahabe-i kirama, güçlük karşısında kalınca, âyet-i kerimelere müracaat etmelerini, orada bulamazlarsa, hadis-i şeriflere müracaat etmelerini, orada da bulamazlar ise, kendi rey ve ictihadları ile hareket etmelerini, kendilerinden daha yüksek ilimli ve fikirli olsalar dahi, başkalarının ictihadına uymamalarını emrederdi.

İşte bunun gibi, imam-ı Ebu Yusuf ve imam-ı Muhammed de hocaları olan imam-ı a’zamın reyine tâbi olmayıp, kendi ictihadları ile hareket ederlerdi. Halbuki, imam-ı a’zamın ilmi onların üstünde idi. Dört mezhep arasındaki farklar da, bundan ileri gelmektedir.

O halde namaz, oruç ve diğer ibadetlerde, büyük âlim olan mezhep imamlarımızın birbirine uymayan ictihadları için, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış dememiştir.

Sahabe-i kiram da böylece birçok işlerde birbirlerine uymamışlarsa da, hiçbiri diğerinin ictihadına yanlış dememiş, dalalet, fısk demeyi hatırlarına bile getirmemişlerdir. Mesela, Ebu Bekri Sıddık halife iken, Müslüman olmasını teşvik için, yeni Müslüman olan birini, bir sahabinin yanına katarak, beyt-ül-malın muhafaza memuru olan Hazret-i Ömer’e gönderdi. Buna zekat hissesini versin dedi. Ömer ise, bu parayı vermedi. Müellefe-i kulub ismi verilen bu gibi kimselere zekat verilmesi, âyet-i kerimede emr edilmiş iken, niye vermedin diye sorunca, Hazret-i Ömer, (Kâfirlerin kalblerini yumuşatmak emri, Allahü teâlânın vaad ettiği zafer ve galibiyet başlamadan önce, kâfirlerin azgın olduğu zamanda idi. Şimdi ise, Müslümanlar kuvvetlenmiş, kâfirler mağlup ve aciz olmuştur. Şimdi kâfirlerin kalblerini mal ile kazanmaya lüzum kalmamıştır) buyurduktan sonra, Müellefe-i kulub denilen kâfirlere zekat verilmesi emrini nesh eden, yani yürürlükten kaldıran âyet-i kerimeyi ve Muaz hadisini okudu. Hazret-i Ömer’in bu ictihadının, Sıddık-ı a’zamın rey ve ictihadına uymaması, onun bu emrini red etmek değildir. Beyt-ül-malın muhafazasına ve idaresine memur olduğu için, ictihadını söylemişti. Hazret-i Ebu Bekir de bu ictihadından dolayı ona bir şey dememişti. Hatta, ictihadını değiştirerek, Eshab-ı kiramın hepsi, Hazret-i Ömer gibi ictihad eylediler. (Eshab-ı Kiram)

Eshab-ı kiram, Resulullahın ictihadına uymayan ictihadlar da yaparlardı. Resulullahın ictihadına uymayan hareketlerde bulunurlardı. Vahy gelmekte iken, onların bu ayrılıklarına bir şey denilmedi. Hiçbiri bu yüzden kötülenmedi. Resulullahın ictihadına uymayan ictihadda bulunmaları yasak edilmedi. Allahü teâlâ, Eshab-ı kiramın ictihadlarında ayrılık olmasını istemeseydi, ayrılmalarını beğenmeseydi, ayrılmalarını elbette yasak ederdi. Ayrılanların azap göreceği bildirilirdi. Resulullah ile konuşurken, yüksek sesle konuşmanın yasak edildiğini ve yüksek sesle konuşanlara azap yapılacağının bildirildiğini hepimiz biliyoruz. Hücurat suresinin ikinci âyetinde mealen, (Ey müminler! Seslerinizi, Resulullahın sesinden daha yükseltmeyiniz. Onunla konuşurken, birbirinizle konuşur gibi bağrışmayınız!) buyuruldu. Beğenmediği bir hareketi, hemen yasak eylemiştir. (Eshab-ı kiram)

Doğru Allah indinde birdir
Sual:
Hak Allah indinde birdir, değişmez. İctihad da ictihadla nakz olmaz. Yani, bir müctehid öteki müctehidin ictihadı yanlış dese de geçerli olmaz. Müctehidler insanlara göre hata etmez ama, birbirlerine göre hata etseler de ictihad ictihadı yok etmez. Yani hangisinin hata ettiği bilinemez. Müctehidler Allah’a göre hata veya isabet eder. Bunu da ancak Allah bilir. Şimdi sorumu soruyorum:
Gerek Cemel gerek Sıffin olayında sahabeden her iki taife ictihad etmiştir. Ehl-i sünnete göre de bu ictihadlarında Hazret-i Ali, haklıdır. Peki ictihadların hangisinin isabetli olduğunu, hani ancak Allah bilirdi? Ehl-i sünnet bu ictihadlarda Hazret-i Ali’nin haklı olduğunu nerden bilmiştir?
CEVAP
Ortada yanlış olan bir şey yok. Müctehid, diğer müctehid için hatalı veya isabet etmiş diyemez mi? O halde ehl-i sünnet de bu savaşlarda Hazret-i Ali'nin haklı olduğunu söylüyor. Bunlar da ictihaddır. Ancak bu icma halini alan bir ictihad olduğu için, Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsinin yanılma ihtimali olmayacağı için, yani âlimler hatada birleşmeyeceği için, Allah indinde de Hazret-i Ali haklıdır. Ötekiler de farklı ictihadda bulundukları için onlara haksız denmez. Şunu da bilmelisiniz ki, hak ile doğru farklıdır. Dört hak mezhebin bütün hükümleri, ictihadları haktır, ama hangisinin doğru olduğunu ancak Allah bilir. Bunun için Hak Allah indinde birdir yerine, Doğru Allah indinde birdir demek gerekir.

Sual:
Şafii ve Hanefi’nin kan çıkınca abdestin bozulup bozulmayacağı hususunda, hangisinin isabet ettiği konusunu Allah’a havale eden Ehl-i sünnet, Sıffin ve Cemel savaşlarındaki ictihadı neden Allah’a havale etmeyip de Hazret-i Ali’nin haklılığına hükmetmiştir?
CEVAP
Vahiy kesildi ama keramet kesilmedi. Ehl-i sünnet içinde binlerce keramet sahibi âlim var idi, ilim ile bildikleri gibi, keşf ile de bunu bilmişlerdir.

Sual:
Nisa suresinin (Bir mümini öldürenin cezası, içinde temelli kalacağı Cehennemdir) mealindeki 93. âyetine göre, Hazret-i Ali ile savaşan Âişe ve diğer sahabe ebedi Cehennemlik değil midir? (Ali ile savaş, benimle savaştır) hadisine göre de, Ali ile savaşan Âişe ve diğer sahabe kâfir değil mi? Hazret-i Ali ile savaşanlara Müslüman denir mi? Müslüman birbiri ile savaşır mı?
CEVAP
Elbette Müslümanlar da birbiri ile savaşır. Bir âyet meali şöyledir:
(Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine [haksız olarak] saldırırsa, Allah'ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse aralarını adaletle düzeltin ve adaletli davranın. Allah, âdil davrananları elbette sever. Müminler ancak kardeştir. O halde kardeşlerinizin arasını ıslah edin ve Allah'tan korkun ki rahmete eresiniz.) [Hücurat 9,10]

Görüldüğü gibi, Allah, iki Müslüman ordunun birbiri ile savaşabileceğini bildiriyor. Onlar mümindir buyuruyor. Müminler kardeştir buyuruyor. Kardeşlerinizin arasını düzeltin buyuruyor. Allah’ın bu emirlerine uymayıp da savaşanlardan bir tarafa kâfir demek ne kadar yanlıştır. Cennet ile müjdelenen eshab-ı kiramdan herhangi birine kâfir demek, küfre sebep olur. Eshab-ı kiramın istisnasız hepsinin Cennetlik olduğu âyet ve hadislerle bildirilmiştir. Bir âyet meali şöyledir:
(Mekke’nin fethinden önce Allah için mal veren ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlarla eşit değildir. Onların derecesi, sonradan Allah yolunda harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Fakat Allah hepsine de en güzel olanı [Cenneti] vaad etmiştir.) [Hadid 10]

Âyet-i kerimede, sapıklara fırsat vermemek için, ve küllen vaadallahül hüsna buyuruluyor. Yani Allah hepsine Cenneti söz vermiştir buyuruluyor. Fazilet bakımından elbette Mekke’nin fethinden önce Müslüman olanlar, daha sonra Müslüman olanlardan daha üstündür. Ama hepsi de Cennetliktir.

Hepsinin Cennetlik olduğuna dair başka bir âyet-i kerime meali:
(Muhacirlerin [Mekke’den hicret eden eshabın] ve Ensarın [Medine’de muhacir eshaba yardım edenlerin] önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allah razıdır ve bunlar da, Allah’tan razıdır. Allah bunlar için, altından ırmaklar akan Cennetler hazırladı. Bunlar Cennetlerde sonsuz olarak kalacaklardır.) [Tevbe 100]

Eshab-ı kiram birbirine olan düşmanlıkları sebebiyle değil, hakkın ortaya çıkması için savaşmışlardır. Onlar birbirinin dostu idi. İşte âyet-i kerime meali: (İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve [hicret eden eshabı] barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin dostlarıdır.) [Enfal 72] (Eshab-ı kiramı birbirine düşman gibi göstermek bu âyete de aykırıdır. Eshabın hepsi Cennetliktir.)

1-
Âişe validemiz de eshabdan olduğu için Cennetliktir.

2-
Resulullahın hanımları müminlerin annesi olduğu için Cennetliktir. (Ahzab 6) Anne ile evlenilmez. Hazret-i Âişe ile de evlenmek haramdır. (Ahzab 53) Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Benimle evlenen kadınlar Cehenneme girmez.) [Deylemi, İ. Neccar, Şirazi]

3-
Nur suresinde Allahü teâlâ onun temiz olduğunu bildirip onu övdüğü için Cennetliktir.

Bunlara rağmen İbni Sebecilere uyup da ona kâfir diyenin kendisi kâfir olur.
Hazret-i Ali Müslüman değildir diye onunla savaşan kâfirdir; fakat Hazret-i Ali, fitneyi önleyemedi, biz önleriz diye, onunla savaşan, kâfir olmaz. Kâfir olmadığı da Kur'anda açıkça bildiriliyor.

Son söz:

Hazret-i Ali ile harp edenler, onların dillerine doladıkları birkaç kişi değildi. İslam büyüklerinden binlerle kimse idi.

[Kısas-ı Enbiyada, Hazret-i Ali ile harp edenlerin sayısının, Cemel, yani deve vakasında otuzbin olduğu yazılıdır. Sıffin vakasında, Hazret-i Ali ile harp edenlerin yüzyirmibin kişi olduğu bildirildi. Her ikisinde ölenlerin toplamı kırkbeşbin idi. Abdullah bin Sebe ismindeki Yahudi ve arkadaşları, müslüman görünerek, Eshab-ı kiram arasına fitne soktular ve binlerce müslümanın şehit olmasına sebep oldular. Yahudilerin birçok Peygamberi dahi şehit ettikleri Kur’an-ı kerimde bildirilmektedir.]

İyi bilinmelidir ki, Eshab-ı kiramın işlerine karışmak, onlar hakkında, aklına geleni söylemek, bir müslüman için, son derece edepsizlik ve zavallılıktır. Müslüman ismini taşıyan kimse, Eshab-ı kiram arasındaki ayrılıkları, çekişmeleri, Allahü teâlâya bırakmalı, hepsini iyi bilmelidir. Onları sevmek Muhammed aleyhisselamı sevmek demek olduğunu bilmelidir. Çünkü, (Onları seven, beni sevdiği için sever) buyurdu. Bir müslüman için, kurtuluş yolu, ancak budur.

Ehl-i sünnet âlimlerinin buyurduklarına bakalım:
İmam-ı a’zam hazretleri:
(Eshab-ı kiramın tamamını hayırla anarız.)

İmam-ı Şafii ve Ömer bin Abdülaziz hazretleri:
[Eshab-ı kiram arasındaki savaşlar hakkında] (Allahü teâlâ, ellerimizi, bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de, dilimizi tutup, bulaştırmayalım!) [M.Rabbani c.2, m.96]

İmam-ı Gazali hazretleri:
(Eshab-ı kiram arasındaki olayları mübalağalı anlatmak haramdır. Çünkü onları sevmemeye sebep olur. Dinimizi bize ulaştıran onlardır. Birini kötülemek, dini yıkmak olur.) [Envar li-amel-il-ebrar]

Seyyid Ahmed Rıfai hazretleri:
(Eshab-ı kiram arasındaki olaylar üzerinde aşırı konuşmak, fikir yürütmek, hiç caiz değildir. Hepsini sevmek gerekir. Allah hepsinden razıdır.) [Tevbe 100, Maide 119, Fetih 18]

İbni Hacer-i Mekki hazretleri:
(Eshab-ı kiramın hepsi adil, salih, evliya ve müctehiddir. Eshab-ı kiramdan birini kötülemek, Allahü teâlânın razı olduğunu bildirdiği âyetlere inanmamak olur.) [Savaik-ul-muhrika]

Eshab-ı kiram, bizim ölülerimiz olduğu için kötü söz söylenmez. Çünkü aşağıda birkaçını yazdığımız hadis-i şeriflere aykırı olur.
(Ölülerinizi hayırla anın, iyiliklerini söyleyin, kötülüklerini açıklamayın.) (Tirmizi)

(Ölülerinize sövmeyin, onlar amelleriyle başbaşa kalmıştır.)
[Buhari]

(Hazret-i Âişe, "Lanetlik İbni Kays ne yapıyor?" diye sorar. Oradakiler "Öldü", derler. Hazret-i Âişe hemen, Estagfirullah der. "Neden önce lanetledin, sonra istigfar ettin?" diyene, "Resulullah (Ölülerinizi kötülemeyin) buyurduğu için" diye cevap verir.)
[İbni Hibban]

Diğer maddelerde ve bu maddede bazılarını yazdığımız âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler gösteriyor ki, Allahü teâlâ ve Onun Resulü, Sahabe-i kiramın hepsini adil bilmiştir. Allahü teâlânın ve Onun Peygamberinin adil bildiği kimseleri, başkalarının adil bilmemesinin ne ehemmiyeti ve zararı olur?

Eğer Sahabe-i kiram, âyet-i kerime ve ehadis-i şerife ile meth ve sena edilmemiş olsaydı bile, İslam’a yardımları ve bu uğurda mallarını ve canlarını, ana, baba ve evlatlarını feda etmeleri ve Peygamber efendimize yardım etmeleri ve imanlarının kuvveti, hepsinin adil olduğunu ve böyle itikad etmemiz lazım geldiğini açık olarak göstermektedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin mezhepleri de budur.
(Eshab-ı Kiram)

İlk Fitne ve Muharebeler

İlk Fitne ve Muharebeler

Ahmet Cevdet Paşa diyor ki:
Eshab-ı kirama düşman olmak fitnesini ilk ortaya çıkaran (Abdullah bin Sebe) isminde Yemenli bir Yahudidir. Bu Yahudi, Müslüman görünerek önce Basra’ya geldi. “İsa tekrar dünyaya gelecek de, Muhammed gelmez mi? O da gelecek, Ali ile birlikte dünyayı küfürden kurtaracak.

Hilafet Ali’nin hakkı idi. Üç Halife, Onun hakkını elinden zorla aldı” diyordu. Basra’dan kovuldu. Kufe’ye gelip, halkı kışkırtmaya başladı. Buradan da kovuldu. Şam’a geldi. Şam’da da yüz bulamayınca Mısır’a kaçtı. Mısır’da, kendisini Ehl-i beytin aşığı olarak tanıtarak, Halid bin Mülcim, Sudan bin Hamran, Gafıki bin Harp ve Kinane bin Bişr gibi soysuz, azılı haydutları etrafına topladı.

“Ali’ye uymayanlara düşman olmak lazım” ve kendisine inananlara da, “Peygamberden sonra, en üstün Ali’dir” diyordu. Sözlerine inandırmak için, âyetlere yanlış manalar veriyor, hadis uyduruyordu. “Peygamber kendinden sonra Ali’nin halife olmasını emretti. Eshab, Peygamberi dinlemedi, dünya çıkarları için, dinlerini terk ettiler” diyordu. Bu sırları herkese açmayın, diye de tembih ediyordu. (Ben şan ve şöhreti sevmem. Tek maksadım, size doğru yolu bildirmektir) diyordu. Böylece Hazret-i Osman’ın şehit edilmesine sebep oldu. Sonra, Hazret-i Ali’nin askerleri arasına, üç Halifenin düşmanlığını yaydı.

Buna aldananlara Sebeiyye denir. Hazret-i Ali, bu dedikoduları haber alınca, üç Halifeye dil uzatanları ağır suçladı. İbni Sebe, Hazret-i Ali’nin kerametlerini ileri sürerek, (Bu insan gücünün üstündeki işleri, Onun ilah olduğunu gösteriyor) diyordu. Hazret-i Ali, bu sözleri de haber alınca, İbni Sebe ve ona inanan hurufileri ateşte yakacağını bildirdi. Bunları Medayin şehrine sürdü. Fakat, orada da rahat durmadı. Adamlarını Irak ve Azerbaycan’a göndererek, sahabe düşmanlığını yaydı. Hazret-i Ali, Şamlılarla savaştığından, bunlarla uğraşmaya vakit bulamadı. (Kısas-ı Enbiya)

Şah Veliyyullah Dehlevi hazretleri de diyor ki:
Kurnaz Yahudi İbni Sebe, Müslüman görünerek, Mısırlıları aldattı. Hazret-i Osman’ın şehit edilmesine sebep oldu. Büyük bir fitne çıkardı. Bu yüzden, milyonlarca müslüman kanı aktı. Sebecilik, 8. asırda Hurufilik ismini aldı. Hurufiler, üç halifeye olmadık iftiralar ettiler. Halbuki üç Halife, Hazret-i Ali’yi baş üstünde taşıdılar. Onun mübarek kalbini incitecek bir şey yapmadılar. Birkaç zâlimin, ahmağın, imam-ı Hasan’ın cenazesine yaptığı saygısızlığı bahane ederek ve olayları değiştirerek Müslümanlara saldırıyorlar. Yahudi dönmeleri, Müslümanları parçalamak, milleti birbirine düşman etmek için, tarihi olayları şişirerek ortaya atıyorlar, inanması ve öğrenmesi farz olmayan hatta örtülmesi lazım olan acıklı olayları anlatarak, kardeşi kardeşe saldırtmak istiyorlar.

Bu sinsi düşmanların yalanlarına aldanıp parçalanmamalı. Birlikten kuvvet hasıl olur. Ayrılık felakete sebep olur. Sahabe-i kiram arasındaki savaşları anlatan tarihlerin çoğu, Emevileri kötüleyen Abbasiler zamanında, onların arzularına göre yazıldığı için, Sahabe-i kiramı kusurlu gösteriyorlar. Maide suresinin, (Ey iman edenler! Dinden çıkarsanız, Allah, sizin yerinize başkalarını getirir. Onları sever. Onlar da Allah’ı severler) mealindeki 54. âyeti, dinden dönenlere karşı gelenleri, Allahü teâlânın sevdiğini bildirmektedir. Bu da, Hazret-i Ebu Bekir zamanında oldu. Hazret-i Ebu Bekir, dinden dönenlerle savaşmış, onların tehlikesini önlemiştir. Cennetlik oldukları âyet ve hadis ile bildirilen böyle mübarek insanları kötülemek büyük felakettir, bölücülüktür. (Kurret-ül-ayneyn)

Büyük zatlara iftira etmek

Eshab-ı kiram kitabında diyor ki:
İkiyüzlülük, hainlik alametidir. Eshab-ı kirama ve hele en kıymetlilerinden olan Hazret-i Ali için, ilk üç halifeyi kabul etmediği halde, ikiyüzlülük gösterip sustu demek ne kadar çirkindir. Allah’ın aslanına, tam 30 yıl, hainlik alametini yüklemek ve bu uzun zamanda, hep ikiyüzlülükle yaşadı demek, ne kadar çirkin bir iftira olur. Hadis-i şerifte, (Küçük günaha devam edilirse, büyük olur) buyuruldu. Münafıkların bir kötülüğünü 30 yıl durmadan yapmanın, artık ne olacağını düşünmeli. Üç halifenin üstünlüğünü söylemekle, Hazret-i Ali küçültülmüş olmaz, yüksek mertebesine dokunulmuş olmaz. Halbuki, fitnecilerin dediği gibi, onu ikiyüzlü bilmekle, bütün bu meziyetler, kıymetler, kendisinden alınmış olur. Çünkü, ikiyüzlülük, münafıkların, en aşağı, yalancı ve dolandırıcı kimselerin işidir. Eshab-ı kiramın hepsi ve Hazret-i Ali, Resulullahın hatırı için sevilir. Çünkü Resulullah efendimiz, (Eshabımı seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık, bana düşmanlıktır) buyurmuştur. (Buhari)

Eshab-ı kiram, İslamiyet’i yaymak ve Resulullaha hizmet etmek için, insan gücünün üstünde çalışmışlar, din uğrunda gecelerini, gündüzlerine katmışlardır. Mallarını Allahü teâlâ yolunda feda ettiler. Akrabalarını, ailelerini, çocuklarını, vatanlarını, evlerini, tarlalarını, ağaçlarını Resulullahın sevgisi yolunda terk ettiler. Onun mübarek vücudunu kendi vücutlarına ve Onun sevgisini, mallarının ve evlatlarının sevgisine tercih ve takdim ettiler. Bunlar, sohbet, yani arkadaşlık şerefine nail olmuşlar ve o sohbette, başkalarına nasip olmayan bereketlere ve derecelere kavuşmuşlardır. Başkaları dağ kadar altın sadaka verse, onların bir avuç arpa sadakası sevabına, hatta yarısına yetişemez. Allahü teâlâ, onları överek, (Onlardan razıyım) buyurdu. Fetih suresinde de onlara kızanlara, düşman olanlara kâfir buyurdu. Şu halde, onlara kötü söylemekten, küfürden kaçar gibi kaçmalıdır.

Farklı ictihadlarından dolayı bir şey denemez. İmam-ı Ebu Yusuf, müctehid olduktan sonra, imam-ı a’zama uysaydı hata olurdu. İmam-ı Şafii Sahabe-i kiramın sözlerine uymaz, kendi reyine tâbi olurdu. İster Hazret-i Ebu Bekir olsun, ister Hazret-i Ali olsun, hiçbirinin sözlerine uymaz, kendi reyi ile karar verirdi. Bir müctehidin, Sahabinin sözüne uymaması caiz iken, Sahabe-i kiramın farklı ictihadları niçin suç olsun? Sahabe-i kiram ictihad işlerinde, bazen Server-i âleme de uymamış, bu bir suç olmamış ve azarlanmamışlardı. Bu farklı ictihadları Allahü teâlâ beğenmeseydi, elbette azap edeceğini bildirirdi. Halbuki, Resulullah ile yüksek sesle konuşanları yasaklamış ve azarlamıştı. Bedir’de alınan esirlere yapılacak iş hakkında Sahabe-i kiramın görüşleri farklı olmuştu. Ömer ve Sa’d ibni Muaz esirleri öldürelim dedi. Diğer Sahabiler ise, para karşılığı bırakalım, demişlerdi. Server-i âlem de, bunu kabul buyurmuştu. Sonra, âyet gelerek, birinci görüşün doğru olduğu bildirildi. (Eshab-ı kiram)

İbni Hacer-i Mekki hazretleri diyor ki:
Müslümanın birinci vazifesi Eshab-ı kiramın sevgisini, Ehl-i beytin sevgisi ile cem etmektir. Ehl-i beyti, Resulullahın evladı oldukları için sevdiğimiz gibi, diğerlerini de, Onun Eshabı oldukları için sevmeliyiz! Çünkü, Eshab-ı kiramın nail oldukları şeref pek yüksektir. O şerefe başkaları kavuşamaz. Her müslümanın bunların hepsini adil, salih, veli, âlim ve müctehid bilmesi lazımdır. Kendilerinden bir hata çıksa da Cenab-ı Hak hepsini af ile müjdelemiş ve (Allah, hepsinden razıdır) buyurmuştur. Sahabe-i kiramdan birini kötülemek, bu âyeti inkâr olur. (Savaik-ul-muhrika)

Eshabın istisnasız hepsi Cennetliktir

Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde Cennet ile müjdelenen eshab-ı kiramdan herhangi birine kâfir demek, küfre sebep olur. Eshab-ı kiramın istisnasız hepsinin Cennetlik olduğu âyet ve hadislerle bildirilmiştir. Diğer maddelerde yazdığımız için tekrar etmiyoruz.

Eshab-ı kiramın her birini sevmemiz, hepsine saygı göstermemiz lazımdır. Aralarında yaptıkları muharebeleri, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için yaptıklarına inanmak lazımdır. Bu muharebelere katılanların hiçbirinde makam, şöhret, para hırsı yoktu. Hepsi dinin emrini yerine getirmek gayesinde idiler.

Hazret-i Osman şehit olunca, bütün müslümanlar, Hazret-i Ali’yi halife yaptılar. Halife hazretleri, önce ortalığı yatıştırmaya başladı. Sahabe-i kiramdan birçoğu ise ve bilhassa aşere-i mübeşşereden, yani Cennet ile müjdelenen on kişiden biri olan ve yedinci dedesinde Peygamber efendimiz ile akraba olan ve İslamiyet’in ilk zamanında imana gelip, kâfirlerden çok cefa çeken ve İstanbul’da medfun bulunan Halid ibni Zeyd eba Eyyub-el ensari ile ahiret kardeşi olan Talha ve yine aşere-i mübeşşereden Zübeyr ve Peygamberimizin ölünceye kadar sevgilisi olan ve Kur’an-ı kerimde Allahü teâlâ tarafından methedilmek saadetiyle şereflenen Hazret-i Âişe validemiz, Hazret-i Osman’ın katillerinin hemen yakalanarak kısas yapılmasını Halifeden istediler. Halifede, (Ortalık karışık olduğundan, bu işe başlarsam, fitnenin artmasına ve belki ikinci bir facianın çıkmasına sebep olur. Önce isyanı bastırayım, ortalığı rahata kavuşturayım, ondan sonra, Allahü teâlânın kısas emrini yapacağım) dedi. Karşı taraftakiler ise, katillerin, şimdi bile belli olmadığını, daha sonra hiç bulunamayacaklarını, fitnenin daha da büyüyeceğini, halife öldürmenin âdet haline geleceğini ve dinin emri yapılamayacağını, ancak şimdi mümkün olduğunu, ictihad ederek söylediler.

Böyle ictihad edenler arasında bulunan Talha, Şam’da vazifeli olduğu için, Bedir’de bulunamamış, diğer bütün gazalarda bulunmuş, hele Uhud muharebesinde, Allahü teâlânın yolunda çok işkencelere uğramıştı. Resulullaha kendisini siper etmiş ve Peygamber efendimizi ok yağmuru altında sırtına alarak kayaya çıkarmıştı.

Resulullahın (Talha ve Zübeyr Cennette benim komşularımdır) buyurduğunu, Hazret-i Ali söylüyor. Zübeyr bin Avvam da, Haticet-ül-kübranın biraderinin oğludur ve Peygamber efendimizin halası Safiyye’nin oğlu olup, İslamiyet’in ilk günlerinde, onbeş yaşında iken müslüman olmuştur. Allahü teâlânın yolunda ilk kılıç çeken budur. Yani, İslam subaylarının birincisidir. Birçok gazalarda ve en tehlikeli anlarda, Resulullahın önünde çarpışarak çok yerinden yaralanmıştı. Peygamber efendimiz (Her Peygamberin havarisi vardır. Benim havarim Zübeyr’dir) buyurmuştur. Hazret-i Ömer vefat edeceği zaman, halife olmaya layık gördüğü altı kişiden biri Talha, biri de Zübeyr’dir. Zübeyr çok zengin olup, bütün servetini Resulullah uğrunda feda etmişti.

İşte bu büyük zatlar, kısasın hemen yapılmasına ictihad edip, şiddetle istediler. O zaman, Eshab-ı kiramın ictihadı üç türlü idi. Bir kısmı, halife gibi ictihad etmişti. Bir kısmı da, karşı taraf gibi ictihad etmişti. Üçüncü kısım ise, susmayı uygun görmüştü. Bunlardan her birinin, başkasına uymayıp kendi ictihadı ile hareket etmesi lazım idi. Birinci ve ikinci kısımda olanlar çoğaldı. Abdullah bin Sebe adındaki yahudi, işe karışarak, iş muharebeye sürüklendi ve Basra ve Cemel vakaları meydana geldi.

Hazret-i Muaviye, o zaman Şam’da vali idi. Üçüncü kısım ictihadında olup, idaresindeki müslümanları bu muharebelere karıştırmamıştı. Hepsinin rahat ve sükunetle yaşamasını temin etmişti. Fakat, Hazret-i Ali Şamlıları da çağırınca, Hazret-i Muaviye, birçok hadis-i şerifleri düşünerek, karşı taraf gibi ictihad etti. Halife Şamlılarla anlaşmak üzere iken, araya siyonizm, yahudi parmağı karışarak, Sıffin muharebesi meydana geldi.

Bu muharebelerde, Eshab-ı kiram birbirlerini incitmeyi, intikam almayı, hilafete, saltanata, rütbe ve servete kavuşmayı asla düşünmemiş, yalnız ictihadları farklı olduğundan, dinin emrini yerine getirmeye uğraşmışlardır. Muharebe zamanında bile, birbirleri ile mektuplaştıkları, nasihat verdikleri, seviştikleri çok misallerle meydandadır. Mesela, Sıffin muharebesi sıralarında, İstanbul imparatoru ikinci Kostantin, hudutlardaki İslam şehirlerine rahatsızlık veriyordu. Hazret-i Muaviye, ona mektup yazıp: (Bu sarkıntılıktan vazgeçmezsen, şimdi efendimle sulh yapar, onun askerinin kumandanı olur, oraya gelip, şehirlerini yakarım. Seni domuzlara çoban yaparım) demişti. Yine aynı zamanda, halife Hazret-i Ali, büyük bir kalabalık karşısında (Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar, kâfir ve fâsık değildirler. Çünkü, ictihadları öyle oldu) buyurdu. Birbirleri ile harp ederken, biri ötekine kardeşim dedi. O da, buna efendim dedi. Bunların muharebeleri, ictihadları ayrı olduğu için olup, saltanat için, mal ve şöhret için değildi. (Eshab-ı Kiram kitabı)

Burada bunu ispat için bir güzel misal verelim:

Eshab-ı kiramın, ensarın büyüklerinden, Peygamber efendimizin mihmandârı, sancaktârı ve katiplerinden olan Halid bin Zeyd Ebu Eyyub-i Ensari hazretleri [Türkiye’de Eyüp Sultan denilmekle meşhurdur] 670 (H.50) senesinde İstanbul’da şehit olmuştur.

Resulullah, Medine’ye hicret edince, deve bunun kapısında çöktü. Mescid yapılıncaya kadar, yedi ay bu mübarek sahabinin evinde misafir kaldı. Bütün eshab-ı kiram istediği halde, Resulullahı yedi ay ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübarek zata nasip oldu. Medine ahalisi Hazret-i Halid’in evine gelip Resul-i ekremi ziyaret etti.

Hazret-i Halid, Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye ve başka gazalarda Resulullah efendimizin yanında bulundu ve hayır dualarına kavuştu. Birçok muharebelerde sancaktârlık hizmeti ile şereflendi. Bu sebeple kendisine Sancaktâr-ı Resulullah ünvanı verildi. Yüzelli hadis-i şerif haber vermiştir. İhtiyar olduğu halde Hazret-i Muaviye zamanında, Süfyan bin Avf kumandasındaki ordu ile İstanbul’u almaya geldi. Yezid’in de bulunduğu asker arasında otuzüç sahabi vardı. Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Ömer, Abdullah ibni Zübeyr hazretleri de Ebu Eyyüb-el Ensari Halid hazretleri ile beraberdi. Bunlardan Hazret-i Halid dizanteriden vefat etti.

Ebu Eyyub-i Ensari hazretleri, Cemel ve Sıffin vakalarında, Hazret-i Ali’nin yanında bulundu. Kumandanları arasında yer aldı. Hakemlerin kararı ile Hazret-i Muaviye halife seçildiği gün, Medine’de Hazret-i Ali tarafından vali idi. Suriye, Filistin muharebelerinde, Mısır ve Kıbrıs’ın fethinde bulundu. Gayet şecaatli ve pek kahramandı. Bir muharebede özrü sebebiyle bulunmadığı için hep üzülürdü.

İlk imana gelenlerden ve hayatta iken ismen Cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Hazret-i Talha ile ahiret kardeşi idi. Resulullah efendimiz yapmıştı.

[Ki bu Talha hazretleri, Hicretin 36. yılında, Cemel vakasında, Hazret-i Ali’ye karşı savaş edenler arasında idi. Bu muharebede şehit olunca, Hazret-i Ali çok üzüldü. Ağlayarak yanına gitti, mübarek elleri ile, toprağı yüzünden sildi. Cenaze namazını kendi kıldırdı.]

Evet, bu yüce sahabi, Resulullahın sancaktârı, Hazret-i Ali’nin kumandan ve valilerinden Hazret-i Halid, bir zaman önce kendisine karşı savaştığı Hazret-i Muaviye’nin, halifeliği zamanında İstanbul’un fethi için teşkil ettiği orduya katıldı. Birbirlerini sevmeselerdi, Hazret-i Ali efendimizin buyurduğu gibi, birbirlerini kardeş bilmeselerdi hiç Hazret-i Muaviye’nin halifeliği zamanında onun emrine girip, fetih için gönderdiği orduya katılır mıydı? Ki bu katılması onun şehit olmasına da sebep oldu. (Kısas-ı Enbiya, Şevahüd-ün-nübüvve, Tezkire-i Kurtubi muhtasarı, Hak Sözün Vesikaları, Eshab-ı Kiram, Seadet-i Ebediyye)

İmam-ı Müslim’in üstadlarından Ebu Züratirrazi, kitabında diyor ki:
(Eshab-ı kiramı aşağılayan, onlara dil uzatan, zındıktır. Müslümanların, Resulullahın düşmanlarını düşman bilmeleri ve onlara, Ehl-i beytin düşmanlarından daha fazla lanet etmeleri lazım gelir. Resulullahın büyük düşmanı olan ve çok eziyet ve cefalar etmiş olan Ebu Cehile lanet etmiyorlar, ona bir şey demiyorlar da, Resulullahın methettiği, sevdiği Hazret-i Muaviye’yi, Ehl-i beyte düşman zannedip, bu kerim olan zata dil uzatıyorlar ve hâşâ lanet ediyorlar. Bu nasıl dindir, nasıl müslümanlıktır? Muhammed aleyhisselamın, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu, Kur’an-ı kerimin Ona Allahü teâlâdan geldiğini bizlere ulaştıran Eshab-ı kiramdır. Eshab-ı kiramı büyük ve doğru bilmeyen, onların bizlere ulaştırdıkları haberlere de inanmaz ve tabii, dinleri yıkılır, gider.)

Mirat-i kâinatın 327. sayfasında buyuruyor ki:
Akaid kitaplarının hepsinde şöyle yazılıdır: Eshab-ı kiramın hepsini büyük bilmek, hepsine hüsnü zan etmek, hepsinin salih ve adil olduğuna inanmak, hiçbirine dil uzatmamak, düşmanlık etmemek ve bir kısmını sevdiği için, ötekileri fena bilmemek kati deliller ile bütün müslümanlara vaciptir.

Mevahib-i ledünniyyede, (Eshabımın ismini işitince, susunuz! Şanlarına yakışmayan sözleri söylemeyiniz) hadis-i şerifi yazılıdır.

Eshab-ı kiramın şanlarına layık olmayan sözleri söylemek, müslümanlara yakışmaz. Onların muharebeleri kötü sebeplerle, aşağı düşüncelerle değildi. Onların ruhları ve nefsleri, insanların en iyisinin ve yükseğinin huzurunda bulunarak, mübarek sohbet ve nasihatlerini dinleyerek temizlenmiş, nurlanmış, kalblerinde kin ve geçimsizlik kalmamıştı. Her biri ictihad makamına yükselmiş olduğundan, kendi ictihadlarına uygun hareket etmeleri lazım ve vacip idi. Bazı işlerde ictihadları ayrılınca birbirlerine uymayıp, kendi ictihadlarına uymaları doğru yol idi. Onların birbirlerine uymamaları da, uymaları gibi, hak üzere idi. Nefsin arzusu değildi.

Yine 327. sayfada diyor ki:
İmam-ı azam Ebu Hanife buyurdu ki: Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’i üstün tutup, Hazret-i Osman ile imam-ı Ali’yi sevmek (Ehl-i sünnet vel cemaat) alametlerindendir. Bu ikisini üstün ve ikisini de sevgili tutmak, Cehennemden kurtulanlara mahsustur. İkisinin üstünlüğünü Eshab-ı kiramın hepsi söylemiş ve Tabiinin hepsi din imamlarımıza bildirmiş ve imamlarımız, kitaplarında yazmıştır. Mesela imam-ı Şafii’nin ve Ebül-Hasan Eşari’nin, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’i bütün ümmetin üstünde bildirdikleri muhakkaktır. İmam-ı Ali’nin dahi, halife iken, ileri gelen kimselere karşı, (Ebu Bekir ile Ömer’in, bu ümmetin en üstünü olduklarını) buyurduğu muhakkaktır. (Benden sonra ümmetin en yükseği, Ebu Bekir ile Ömer’dir), hadis-i şerifini imam-ı Ali’den işittiklerini imam-ı Zehebi ve imam-ı Buhari bildiriyor. Şii âlimlerinin büyüklerinden Abdürrezzak-ı Lahici de, bu ikisinin yüksek olduğunu söylüyor ve diyor ki, (imam-ı Ali’nin yüksek olduğunu ve en çok Onu sevdiğimi söylediğim halde, Onun yolundan ayrılarak, kendi görüşlerime uyabilir miyim? Çünkü O, Ebu Bekir ile Ömer’in kendisinden daha üstün olduklarını söylemiştir). Abdürrezzak bin Ali Lahici, Kum şehrinde müderris idi. 1051 [m. 1642] de vefat etti. (Eshab-ı Kiram kitabı)

Sual:
Peygamber efendimizin vefatından sonra, ilk Müslümanlar arasında meydana gelen harplerin sebebi ne idi?
Cevap: Eshab-ı kiram arasındaki muharebeler iyi niyetlerle, güzel sebeplerle yapılmış olup, inat ve düşmanlık ile değildi. Çünkü onların hepsi Peygamber efendimizin sohbeti ile, hırs, kin ve düşmanlık gibi şeylerden temizlenmişlerdi. Her biri kendi ictihadına göre hareket etmiştir. İctihadı doğru olanlara iki veya on sevap, isabet etmeyenlere de bir sevap vardır. O hâlde doğruyu bulmaya çalışıp da bulamayıp yanılanlarına da doğru olanlar gibi dil uzatmamak lazımdır. Hazret-i Ali kendisinden ayrılanlar için, “Kardeşlerimiz bizden ayrıldı, onlar kâfir, fâsık değildir. Çünkü ictihatlarına göre hareket ediyorlar” buyurmuştur. Peygamber efendimiz de, (Eshabıma dil uzatmaktan sakınınız!) buyurmuştur.

Eshab-ı kiramın hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hürmetle, iyilikle anmamız lazımdır. Çünkü Eshab-ı kiramı sevmek, Peygamber efendimizi sevmekten ileri gelir. Eshab-ı kirama düşmanlık, Peygamber efendimize düşmanlık olur. Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri buyurdu ki:
“Eshab-ı kirama hürmet etmeyen bir kimse, Muhammed aleyhisselama iman etmiş olmaz.”

Lanet ibadet değildir

Lanet ibadet değildir

Sual: “Hazret-i Ali’yi ilk halife seçmeyen sahabe kâfir olduğu için bu sahabelere lanet etmeli. Hazret-i Ali’nin üç halifeye biat etmesi, onları idare etmek için yapılan bir takıyyedir” diyenlere ne cevap vermeli?

CEVAP
Dinimizde, Ebu Cehil ve Ebu Leheb kâfirlerine hatta şeytana lanet etmek ibadet değildir. Resulullah efendimizin arkadaşlarına sövmek, Resulullaha hakaret olur.

Ehl-i beyti sevmek farzdır, ehl-i beyti sevmeyen Müslüman olarak ölmez. Ehl-i beyti sevdiğimiz gibi ehl-i beytin sevdiklerini de sevmemiz gerekir. Sevmezsek ehl-i beyti sevmemiz yalan olur. Mesela Resulullahı seven onun kayınpederlerini de, damatlarını da sevmesi gerekir. Hazret-i Ali’yi seven onun damadı Hazret-i Ömer'i de sevmesi gerekir. Hazret-i Ömer'e lanet eden onun kayınpederi olan Hazret-i Ali’yi üzmez mi? Bir Müslümana lanet edenin kendisi lanetlik olur. Hazret-i Ali’ye lanet eden de lanetliktir. Ama uydurma tarih kitaplarına değil, Allah ve Resulünün buyurduklarına yani Kur'an-ı kerime, hadis-i şeriflere bakmak lazım. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde Eshab-ı kiramın tamamının Cennetlik olduğu bildiriliyor. Ölçümüz uydurma tarih kitapları değil, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler olmalı, İbni Sebe’nin uydurduğu yalanlara itibar etmemeli.

Hazret-i Ali de, üç halifeye biat etti. Meşru halife olmasalardı, Hazret-i Ali biat eder miydi? Siz, üç halifeye meşru halife değil diye lanet ediyorsunuz. Dolayısıyla üç halifeye biat edenlere de, onları halife yapanlara da lanet ediyorsunuz. Üç halifeye biat edenlerin içinde Hazret-i Ali de vardır. Hazret-i Ali’ye lanet etmiş oluyorsunuz. Ayrıca Hazret-i Ali için, (Çeyrek asır boyunca üç halifeye ses çıkartmayarak, hakkı gizleyerek, iki yüzlülük ederek onları idare etti) demeniz çok çirkin bir iftiradır.

Sual: Yezide lanet etmek caiz midir, o kâfir mi idi?
CEVAP
Yezid, Müslüman idi. Namaz kılardı. İslamiyet’e düşman değildi. Yüzüğünün taşı üzerinde Rabbünallah yazılı idi. Kerbela olayına o da üzülmüştür. (Seadet-i Ebediyye)

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Evet, alçak Yezid, inatçı ve fâsık idi. Ona da lanet edilmemesi Ehl-i sünnetin, kâfir bile olsa, bir kişiye lanete izin vermediği içindir. Ancak kâfir olarak öldüğü bilinen kimseye lanet etmek caizdir. Ebu Leheb ve eşi gibi. Yoksa Yezide lanet edilmemeli, demek değildir. Allahü teâlâyı ve Onun Resulünü incitenlere Allah lanet etsin demek caizdir. (1/251)

Yezidin kâfir olduğuna dair bir delil bulunmadığı için ona da lanet edilmez. Ama yukarıda bildirdiği gibi, Allah ve Resulünü incitenlere lanet olsun demekte mahzur olmaz.

Sual: Şeytana lanet etmeyi dinimiz emretmiş midir, lanet edilmezse zararı olur mu?

CEVAP
Bir kimse, Allahü teâlânın emirlerini yapsa ve yasaklarından, haram ettiklerinden kaçınsa, fakat ömründe bir kere bile şeytana lanet etmese, bunun için, bu kimse ahirette sorguya çekilmeyecektir. Sen, şeytanın dostu idin, denilmeyecektir. Bir kimse de, emirleri yapmayıp, her gün şeytana yüzlerce defa lanet eylese, ahirette sorguya çekilecek, şeytana lanet etmesi, onu azaptan kurtarmayacaktır. Bu kimse, şeytanın düşmanı değil, dostu sayılacaktır.

Herkesin suçu kendinedir

Herkesin suçu kendinedir

Sual: Kitaplarınızda Muaviye övülmektedir. İyi biri olsa idi, oğlu Yezidi iyi yetiştirirdi. Oğlu Yezidin melanetleri ortada iken, babasını övmek Müslümanlığa aykırı değil midir?

CEVAP
Bu mantık Müslümanlığa aykırıdır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Kim doğru yola girerse, kendi lehine girer. Kim, kendi aklına uyarsa, sapıtırsa, kendi zararına sapıtır. Kimse kimsenin günahını çekmez.) [İsra 15]

Kocası yüzünden karısı, karısı yüzünden kocası, Babasından dolayı oğlu, oğlundan dolayı babası suçlanamaz.

1- Kabil’in yaptığı cinayetten babası Adem aleyhisselam suçlanamaz. İlk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselam için (Eğer oğlunu iyi yetiştirseydi, kâfir olmasını önlerdi) demek doğru olur mu?

2- Kenan’ın inkârcılığı yüzünden gemiye binmemesi, “Dağa çıkıp kurtulurum” demesi, kâfirlerden olması yüzünden, babası Nuh aleyhisselam suçlanamaz. Nuh aleyhisselam için (Eğer oğlunu iyi yetiştirseydi, kâfir olmasını önlerdi) demek doğru olur mu?

3- İkrime radıyallahü anh, babası Ebu cehil idi. Her sahabi gibi cennetlik idi. Babası Ebu cehil diye suçlanamaz. Eshab-ı kiramdan bir çok sahabinin babası kâfir idi.

4- Hazret-i Ali’nin babası Ebu Talib kâfir idi. Bundan dolayı Hazret-i Ali suçlanamaz. [Ebu Talib, öldükten sonra diriltilip iman etti.]

5- Hazret-i Asiye, Firavunun hanımı idi. Kocası Firavun kâfir diye, hanımı Hazret-i Asiye suçlanamaz.

6- Lut aleyhisselam ile Nuh aleyhisselamın hanımları kâfir idi. Hanımları yüzünden kocaları suçlanamaz.

7- Peygamber efendimizin amcası Ebu Leheb müşrik idi.

Yukarıda bildirilen âyetten de anlaşılacağı gibi, hiç kimse, yakınlarından dolayı suçlanamaz. Hele Eshab-ı kiramın hiç biri suçlanamaz. Çünkü hepsini Allahü teâlâ Cennete koyacağına söz vermiştir. (Hadid 10) Hepsinden razı olduğunu bildirmiştir. (Maide 119)

Hazret-i Muaviye, Resulullah efendimizin kayınbiraderi olup, vahiy kâtiplerindendi. Oğlu Yezid'in melanetleri diye anlatılanların çoğu da, İbni Sebecilerin uydurmalarıdır. Hepsi doğru olsa bile, âyet-i kerimelerle ve hadis-i şeriflerle Cennetlik olduğu sabit olan babasına nasıl dil uzatılabilir?

NOT: İbni Sebeciler, hadis-i şeriflere uydurma derken, kendileri uydurma tarihlere inanmaktadır. Genelde tarihi yazanlar sıradan insanlardır. Ama hadisleri toplayanlar büyük İslam âlimleridir. Yalan yazmaktan korkan dindar insanlardır.

Gadir-i Hum hutbesi

Gadir-i Hum hutbesi

Rafiziler, Resulullah Gadir-i Hum’da Hazret-i Ali’yi yerine vekil etti diyorlar.
Abdullah-i Süveydi hazretlerinin, Molla başı ile konuşmasının bu konu ile ilgili kısmı Hucec-i katiyye kitabından alınarak aşağıya çıkarılmıştır:

Molla başı dedi ki:

Resulullah efendimizin ümmetine çok şefkatli olduğu, onların haklarını, düzenlerini korumaya uğraştığı, herkesin bildiği şeydir. İşte bu şefkatinden dolayı, Medine şehrinden çıkıp, başka yere giderken yerine, birini kordu. Böyle iken, vefatından sonra, milyonlarca ümmetinin işlerini çevirecek, ihtiyaçlarını karşılayacak bir imam ve vekil ayırmayıp, bunları kıyamete kadar başı boş bırakması nasıl olabilir? Halbuki Gadir-i Hum hutbesinden ve başka haberlerden anlaşılıyor ki, (Resulullah, hem açıkça, hem de işaret ile, yerine Hazret-i Ali’yi vasiyet buyurmuştur. Hatta, imam tayin etmek, Rabbülâlemin üzerine vacip olduğundan, vefat edeceği zaman, bu mühim işin yapılması için ve inatçıların bu vazifeden kaçınmalarını önlemek için, bir vasiyet yazmak diledi. Kağıt, kalem istedi. Yanında bulunanlardan Ömer, ayak takımlarının bile söyleyemeyeceği birkaç kırıcı ve aşağılayıcı sözü Resulullaha karşı söyleyerek, bu düşüncesinden vazgeçirmiştir.
CEVAP
İmam tayin etmenin, Rabbülâlemin üzerine vacip olduğunu söylemeniz Mutezile fırkasının, (yapılmaması hikmeti bozan şeyleri, Allahü teâlânın yapması vaciptir) demelerine benzemektedir. Bu sözleriniz bozuktur, yanlıştır. Çünkü, Allahü teâlânın bütün işleri hikmete uygun, hep faydalıdır. Herhangi bir şeyin yapılması hikmete uygun ve faydalı göründüğü için, Allahü teâlânın o şeyi yapması vacip olamaz. Kur'an-ı kerimde (Ona yaptıklarından dolayı bir şey sorulmaz. Onun kulları, yaptıklarından sorulacaktır) [Enbiya, 23] mealindeki âyet-i kerime, sözünüzün bozuk olduğunu açıkça gösteriyor. İmam tayin edilmesi, Allahü teâlâ üzerine vacib olsaydı, insanların hiçbir zaman imamsız kalmaması lazım gelirdi. İmamın, herkesçe tanınması, kuvvet, iktidar sahibi olması, imamlık şartlarını taşıması, kötü işleri, çirkin adetleri kaldırabilmesi, iyi işleri yaptırabilmesi, müslümanları zararlardan koruyabilmesi gerekir. Siz, yeryüzü imamsız kalamaz dediğiniz halde, yalnız imam bunlar olabilir dediğiniz ve bunların imam yapılması, Allahü teâlânın üzerine vaciptir sandığınız o masum imamların aralarına Hazret-i Ali’yi de karıştırdığınız halde, hiç birinin imamlık şartlarını taşımadığını söylüyorsunuz. Hepsinin sıkıntı içinde, zulüm görerek, güçsüz, kuvvetsiz yaşadıklarını, bir şey yapamayıp, tesirsiz kaldıklarını bildiriyorsunuz. Böyle aciz, başkalarının kuvveti karşısında hareketsiz, onlara itaat etmeye mecbur bir kimseyi imam yapmakta nasıl bir fayda ve hangi hikmet düşünülebilir?

Siz bu yanlış sözünüzde inat ve ısrar etmekle, Allahü teâlâyı, hâşâ, zayıf, aciz yapmış oluyorsunuz. Çünkü, kendi üzerine vacip olan bir şeyi yapamamış oluyor. Allahü teâlâ, böyle uygunsuz sözlerden uzaktır.

Görülüyor ki, imam tayin etmek, Allahü teâlâ üzerine vaciptir demeniz, büsbütün yanlıştır. Evet ehl-i hakkın, yani Ehl-i sünnetin dediği gibi, İslam dinini korumak, suçluların cezalarını vermek, herkese hakkını ulaştırmak ve emr-i maruf ve nehy-i anilmünker yapmak için, insanların bir imama, başkana ihtiyaçları olduğu için tayin etmek, bize vaciptir. Yoksa, Allahü teâlâya vacip değildir. Bunun için, Resulullah vefat edince, Eshab-ı kiram toplanarak, Ebu Bekri Sıddıkı söz birliği ile imam yaptı. Böylece, İslam dininin bir sarsıntı geçirmesi önlenmiştir.

Mutezile fırkası, aklın güzel veya çirkin demesini esas tutuyor. Allahü teâlânın yarattığı şeylerin güzel veya çirkin olmasının seçimini akla bırakıyor. Güzel olduğu anlaşılanları, Allahü teâlâ, yaratmaya mecburdur, diyor. Allahü teâlânın, insan aklının güzel dediği şeyleri yaratmaya mecbur olduğunu söylemek kadar çirkin, bozuk söz yoktur. Sizin sözünüz de, buna benziyor.

Bundan başka, masum imam bulundurmak, Allahü teâlâ üzerine vacip olursa, her asırda bir Peygamber göndermesi, her şehirde bir masum imam bulundurması, her hakimi adil, doğru eylemesi vacip olmak lazım olur. Evet, iyi kötü herkes, Allahü teâlânın, insanları rehbersiz, imamsız olarak başı boş bırakmasını, cahil, sapık, karanlıkta yuvarlanmalarını doğru bulmaz.

Bunun için, Allahü teâlâ saadet, huzur yolunu gösteren bir kitap ve bunun kıymetini anlayacak kadar, bir akıl vermiştir. Allahü teâlânın, masum imamı, zamanın sahibini her zaman gönderdiğini, kullarının işlerini, Onun eline bıraktığını söylerseniz, bu da çok bozuk, pek gülünç olur. Çünkü, bin seneden beri, çocukları, torunları, yakınları öldüğü halde ve Şiiler çoğaldığı halde, insanları irşad etmek, gafletten uyandırmak için ve İslamiyet’i yaymak için meydana çıkmayıp da gizli kalan masum bir imam, nasıl faydalı olabilir? Herkese doğru yolu göstermek, hakları, sahiplerine ulaştırmak ve nice işleri yapmak vazifeleri olduğu, nasıl söylenebilir? Böyle inanmak kadar, şaşkınlık ve hatta sapıklık olur mu?

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ hiçbir şeyi yapmaya veya yapmamaya mecbur değildir. Nehcülbelaga kitabınızda yazılı olduğu gibi, Hazret-i Ali Sıffin muharebesinde, hutbe okurken bunu açıkça bildirmiştir. Şöyle ki, (Sizin işlerinizi idare ettiğim için, üzerinizde hakkım vardır. Benim üzerimde ve birbirinizin üzerlerinizde de haklarınız vardır. Bir kimsenin vereceği hak olunca, başkasından alacağı hak da olur. Alacağı hak olup da, vereceği olmayan kimse, ancak Allahü teâlâdır. Çünkü O, her şeyi yapabilir. Her işi, adl iledir. Allahü teâlânın kulları üzerinde olan hakkı, kendisine ibadet, itaat etmeleridir. İhsan ederek, buna karşılık sevap verir) buyurdu. Bu hutbeye dikkat ederseniz, bu sözlerinizin Hazret-i Alinin sözlerine uygun olmadığını görürsünüz.

Resulullah efendimiz, Hazret-i Ali’nin halife yapılmasını vasiyet etti demeniz de yanlıştır. Eshab-ı kiram farzları yapmaya memur oldukları gibi, Resulullahın emirlerini de yapmaya memur idi. Buna uymadıkları, bu emri sakladıkları söylenmiş olmaktadır. Böyle çok kimsenin, bozuk bir işte sözbirliği yapması ise, olacak şey değildir. Hadis-i şeriflere de uymadığı için, doğru bir söz olamaz.

Şii âlimlerinden ibni Ebi Âsım ve Elkai’nin, Enes bin Malik’ten bildirdikleri hadis-i şerifte (Allahü teâlâ, benim ümmetimi, dalalet üzerinde sözbirliği yapmaktan korudu) buyuruldu. Hadis âlimi Hakim Uyeyne’nin bildirdiği hadis-i şerifte (Allahü teâlâ, bu ümmeti, dalalet üzerinde toplamaz) buyuruldu. (Allahü teâlânın yardımı, cemaat iledir) hadis-i şerifi gibi, daha nice hadis-i şerifler gösteriyor ki, ümmet-i Muhammed, hiçbir zaman dalalet üzerinde sözbirliği yapamaz. Böyle olmadığını söylemek, bu hadis-i şeriflere inanmamak olur.

Resulullah efendimizin, vasiyet yazmak için, kağıt kalem istediğini söylüyorsunuz. Bu sözünüz, daha önce bildirdiğiniz Gadir-i Hum vasiyetinin, doğru olmadığını gösteriyor. Böyle bir vasiyet etmiş olsaydı, bir daha vasiyet yazmaya lüzum görmezdi. Bundan da anlaşılıyor ki, Resulullahın Gadir-i Hum denilen yerde okuduğu hutbesinde, söylediğini ileri sürdüğünüz vasiyetin aslı ve esası yoktur. Doğrusu şudur ki, Hazret-i Ali ve bütün Haşimoğulları da birlik olduğu halde, Eshab-ı kiramın hepsi Hazret-i Ebu Bekri, sözbirliği ile halife seçmiştir. Bu sözbirliği yukarıdaki hadis-i şeriflere göre, bunun halifeliğinin doğruluğunu, sizin sözlerinizin de, yanlış ve bozuk olduğunu açıkça göstermektedir. Böyle bir vasiyet olsaydı, Hazret-i Ali, kendi hakkını elinden aldıkları için üç halife zamanında, bu hakkının kendisine geri verilmesini ister, vermeyenlere karşı harekete geçerdi. Nasıl ki, halife seçildiği zaman, din ve dünya işlerini çevirmek için, İslamiyet’in emri ile, kendisine itaat etmeyenlere karşı kılıcını çekerek, bunlarla boğuştu. Herkesin bildiği gibi, nice şehirlerin yıkılmasına, binlerle müslüman kanının dökülmesine sebep olan savaşları yapmıştı. Kendisine itaat etmeyenlere karşı böyle şiddet gösteren, böyle güçlü, şerefli bir zatın, İslamiyet’in kendisine vermiş olduğu hakkın elinden zorla alındığını görüp de susması ve hatta, üstelik bu hakkın kime verilmesi daha iyi olacaktır diye görüşen kurula üye olarak katılması, düşünülebilir mi?

Eğer, hâşâ, Şii kitabının dediği gibi, Hazret-i Ali bu hakkını aramaktan adamları az olduğu için, istemeyerek susmuş denilirse, Allahü teâlânın ve Resulullahın kendisine vermiş olduğu vazifenin icaplarını yerine getirmekten korktuğu için, Allahü teâlânın emrini yapmamış, Ona isyan etmiş demek olur. Halbuki, Resulullahın damadı ve Allah’ın aslanı olan Hazret-i Ali, değil yalnız Arabistan’dan, belki bütün dünyadan, herkim olursa olsun, böyle utanç verici ve lekeleyici bir korkaklığı kendine bulaştırmayıp, ölümü göze alacağı herkesin bildiği bir şeydir. Bunun için siz, emirül-müminin Hazret-i Ali efendimize böyle kötü, çirkin bir hâli yakıştırıyorsunuz. Böyle söylemek, onu sevdiğinizi bildirmiş olmuyor, Ona düşmanlık etmiş oluyorsunuz. Her türlü şüpheden ve ayıptan temiz olan O yüce imamı böyle bir kusurdan uzak görmeyi ve burada bildirmeyi, üzerime borç bilirim.

Resulullahın vasiyet yazmak için kağıt kalem istediği zaman, Ömer bunu önledi demeniz de, bu zatın böyle bir iş yapacağına, kesin bir delil, senet bulunmadığı için, doğru değildir. Çünkü, Buhari kitabının Megazi kısmında, Abdullah ibni Abbas diyor ki:
Resulullah efendimizin hastalığı perşembe günü arttı. (Bana kağıt getiriniz! Size kitap yazacağım. Benden sonra, yoldan hiç ayrılmayasınız) buyurdu. Orada olanlar, konuşmaya başladı. (Peygamberin yanında yüksek sesle konuşmak layık değildir) buyurdu. Acaba sayıklıyor mu? Kendisinden, bunu sorunuz, denildi. Yine Abdullah dedi ki, Resulullah hasta idi. Yanında birkaç kişi vardık. (Size kitap yazacağım. Benden sonra, yoldan çıkmayasınız) buyurdu. Birkaçımız dedi ki, ağrısı arttı. Yanımızda Kur'an-ı kerim var. Allah’ın kitabı bize yetişir. Uyuşamadık. Birkaçımız, getirelim, yazsın da, bundan sonra, yolu şaşırmayalım dedi. Kimisi, başka şey söyledi. Sözler çoğalınca, (kalkınız) buyurdu.

İşte yeryüzünde Kur'an-ı kerimden sonra en kıymetli ve en güvenilen kitabımız olan Buharinin bildirdiğine göre, sözü yapmak istemeyen belli bir kişi değildir. Birkaç kişi idi. Çünkü, Buhari’de (söylediler) diyor. Bundan, cevap verenlerin çok kişi olduğu anlaşılıyor. Burada, yalnız Hazret-i Ömer’i dile alıp, onu kötülemeye kalkışmak, doğru değildir. Eğer dil uzatmak denilirse, orada bulunanların, hepsini kötülemek lazım olur. Bunların arasında Hazret-i Ali ve Hazret-i Abbas da vardır. Bunlar da, kötülenmiş olur.

Maide suresinin (Rabbinden sana indirilen emirleri bildir! Bunu yapmazsan, Peygamberlik vazifesini yapmamış olursun! Allah seni insanlardan korur) mealindeki 67. âyeti Gadir-i Humda geldi demeniz de yanlıştır. Çünkü, bu sözünüz, Resulullahın (hâşâ) Allahü teâlânın emrini eshabına bildirmediğini düşündürür. Bu hutbede, bu emri bildirmek istemediği ve bundan dolayı, Allahü teâlânın, kendisini affetmesini, Cebrail aleyhisselamdan dilediğine göre, bu emri yapmakta eshabından çekindiği anlaşılır. Resulullah efendimizin bu gibi şeylerden masum olduğu şüphesizdir.

İkinci olarak
deriz ki, Resulullahın vefatına yakın olan bu hutbesine kadar, Allahü teâlânın Onu, insanlardan korumadığını ortaya koyar. Halbuki, Allahü teâlânın Habibini koruduğu, bu hutbesinden çok önce biliniyordu. Bu sözünüz bilinen bir şeye uymadığı için de, yanlış oluyor.

Üçüncü olarak
, Resulullahın o güne kadar kâfirlerden korkmakta olduğu ve Eshab-ı kiramdan da, kâfirler gibi korktuğu anlaşılır. Halbuki, Eshab-ı kiram efendilerimizin kendi canlarını, ana babalarını Resulullahın uğrunda feda etmekten hiçbir zaman çekinmedikleri, çeşitli haberler ile bilinmektedir. Bunların, kâfirler gibi Resulullahı korkutmak için toplanmaları akla da, din bilgilerine de uyacak bir şey değildir. Resulullah efendimizin, ilk zamanlarında, yalnız olduğu ve karşı gelenlerin ve Kureyş kâfirlerinin, zulümlerinin pek çok olduğu anlarda, hiç korkmadan, çekinmeden (Emrolunanları bildir!) âyet-i kerimesine uymakta, kahramanca nasıl uğraştığı bilindiği halde, Mekke alındıktan, her yerden bölük bölük gelip Müslüman olanlar çoğaldıktan ve Haşimoğulları ile Abdülmuttalib oğulları gibi pehlivanların hepsi Müslüman olduktan sonra ve İzacae suresi ile fetihler, zaferler müjdelendikten sonra, Gadir vakası zamanında, Muhacirlerin ve Ensarın topluluğunda ve Haşimoğullarının çok bulunduğu anda, Allah’ın emirlerini bildiremeyecek kadar korku gösterdiğini söylemek, üstün sıfatlarla süslenmiş olan o Nebiyy-i muhtereme yakışmayacak, çok çirkin, çok iğrenç bir iftira olur. Hele Eshab-ı kiramdan korktuğunu söylemek, Âl-i İmran suresinin (Siz ümmetlerin en hayırlısı, insanların seçilmişisiniz) mealindeki 110. âyetine inanmamak olur. Hiçbir bakımdan doğru olamaz.

Dördüncü olarak
, Resulullah efendimiz, Allahü teâlâya, emirlerini Eshabına bildirmekte karşı geldikten sonra Medine’ye gelip, hasta olunca, birkaç gün, Allah’ın imam yapmasını emrettiğini söylediğiniz Hazret-i Ali’yi, arkada bırakıp da, namaz kıldırmak için, kendi yerine Hazret-i Ebu Bekri imamlığa geçirmesi, Allahü teâlânın emrini ikinci defa yapmamak olur. Hazret-i Ali’yi halife yapmalarını, Eshabına bildirmesi, Gadir-i Hum’da gelen âyet-i kerime ile emredildikten sonra, yine Ebu Bekri imam yapması karşısında, bu âyetin sandığınız gibi, orada değil, büyük âlimlerin sözbirliği ile bildirdikleri gibi, Arefede indiği ve Eshab-ı kiram için değil, Kureyş müşrikleri için inmiştir. Resulullah Hazret-i Ali’nin birinci halife olacağını bilseydi, bunu elbette bildirirdi. Bunu bildirmesinde hiç korku da yoktu. Çünkü, bütün Mekke halkı ve hele Haşimoğulları ve Abdülmuttalib oğulları, Hazret-i Ali’nin akrabası ve yakınları olduğundan, bu haberden sevinecekler, kimseye korku, zarar gelmeyecekti.

Bütün bunlardan başka, taassubu, inadı bırakıp, tarafsız ve insaflı olarak, bu hutbeye ve içindeki kelimelere ve bayağı cümlelerine iyi dikkat edilirse, bu sözlerin, fesahat ve belagatta biricik olan o Peygamberin mübarek ağzından çıkması şöyle dursun, Arab edebiyatını bilen herhangi bir kimsenin bile söylemiş olması mümkün değildir. Bundan da anlaşılıyor ki, bu sözlerin hepsi, yabancıların uydurma ve iftiralarıdır. Bu sözler arasında bulunan (Ben, kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır) hadis-i şerifi, Hazret-i Ali’nin imam olacağını göstermez. Çünkü, mevla sözünün birçok manası vardır. Kamusda yirmi kadarı yazılıdır. Böyle kelimelerin, hangi manaya kullanıldığı da, bir delil, bir işaret ile anlaşılır. İşaretsiz, delilsiz bir mana vermek doğru olmaz. Mevla kelimesine sevici ve yardım edici manalarını vermekte, biz de, sizinle birlikteyiz. Bunun içindir ki, Abdülgafir bin İsmail Faris, Mecmaul-garaib kitabında (veli) kelimesini anlatırken, bu hadis-i şerifin (Beni seven ve yardımcı bilen kimse, Ali’yi de, yardımcı bilsin!) olduğunu yazıyor. Bunlar ince düşünülürse, bu hadis (halife) olmaya, daha uygun, daha üstün olmayı göstermemektedir. Çünkü, veli kelimesinin (evla) demek olacağı, lügata da, İslamiyet’e de uygun değildir. İslamiyet’e uygun olmadığı meydandadır. Lügatta ise, mefal vezninde olan kelimelerin, efal vezninde kullanılmaları hiç görülmemiştir.

Bu hadis-i şerifin, Hazret-i Ali’yi sevmek ve ona düşman olmaktan kaçınmak demek olduğu anlaşılır. Hatta Ebu Nuaym Ahmed bin Abdullah, Hazret-i Hasan’ın oğlu Hasan’dan bildiriyor ki, bu Hasan’dan soruldu. (Ben kimin mevlası isem...) hadis-i şerifi, Hazret-i Ali’nin halife olmasını gösteriyor mu, dediler. Hasan buna cevap olarak, eğer Resulullah bu hadis-i şerif ile, Hazret-i Ali’nin halife olmasını bildirmek isteseydi, (Ey insanlar! Bu zat benim işlerimin velisidir. Benden sonra, halife olacak budur. İşitiniz ve itaat ediniz!) buyururdu. Allahü teâlânın ismine yemin ederim ki, Allahü teâlâ ve Onun Resulü, Ali’nin halife olmasını isteselerdi, Ali, bu emri yerine getirmeye kalkışmaması ile böylece Allahü teâlânın emrine karşı gelmesi ile, çok büyük günah işlemiş olurdu, dedi.

Dinleyenlerden biri: Öyle ise Peygamberimiz (Ben kimin velisi isem, Ali de onun velisidir) buyurmadı mı? deyince, Hasan, vallahi eğer Resulullah, Ali’nin halife olmasını isteseydi, namaz kılmayı ve oruç tutmayı emreylediği gibi, bunu da, açıkça emrederdi, dedi. İşte, Ehl-i beytin en ileri gelenlerinden biri olan ve Hazret-i Ali’nin torunu olan Hasan’ın bu sözleri, senin sözlerinin bozuk ve yalan olduğunu açıkça göstermektedir. Molla başı sustu. (Hucec-i katiyye)

İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:

(Hazret-i Ali'nin halife olmasını yazacaktı) demek, boş sözdür. Gaibden haber vermek olur. Yazsa idi, Hazret-i Ebu Bekir’i yazardı. Çünkü, hasta iken, Hazret-i Âişe'ye (Baban Ebu Bekir’i çağır! Ona yazacağım ki, biri çıkıp, kendisinin Ebu Bekir’den hilafete daha layık olduğunu söylemesin. Allahü teâlâ, bu konuda yalnız Ebu Bekir’den razıdır) buyurduğu Müslim'de yazılıdır. (Mektubat-ı Rabbani)

Eshab-ı kiram, Resulullahın ictihadına uymayan ictihadlar da yaparlardı. Resulullahın ictihadına uymayan hareketlerde bulunurlardı. Vahiy gelmekte iken, onların bu ayrılıklarına bir şey denilmedi. Hiçbiri bu yüzden kötülenmedi. Resulullahın ictihadına uymayan ictihadda bulunmaları yasak edilmedi. Allahü teâlâ, Eshab-ı kiramın ictihadlarında ayrılık olmasını istemeseydi, ayrılmalarını beğenmeseydi, ayrılmalarını elbette yasak ederdi. Ayrılanların azap göreceği bildirilirdi. Resulullah ile konuşurken, yüksek sesle konuşmanın yasak edildiğini ve yüksek sesle konuşanlara azap yapılacağının bildirildiğini hepimiz biliyoruz. Hücurat suresinin ikinci âyetinde mealen, (Ey müminler! Seslerinizi, Resulullahın sesinden daha yükseltmeyiniz. Onunla konuşurken, birbirinizle konuşur gibi bağrışmayınız!) buyuruldu. Beğenmediği bir hareketi, hemen yasak eylemiştir.

Eshab-ı kirama uymuş olmak için, hiçbirini inkâr etmemek lazımdır. Bir kısmı beğenilmeyince, diğer kısmına uyulmuş olamaz. Çünkü Hazret-i Ali, diğer üç halifenin büyük ve uyulmaya layık olduklarını biliyordu. Bunlara, seve seve biat etmiş, hilafetlerini kabul etmişti. Diğer üç halifeyi sevmedikçe, Hazret-i Ali’ye uyduğunu söylemek yalan olur. Hatta, Hazret-i Ali’yi beğenmemek, onun sözlerini, kabul etmemek olur. Allahü teâlânın aslanı Ali için, onları idare ediyordu, yüzlerine gülüyordu demek, cahilce söz olur. Allah’ın aslanının, o kadar ilim ve kahramanlığı ile, tam 30 sene, üç halifeye karşı düşmanlığını saklayıp, dost göründüğünü ve onlarla yalandan arkadaşlık ettiğini hangi akıl kabul eder? En aşağı bir Müslüman bile böyle ikiyüzlülük yapamaz. Onu bu kadar küçülten, aciz, hileci ve münafık yapan böyle sözlerin çirkinliğini düşünmek lazımdır. Peygamber efendimizin bu üç halifeyi övmesine, bütün yaşadığı müddetçe, bunlara kıymet vermesine ne diyecekler? Efendimize de, ikiyüzlü mü diyecekler? Peygamberin doğruyu bildirmesi vaciptir. İdare ediyordu diyen zındık olur. Münafıklar, “Muhammed, vahiyden, işine gelenleri söylüyor, işine gelmeyenleri söylemiyor” diyordu. Bunun üzerine, Maide suresinin, (Ey Resulüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaştır! Bunları, doğru bildirmezsen, Peygamberlik vazifeni yapmamış olursun) mealindeki 70. âyeti gelerek her şeyi doğru söylediği bildirildi. Peygamberimiz, ahirete teşrif edinceye kadar, üç halifeyi över, başkalarından üstün tutardı. Demek ki, Resulullaha uyarak bunları üstün tutmak lazımdır.

Diğer maddelerde ve bu maddede bazılarını yazdığımız âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler gösteriyor ki, Allahü teâlâ ve Onun Resulü, Sahabe-i kiramın hepsini adil bilmiştir. Allahü teâlânın ve Onun Peygamberinin adil bildiği kimseleri, başkalarının adil bilmemesinin ne ehemmiyeti ve zararı olur? Eğer Sahabe-i kiram, âyet-i kerime ve ehadis-i şerife ile meth ve sena edilmemiş olsaydı, İslama yardımları ve bu uğurda mallarını ve canlarını, ana, baba ve evlatlarını feda etmeleri ve Peygamber efendimize yardım etmeleri ve imanlarının kuvveti, hepsinin adil olduğunu ve böyle itikad etmemiz lazım geldiğini açık olarak göstermektedir. (Eshab-ı Kiram kitabı)

Büyük İslam âlimi şah Veliyyullah-ı Dehlevi hazretleri de buyuruyor ki:

Resulullah, Hazret-i Ali’yi Yemene hakim [Vali] yapmıştı. Beytülmalda olan bir cariyeyi Hazret-i Ali hizmetlerinde kullandı. Bu hareketi, dedi-kodu halini aldı. Bu dedi-kodu Resulullahın mübarek kulağına kadar geldi. Fitneyi önlemek için, Hazret-i Ali’yi sevmeyi emir buyurdu. (Kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır) buyurdu ki, (Beni seven, Aliyi de sevsin) demektir. Mevla kelimesi, Kur'an-ı kerimin birçok âyetinde vardır. Sevilen kimse manası verilmiştir. Bu hadis-i şerif, (Allah’a inanan, misafirine ikram etsin) hadis-i şerifi gibidir. Bu hadis-i şerif, yalnız Hazret-i Ali için değildir. Hazret-i Hasan için, (Ya Rabbi, Onu seviyorum. Onu sen de sev! Onu sevenleri de sev) buyuruldu. Resulullah Mekke ile Medine arasında bulunan Gadir-i Hum ismindeki yere gelince, Hazret-i Ali’nin elini tutup, (Kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır! Ya Rabbi, onu seveni sev! Onu sevmeyeni sevme) buyurdu. Sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali’nin yanına gelip, (Ne mutlu sana ya Ali! Bütün müminlerin sevgilisi oldun) dedi.

Müslim
kitabında, Zeyd bin Erkam diyor ki:
Gadir-i Hum denilen su başında, Resulullah hutbe okudu. (Ben de insanım. Bir gün ecelim gelecek. Size Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytimi bırakıyorum. Kur'an-ı kerimin gösterdiği yola sarılınız! Ehl-i beytimin kıymetini biliniz!) buyurdu.

Tirmizi
de, İmran bin Hasin diyor ki:
Resulullah, bizi Hazret-i Ali’nin emrinde cihada gönderdi. Hazret-i Ali, esir denilen cariyelerden birini kendine aldı. Dört kişi, bunu Resulullaha söylediler. Resulullah çok üzüldü. (Ali’den ne istiyorsunuz? Ali bendendir. Ben de ondanım. Benden sonra, O her müminin velisidir) buyurdu.

Bu hadis-i şerifler, Ehl-i beyti sevmeyi emretmektedir. Mevla, veli, sevilen kimse demektir. Zeyd bin Erkam, (Tirmizi)de bildiriyor ki, Resulullah buyurdu ki:
(Size iki şey bırakıyorum. Bunlara yapışırsanız, benden sonra doğru yolda kalırsınız. Biri, ötekinden daha büyüktür. Bu, Allah’ın kitabıdır. İkincisi, Ehl-i beytimdir. Havz başında bana kavuşuncaya kadar, ikisi birbirinden ayrılmaz!)

Birbirinden ayrılmaz demek, Kur'an-ı kerime sarılan kimsenin, Ehl-i beyti sevmesi gerekir demektir. Ehl-i beyte yapışmak, onları sevmektir. Kur'an-ı kerime uymak sevap olduğu gibi, Ehl-i beyti sevmenin de böyle sevap olduğunu bildirmektedir. Bu hadis-i şeriflerin hiçbiri, Hazret-i Ali’nin halife, imam olacağını göstermiyor. Bu hadis-i şerifleri ileri sürerek, Ehl-i sünneti kötülemek, Müslümanlar arasında bölücülük yapmak, pek haksız ve çok yanlıştır. Cenab-ı Hak, hepimize Ehl-i beyti ve Eshab-ı kiramın hepsini sevmek nasip eylesin! Âmin! (Kurret-ül ayneyn)

Abdullah-i Süveydi hazretlerinin, Molla başı ile konuşmasına devam edelim:
Molla başı dedi ki:

-Kendisine, Bahrülilm adını nasıl yakıştırmış? İlimden hiç haberi yoktur. Ona, imam-ı Alinin birinci halife olacağını gösteren iki vesika versem, cevabını bulamaz. Yalnız o değil, Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi bir araya gelse, bir şey söyleyemezler, dedi.

Öyle cevap verilemeyecek delilleriniz nedir, dedim.
-Önce, size sorarım ki, Hazret-i Peygamber, Ali ibni Ebi Talib için (Musa’nın yanında Harun nasıl idi ise, sen de, benim yanımda öylesin. Yalnız, şu fark var ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir) buyurdu. Bu hadisi, siz de bilirsiniz, dedi.
-Evet. Hem de meşhurdur, dedim.

-İşte bu hadis, Hazret-i Peygamberden sonra, imam-ı Ali’nin halife olacağını gösteriyor, dedi.
-Nasıl gösteriyor, dedim.

-İmam-ı Ali’nin Peygamber yanındaki yeri, Harun’un Musa yanındaki yeri gibi gösteriliyor. Yalnız (Ancak benden sonra Peygamber gelmez) diyerek, burada ayrıldığı bildiriliyor. Bunun için, Hazret-i Ali’nin, birinci halife olması lazımdır. Harun’un eceli gelmeseydi, Musa’dan sonra, halifesi olurdu, dedi.
-Sözünüzden açıkça anlaşıldığına göre, mantık bilgisinde, bu sözlerden genel hüküm çıkar imiş. Genel olduğunu neresinden çıkarıyorsunuz?

-İstisnalarda, izafet, genel mana bildirir.
-Harun aleyhisselam, Musa aleyhisselam gibi Peygamber idi. Halbuki, Hazret-i Ali’nin, önce de, sonra da Peygamber olmadığını siz de biliyorsunuz. Bundan başka, Harun aleyhisselam, Musa aleyhisselamın öz kardeşi idi. Halbuki Hazret-i Ali, Resul-i ekremin öz kardeşi değildir. Genel olan şeyin ise, istisna ile ayrılması, mantık ilminde, zan gösterir. Onun için, sözün hükmünü, manasını, bir menzile, bir yer için aramak lazım olur. Bunun için de, hadis-i şerifteki menzile kelimesinin sonundaki (t) harfi, bir tek manasını bildiriyor. (Harun’un yerinde) izafeti, izafetlerin çoğunda olduğu gibi, izafet-i ahdiyyedir. Yani genel mana bildirmez. (Ancak) kelimesi de (Fakat) demektir. O halde, sözün manası, kati değil zanni oldu. Böyle sözlerde, belli olmayan bir şey, başka bilgiler yardımı ile anlaşılır. Yani (menzile) ile (Harun) arasındaki bağlantı, Harun’un yalnız, beni İsrail için halife olduğunu gösterdiği gibi, Hazret-i Alinin de Tebük gazasında Medine-i münevverede halife bırakıldığını gösterir, dedim.

-Halife bırakmak, onun üstün olduğunu bildiriyor. Birinci halife olması lazım gelir, dedi.
-Öyle ise, Abdullah ibni ümm-i Mektumun da halife olması lazım gelir. Çünkü, Resul-i ekrem Onu ve başkalarını da, Medine-i münevverede, halife, yani kendi yerine vekil bırakmıştı. Şu halde, halifelikte birinciliği, buna ve başkalarına vermeyip de, Hazret-i Ali’yi, ayırmanızın sebebi nedir? Bundan başka, yerine vekil bırakılmak, üstünlüğe sebep olsaydı, Ali (Beni kadınlarla, çocuklarla, zavallılarla birlikte mi bırakıyorsun?) diyerek üzülmezdi. Fahr-i âlem efendimiz de, Ali’nin gönlünü almak için (Sen benim yanımda Harun’un Musa yanındaki yeri gibi olmayı beğenmiyor musun?) buyurmazdı, dedim.

-Ehl-i sünnetin üsul bilgisine göre, sebebin ayrı olmasına değil, sözün genel olmasına bakılır.
-Vesika olarak, sebebin ayrı olmasını ele almıyorum. Ancak, hadis-i şerifteki, belli olmayan bir şeyin, yalnız, (Hususi) olduğunu gösteren bir işaret olduğunu söylüyorum, dedim. Sustu.

Bundan başka, bu hadis-i şerif, zaten senet olarak gösterilmez. Çünkü, sözbirliği ile bildirilmiş değildir. Kimi sahih, kimi hasen, kimi de zayıf hadisdir, dedi. İbnülcevzi ise, mevdu olduğunu bildirmektedir. [Ebülferec Cemaleddin hâfız Abdurrahman bin Aliyyülcevzi büyük hadis âlimidir. 508 de Bağdadda tevellüd, 597 [m. 1201] de orada vefat etti. Yüzden fazla kitap yazdı. Mugni adındaki tefsiri meşhurdur.] Bununla, imam-ı Ali’nin birinci halife olması, nasıl anlaşılır ki, delilin meşhur nass olması lazımdır, dedim.

-Evet öyledir. Delilimiz, yalnız bu değildir. (Ali’ye, müminlerin emiri olarak selam veriniz) hadisi delildir. Bundan Ali’nin Peygamber olduğu anlaşılmasa bile, birinci halife olmasına diyecek yoktur, dedi.
-Bu hadis-i şerif, bizce mevdudur. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında, böyle bir sahih hadis yoktur, dedim. Düşündü. Birdenbire:

-Başka bir delil söyleyeceğim ki, manasını çevirmeye imkan yoktur. (Geliniz! Çocuklarınızı ve çocuklarımızı çağıralım!) âyeti delilimdir dedi.
-Al-i İmran suresinin altmışbirinci âyeti olan bu âyet-i kerime, nasıl delil olur dedim.

-Necrandan, hristiyanlar, Medine’ye gelip inanmayınca, Resulullah bunlara, (Gelin, içimizden yalancı olana, Allah’tan lanet isteyelim) buyurdu. Ve Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyni alıp meydana çıktı. Duaya çıkan, çıkmayanlardan elbet daha üstündür, dedi.
-Bu dediğiniz, menkıbedir. Üstünlüğü göstermez. Çünkü Eshab-ı kiramdan herbirinin bir menkıbesi vardır ki, başkalarında bulunmaz. Tarih okuyanlar, bunu iyi bilir. Bundan başka, Kur’an-ı azimüşşan arabi dil ile indi. Mesela, iki aşiret arasında harp başlamak üzere iken, biri (Ben aşiretimdeki yiğitleri alıp çıkacağım. Sen de seçilmiş, kahramanlarını alıp çıkmalısın) dese, bu söz, ikisinin de aşiretinde, meydana çıkanlardan başka, yiğit adam bulunmadığına delil olamaz. Duada, akraba ve yakınları ile birlikte bulunmak kalbin kırıklığı ve duanın çabuk kabul olması içindir, dedim.

-Bu, sevgisinin çokluğunu gösterir, dedi.
-Bu cibilli, tabii, yaratılışta bulunan bir sevgidir. İnsanın kendi kendini, çocuklarını sevmesi gibidir. Bunda üstünlük aranmaz, dedim.

-Başka bir şey daha var. Peygamber Hazret-i Ali’yi kendisi ile beraber saymıştır dedi.
-Sen daha, üsul ilmini ve belki de arabiyi bilmiyorsun! Delil sandığın (enfüs) kelimesi, cemi kıllettir. Cem olan (na) ya bağlanmıştır. Cemin cem karşısında bulunması ise, birlerin binlere bölünmesine sebep olur. Mesela bölük bindi demek, bölükteki erlerin hepsi atlarına bindi demektir. Birden çok olana cem denir. Nur suresinin yirmialtıncı âyeti olan (Bunlar onların dedikleri gibi değildir) kelamında, Hazret-i Âişe ile Safan bildirilmektedir. Bunun gibi, Tahrim suresinin dördüncü âyetindeki (kalbleri), cem olduğu halde, mantık ilmine göre, ikiyi gösteren zamire bağlanınca iki kalb olmuştur. Bunlar gibi Hasan ve Hüseyin için cem olarak (çocuklarımız) ve Hazret-i Fatıma yalnız bulunduğu halde, cem halinde (kadınlar) denilmesi, mecazdır. Bu âyet-i kerime, eğer, Hazret-i Ali’nin birinci halife olacağını gösterseydi, Hasan, Hüseyin ve Fatıma hazretlerinin de, sıra ile halife olmaları lazım olurdu. Halbuki, Hazret-i Fatıma halife olamaz, dedim.

-Benim bir delilim daha var. Maide suresinin ellibeşinci âyetinde mealen, (Elbet, sizin veliniz, sahibiniz, Allahü teâlâ ve Onun Resulü ve iman edenlerdir) buyuruldu. Tefsir âlimleri sözbirliği ile bildiriyor ki, Hazret-i Ali namazda iken, bir fakire yüzüğünü sadaka verince, bu âyet-i kerime nazil oldu. Âyet-i kerimedeki (inne-ma) yalnız o demektir. Yani, ona mahsustur. Veli kelimesi de, tasarrufa, idareye en elverişli demektir, dedi. Ve, siz Sahabe-i kiramı nasıl bilirsiniz? dedi.
-Adil, özü, sözü doğru biliriz dedim.

-Kur’an-ı kerimdeki pek çok âyetler, Eshabı azarlamaktadır dedi. Münafık olduklarını, Resulullaha, elem, acı verdiklerini bildiren âyetler çoktur. Mesela, Tevbe suresinin ellidokuzuncu âyeti ve Mücadele suresinin sekizinci âyeti ve Münafıkun suresinin birinci âyeti ve Muhammed suresinin onaltıncı ve yirmi ve yirmidokuzuncu ve otuzuncu âyetleri bunlardandır, dedi. Bundan başka, Tevbe suresinin yüzikinci âyeti ve Feth suresinin onbirinci ve onikinci ve onbeşinci âyetleri ve Hucurat suresinin dördüncü âyeti gösteriyor ki, Medine’de bazı münafıklar o kadar gizli çalışıyorlardı ki, ahaliye değil, Fahr-i âlem efendimize bile sezdirmiyorlardı. Enfal suresinde, (Resulullaha karşı gelenler, meşhur Bedir gazasından cayarak, düşmanı görmeden önce geri dönenler, müminlerin, canlarına minnet bildikleri o günün şerefinden kaçanlar, hep onlardır) buyuruluyor. Bunun içindir ki, gizli şeyleri bilen Allahü teâlâ, Enfal suresinin altıncı âyetinde münafıkların kötü niyetlerini açığa çıkarmaktadır. Huneyn gazasında kaçanlar ve çok sayıda olmalarına güvenerek, Al-i İmran suresinin onuncu ve yüzonaltıncı âyetlerinin inmesine sebep olanlar, yine bu münafıklardandır. Bunlar, Uhud faciasında, Fahr-i kâinat hazretlerini düşmanların eline bırakıp dağa kaçtılar. Mübarek yüzünün yaralanmasına ve iki dişinin şehit olmasına ve kısraktan düşmesine sebep oldular. Hatta yardım istediğinde, duymazlıktan geldikleri için, Al-i İmran suresinin yüzelliüçüncü âyet-i kerimesi ile, Allahü teâlâ tarafından azarlandılar. Tebük’teki meşhur hareketlerinden dolayı da, Tevbe suresinin otuzdokuzuncu âyet-i kerimesi ile tekdir ve tehdid edildiler.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Hazret-i Peygamberin Eshabı isyan ederler, Ona karşı gelirlerdi. Firar ettiklerini bildiren âyet-i kerime, birkaçının değil, hepsinin kaçtığını göstermektedir. Çünkü, Tevbe suresinin kırküçüncü âyeti, azaplarını ve azarlandıklarını açıkça bildirmektedir. Fahr-i alem, onların geri dönmelerine izin verdiği için, Tevbe suresinin kırk dördüncü âyet-i kerimesi ile, o Nebiy-yi zişanın da azarlanmasına sebep oldular. Bunlardan başka, hicretin beşinci yılının onbirinci ayındaki Ahzab yani Hendek gazasında, Ahzab suresinin onüçüncü ve onbeşinci âyetleri ile ve daha nice âyetlerle tekdir edildiler ve kötülendiler. Böyle kimselere nasıl olur da, adil denir? Onların işleri ve sözleri, din işlerinde nasıl senet olur? Onlara inanmak, güvenmek, akla da, ilme de uygun değildir dedi.

-Eshab-ı kiramı kötülemek için, vesika olarak bildirdiğin âyet-i kerimelerin hepsi, münafıklar için gelmiştir. Bunda, kimsenin şüphesi yoktur. Hatta, Şiiler de, böyle olduğunu sözbirliği ile söylemektedir. Münafıklar için geldikleri bilinen bu âyet-i kerimeleri, âyetler ile meth-u sena edilen Eshab-ı kirama bulaştırmaya kalkışmak, böylece, O büyükleri lekelemek istemek, adalete ve insafa sığmaz. Önceleri, münafıkların sayısı çoktu. Sonra, azalmaya başladı. Fahr-i âlem efendimizin, ömr-ü şerifinin sonuna doğru, münafıklar, doğru olan müminlerden ayırt edildi. Allahü teâlâ, Al-i İmran suresinin yüzyetmişdokuzuncu âyet-i kerimesi ile, tayyıbleri habislerden ayırt eyledi. Resulullah efendimiz hazretleri, (Ocaktaki ateş, demiri, pislikten ayırdığı gibi, Medine de, insanların iyisini, kötüsünden ayırıyor) buyurdu. [Yani demircilerin kullandığı ocak, yüksek fırınlar, demirdeki curufu, gang denilen kötü maddeleri ayırdığı gibi, Medine şehri de, insanların kötüsünü iyisinden ayırır buyurdu.] Bunun için münafıkları bildiren âyet-i kerimeleri Eshab-ı kirama yüklemek, nasıl doğru olur? Al-i İmran suresinin yüzonuncu âyetinde mealen, (Siz ümmetlerin en hayırlısı, en iyisi oldunuz) buyuruldu. Bu âyet ile, Allahü teâlânın meth-u sena buyurduğu kimseler, nasıl olur da, münafıklarla bir tutulur?

Allahü teâlâ, Eshab-ı kiramı, birçok âyet-i kerime ile övdü. Tevbe suresinin ellidokuzuncu âyetinin (Havaric) kabilesinin reisi (İbni zil Huvaysıra bin Zuheyr) için geldiğini bütün tefsirler yazıyor. Bu âyet-i kerimeyi Sahabe-i kirama yüklemek, ilim adamına yakışmaz. Buhari-yi şerif kitabında, bunu açıklayan yazıları burada söylemek yerinde olur. Ebu Said-i Hudri diyor ki, Resulullah efendimizin yanında idim. Mübarek nurlu yüzünü görmekle lezzet alıyordum. Kendisi, Huneyn gazasında kâfirlerden alınan ganimet mallarını dağıtıyordu. Beni Temim aşiretinden Huvaysıra kapıdan içeri girdi. (Ya Resulallah! Adaleti gözet!) dedi. Resulullah (Sana yazıklar olsun! Ben adalet yapmazsam, kim yapar? Adalet üzere olmasaydım, çok zarar ederdin!) buyurdu. O sırada, Eshab-ı kiramdan Ömer-ül-Faruk ayağa kalkıp, (Şu cahili öldürmeye müsaade buyur) dedi. (Bırakınız! Çünkü, bu adamın arkadaşları vardır. Sizin gibi namaz kılarlar. Sizinle birlikte oruç tutarlar, Kur’an-ı kerim okurlar ise de, Allahü teâlânın kelamı boğazlarından aşağı inmez. Bunlar, ok yaydan çıktığı gibi, dinden dışarı çıkarlar. Okuna ve hedefe ve şişeye bakınca, hiçbirini göremez. Halbuki, ok şişeye varmış, delmiş, kanı akıtmıştır. Bunların içinde bir kimse olacaktır ki, rengi siyahtır. İki kolundan biri hayvan memesi gibidir. Durmadan damlar) buyurdu. Ebu Said-i Hudri diyor ki, Hazret-i Ali halife iken, haricilerle muharebe etti. Esirler arasında, böyle bir adam gördük. Tam, Resulullah efendimizin bildirdiği gibi idi. Bu âyet-i kerimenin inmesine sebep, münafıklardan Ebülhavat adında birinin (Ey arkadaşlar! Sahibinize niçin bakmıyorsunuz! Size mahsus olan eşyayı, koyun çobanlarına vererek adalet yaptığını göstermek istiyor) demesidir denildi.

Mücadele suresinin sekizinci âyeti de, Yahudiler ve münafıklar için inmiştir. Çünkü bunlar, müminlerden gizli olarak, aralarında toplanır ve göz, kaş işaretleri ile, Eshab-ı kiramı aldatmaya çalışırlardı. Müminler, bunların başlarına ağır bir felaket geldiğini, acılarını kimseye duyurmamak için gizli konuştuklarını sanarak bunlara acırlardı. Fakat, böyle gizli konuşmaların uzun zaman sürmesi, bunların içlerini ortaya çıkardı. Eshab-ı kiram, kötü niyet ile yapılan bu gizli toplantılara son verilmesi için, Fahr-i âlem efendimize şikayet ettiler. Böyle toplantılara son verilmesini emr buyurdu. Fakat, münafıklar dinlemedi, hıyanetlerine devam ettiler. Bunun üzerine, Mücadele suresinin sekizinci âyetinde, mealen (Gizli toplantı yapmaları yasak edilenleri görmedin mi? Bunlar, yasak edildiği halde, yine gizli toplandılar. Günah, düşmanlık ve Resulullaha karşılık için toplanıyorlar) buyuruldu. Bunların yasak emrini dinlemeyip, yine toplanmaları, Resulullaha karşı gelmektir.

Mücadele suresinin sekizinci âyetinde mealen, (Sana selam verdikleri zaman, Allah’ın, seni selamladığı gibi vermiyorlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerimede Yahudiler azarlanmaktadır. Yahudiler, Resulullahın yanına geldikleri zaman, (Size selam olsun) yerine, (Size sam olsun) derlerdi. Resulullah da (Size de olsun!) buyururdu. Emin olmak, korkusuz olmak demek olan selam yerine, ölüm demek olan sam derlerdi. Böylece, yaratılmışların, geçmiş, gelecek bütün insanların en üstünü olan Fahr-i kainatı aldatacaklarını sanırlardı. Kendisinden ayrıldıktan sonra, aldattıklarını, eğer gerçekten Peygamber olsaydı, bu kötülüklerinden dolayı, kendilerine azap gelmesi lazım olduğunu söylerlerdi. Bunun içindir ki, bu âyetin sonunda, (Hesaplarının sonu Cehennem azabıdır) buyuruldu. (Buhari) kitabında diyor ki, Yahudiler, Peygamber efendimizin huzuruna geldikleri zaman, kötü adetlerine göre, şüpheli, bozuk selamlarını söylerlerdi. Hazret-i Âişe bunu anlayıp öfkelendi. Resulullah efendimiz, öfkelenmenin yeri olmadığını, (Size de olsun!) dediğini, duasının kabul buyurulduğunu söyledi.

Münafıkun suresinin birinci âyetinde, (Münafıklar, sana geldiği zaman) kelamı, Abdullah bin Selul ve arkadaşlarını göstermektedir. Eshab-ı kiram ile hiçbir alakası yoktur.

Muhammed suresinin onaltıncı âyetinde mealen, (Onlardan, seni dinleyenler, yanından çıktıkları zaman...) buyuruldu. Bu âyet-i kerime de, münafıklar için gelmiştir. Münafıklar, Resulullahın yanında bulunup, sözlerini işitirler ise de, anlamak istemezlerdi. İmam-ı Mukatil [Belhlidir. 150 de Basra’da vefat etti] tefsirinde diyor ki, Resulullah hutbede, münafıklara nasihat verirken, onlar anlamazlıktan gelerek, Abdullah ibni Abbas’dan sorarlar, (Bu ne demek istiyor) derlerdi. Abdullah ibni Abbas, bazen bana sorarlardı diye, bunu haber veriyor. Adalet sahibi olan Allahü teâlâ, sadık olan, canla başla hizmet eden müminleri, münafıklardan ayırarak, Muhammed suresinin onaltıncı âyetini gönderdi. Bu âyet-i kerimede mealen, (Onların kalblerini Allah mühürledi...) buyuruldu. Eshab-ı kiramı da, bundan sonraki âyet-i kerimede hidayet ve necat ile müjdeledi. Said bin Cübeyr diyor ki, Muhammed suresinin yirminci âyetinin, (Kalblerinde hastalık olanları gördün) meali, münafıkları açıkça göstermektedir. Çünkü, üç türlü kalb vardır: Biri, müminin kalbidir. Temiz ve sevgi ile Allahü teâlâya bağlıdır. İkincisi kâsi ve ölü kalbdir. Kimseye acımaz... Üçüncüsü, hasta olan gönüldür. Hastalık, münafıklık hastalığıdır. Allahü teâlâ, bu üç kalbi de, Hac suresinin ellibirinci âyetinde bildiriyor. Bu üçden, ikisi azaptadır. Biri, kurtulucudur. Müminin kalbi selimdir. Allahü teâlâ, kalb-i selimi meth ve sena buyuruyor. Şüara suresinin seksensekizinci âyetinde mealen, (O gün, mal ve çocuklar fayda vermez. Yalnız, kalb-i selim ile gelen faydalanır) buyuruldu.

Beni Anber kabilesi kâfir idi. Bunları, Eshab-ı kiram hazretlerinin sırasına koymak, akıl ile de, ilim ile de pek yanlıştır.

Bedir gazasına gelince, sizin de, bizim de, kitaplarımızda açıkça bildirildiği üzere, Enfal suresinin birinci âyetinde bildirildiği gibidir.

Huneyn gazvesindeki dağılmak da, kaçmak değildir. Bir tedbir, bir harp oyunu idi. Her savaşta, ilerleme olduğu gibi, bazen çekilme de olur. Bununla beraber, bu dağılanlar, Eshab-ı kiramın büyükleri değildi. Birkaç ay önce, Mekke’nin fethinde, azat edilmiş olan esirlerdi. Sonunun zafer olacağı belli idi. Hatta bu çekilmenin zafere yol açtığı, Tevbe suresinin yirmialtıncı âyetinin, (Sonra, Resulüne ve müminlere sekine indirdi) meal-i şerifi ile bildirilmektedir. Resulullah bunu bildiği için, o gün dağılanlara, sonra hiçbir şey söylemedi. Hiçbirine darılmadı. Bizim dil uzatmamız, doğru olur mu? Şii fırkasının âlimlerinden Ebülkasım şiinin (Kitabüşşerayı) risalesinde (Ölüm ve helak tehlikesi olduğu zaman muharebeden kaçmak caizdir) denildiğine göre, Huneyn gazasında çekilen Eshaba dil uzatmamak lazım gelmez mi?

Uhud gazasındaki firar ise, yasak edilmeden önce idi. Allahü teâlânın bunları af buyurduğu, Al-i İmran suresinin yüzellibeşinci âyetinde bildirilmektedir.

Al-i İmran suresinin yüzelliüçüncü âyet-i kerimesinden önceki (Allah sizi af etti) mealindeki müjdenin, bu sonraki âyete bağlı bulunduğunu her tefsir bildirmektedir.

Tevbe suresinin otuzsekizinci âyetinde mealen, (Ey iman edenler! Cihada gidiniz denildiği zaman, size ne oldu?) buyuruldu. Bu meal, Eshab-ı kiramı kötülemek, azarlamak değildir. Gevşek davrandıkları, kendilerine haber verilmektedir. Hepsine bildirilmektedir. Bunların arasından Hazret-i Ali’nin ayırt edileceği bildirilmemiştir, dedim.

Molla başı söz alıp:
-Hilafetinin kabulünde anlaşmazlık olan kimsenin halife olması doğru olur mu? Beni Haşim, Eshab-ı kiramın büyüklerinden idi. Halifeyi, uzun zaman sonra zor ile kabul etmişlerdi. Böyle halife kabul edilir mi?
-Hazret-i Ebu Bekir’in halifeliğini bütün Sahabe, sözbirliği ile kabul etti. İnat etmeyen herkes bunu böyle bilir. Hazret-i Ali ile yanında bulunan birkaç Sahabinin, sonra biat etmeleri, kabul etmediklerinden değildi. Kendileri çağrılmadığı, seçimde bulunmadıkları içindi. Zaten, birkaç kişinin ayrı kalması, çoğunluğun seçmesini değiştiremezdi. Değiştirseydi, Hazret-i Ali’nin halife olduğu, halife seçildiği zaman değiştirirdi ve onun halifeliği doğru olmazdı, dedim.

Başka söze başladı.
-Kıyamet günü, her müslümana dünya ve ahiret işlerinden sorulacağı gibi, Ali’yi ve çocuklarını sevmesinden sorulacağını gösteren hadis-i şeriflere ne dersiniz? Çünkü, Ali bin Muhammed ibni Sabbağ-ı maliki (855 [m. 1451] de vefat etti) (Füsulül-mühimme) kitabında, Elmenakıb kitabından alarak diyor ki, İbnil-Müeyyed’den işittim. Bir gün, Ebu Büreyde, Resulullahın yanında oturuyordu. Ebu Büreyde diyor ki, Resulullah efendimiz, (Ruhum yed-i iktidarında bulunan Allahü teâlâya yemin ederim ki, kıyamet günü, insanlardan ilk sorulacak şey, ömrünü ne ile geçirdin, bedenini, ne yaparak eskittin, malını nereden kazandın ve nerelere verdin ve Resulümü sevdin mi, soruları olacaktır) buyurdu. Yanımda bulunan Hazret-i Ömer, sizi sevmenin alameti nedir ya Resulallah, dedi. Mübarek elini, yanında oturan Hazret-i Ali’nin başına koyup, (Beni sevmek, benden sonra bunu sevmektir) buyurdu. Yine bu kitapta diyor ki, Hazret-i Ali (Vallahi Nebiyy-i ümmi efendimiz, beni sevenlerin mümin olduklarını, sevmeyenlerin ise, münafık olduklarını bildirdi) dedi. İşte, kıyamet günü, sevgisi herkesten sorulacak, bir zat, acaba başkalarından daha üstün ve halifelik, başkalarından ziyade kendisinin ve çocuklarının hakkı olmaz mı, dedi.

-Maliki dediğin İbni Sabbağ maliki mezhebinde değildir. Kitapları, yazıları gösteriyor ki, Şii itikadındadır. (Harezm odunu) olarak meşhur olan ibni Müeyyedin de, Şii olduğunu bütün âlimler bildirmektedir. Zaten başka vesika aramaya hacet yok. Şiilerden bazısı, hadis-i şerifleri değiştirip büyük bir hadis âliminin ismini koyuyor. Böyle yalanlarla, müslümanları aldatmaya çalışıyor. Kitaplarda, doğrusu yazılı olan bir hadis-i şerifi, böyle değiştirerek, başka türlü bildiren kimsenin bir yalancı olduğu meydandadır. İşte, bu hadis-i şerifin doğrusunu, imam-ı Muhammed bin İsa Tirmizi (209 da tevellüd, 279 [m. 892] da vefat etti) şöyle bildiriyor: (İnsana, kıyamet günü dört şeyden sorulacaktır. Ömrünü ne ile geçirdiği, ilmini ne yaptığı, malını nereden kazandığı, cismini ne ile eskittiği sorulacaktır.) Taberani de, bu hadisi bildiriyor ise de, son cümlesi yerinde, gençliği ne ile geçirdiği yazılıdır. İşte, hadis-i şerifin doğrusu böyle bildirilmiştir. İçinde, Ehl-i beyti sevmek ve Hazret-i Ömer’in adı yoktur. Bundan anlaşılıyor ki, İbni Sabbağ ile ibni Müeyyed yalan söylemişlerdir. Bununla beraber, burada, halifeliği anlatan hiçbir şey yoktur. Bu hadis-i şerife doğru desek bile, olsa olsa, Ehl-i beyti sevmeyi göstermektedir. Ehl-i sünnet mezhebi de, Ehl-i beytin hepsini, herbirini, bulundukları mevkılerine göre, az veya aşırı olmayarak sevmeyi emretmektedir. Ehl-i sünnet olmak için, Ehl-i beyti, şanlarına uygun olarak sevmek lazımdır. Siz ise, bunları sevmeyi anlatmak için İslamiyet’e uymayan öyle şeyler bildiriyorsunuz ki, kalbinde zerre kadar iman bulunan kimse, böyle şeyler söyleyemez. Mesela (Ali’yi sevene hiçbir günah zarar vermez) diyorsunuz. Bunun gibi, hadis de uyduranınız var. Mesela, Peygamber efendimize, (Ali’nin şiasına kıyamet günü, ne küçük günahtan, ne de büyük günahtan sorulmaz. Onların kötülükleri, iyiliğe çevrilir) buyurdu diyerek iftira eden kimseye inanılır mı? İbni Babeveyh uydurup (İbni Abbas buyuruyor ki) diyerek, Peygamber efendimizin güya (Allah Ali’yi sevenleri Cehennemde yakmaz) dediğini söylüyor. Yine (Ali’yi seven bir kimse, Yahudi veya hristiyan olsa bile Cennete gireceklerdir) sözlerine, hadis diyerek herkesi aldatıyor. Böylece, uydurma sözleri, hadisdir diyerek, Resulullah efendimize iftira etmek haksızlık değil midir?
[Ebu Cafer bin Babeveyhin kendi adı Muhammed bin Alidir. Şiilerin dört meşhur Fıkıh ve tefsir adamından biridir. Bir tefsiri ve imamiyyenin çok kıymet verdikleri Fıkıh kitabı vardır. Horasanda tevellüd, 381 [m. 991] de öldü].

İftira yapmak, İslamiyet’e de, akla da uymuyor. Allahü teâlâ, Nisa suresinin yüzyirmiüçüncü âyetinde, mealen (Kötülük yapan, bunun cezasını bulacaktır) buyuruyor. Zilzal suresinin son âyetinde mealen, (Zerre ağırlığı kadar kötülük yapan, bunun cezasını görecektir) buyuruldu. Haksız iftiralar yapmak, bu âyet-i kerimelere uymuyor.

Bunlardan başka Ehl-i beyti sevmek, bir ibadettir. Bunun kıymetli olması için, bütün ibadetlerde olduğu gibi, önce iman sahibi olmak lazımdır. Enbiya suresinin doksandördüncü âyetinde mealen, (Mümin olan kimsenin yaptığı iyi işler..) buyuruldu. Yahudi ve hristiyan gibi, iman şerefine kavuşmamış kimselerin, yalnız Ehl-i beyti sevdikleri için Cennete gireceklerini söylemek ve küçük ve büyük günahların, bunların sevgisi ile, iyilik, sevap şekline döneceklerine inanmak, İslamiyet’e uygun değildir. Şii kitaplarında da yazıyor ki, Ali efendimiz kendi ehl-i beytine her zaman, (Soyunuza güvenmeyiniz! İbadet ve taat yapmaya devam ediniz! Allahü teâlânın emirlerini yapmaktan zerre kadar sapmayınız!) buyururdu. Senin yukarıdaki sözlerin, Hazret-i Ali’nin bu nasihatine ve buna benzeyen daha nice haberlere uymadığı için, hiç kıymeti olmaz. Dünya ve ahiret saadetlerinin ele geçmesi için ve dünya işlerinin düzgün gitmesi için, herkesi günah ve yasakları işlemekten korkutmak, vazgeçirmek lazım iken, (günahlar, sevap haline dönecektir) demek, taban tabana zıd oluyor. Bu söz, kötü kimseleri ve hatta şiileri kötülük, günah ve çirkin işleri yapmaya sürükler. Böylece dini yıkar. Biraz aklı olan kimsenin, bu sözlere inanmak şöyle dursun, dönüp bakmayacağı meydandadır, dedim.

Bu sözümden sonra, toplantıda bulunanlar, hazırlanmış olan suallerin sorulup, cevap verilmesini istediler. Fakat, Şiilerden birkaçı, molla başıya, farisi dil ile (Bu adamla çarpışmaktan sakın! Çünkü, deniz gibi, derin bir âlimdir. Sen ne kadar vesika ileri sürdünse, o da cevabını vererek susturdu. Sonra olabilir ki, şerefin ve kıymetin bozulur) dediler. Bunun üzerine, molla başı bana bakarak güldü. Dedi ki:

-Sen, üstün bir âlimsin. Bunlara ve her şeye cevap verebilirsin. Fakat, Buharalı Bahrulilm sözlerime cevap veremez.
-Söze başlarken, Ehl-i sünnet âlimlerinin size cevap veremeyeceklerini söylemiştiniz. Beni konuşturmaya mecbur eden, bu sözünüzdür, dedim.
(Hucec-i katiyye)

İmamın masum olması

İmamın masum olması

Sual: Rafizilerin, imamlar masumdur şaşmaz demeleri doğru mudur?

CEVAP
Aşağıdaki yazı, Abdullah-i Süveydi hazretlerinin Hucec-i katiyye kitabından alınmıştır. İran’da Nadir Şah ve halkın huzurunda yapılan bir münazarada İranlı âlimler ve başlarındaki Mollabaşı, hakkı teslim etmek zorunda kalmışlar, Ehl-i sünnetin hak olduğunu karar vermişlerdi. Nadir Şah da, herkesin ehl-i sünnet olması için ferman çıkarmıştı. Kitapta vesikaları vardır. Münazaranın bu kısmını kitaptan nakledelim:

Molla başı dedi ki:

(İmama yani halifeye tâbi olmak, her sözüne uymak, herkese vaciptir. Uyulması vacip olan kimsenin de, günahsız, hatasız olması lazımdır. Zaten, imamın masum olduğu iki tarafın sözbirliği ile söylenmektedir. Aklı olan herkes de, böyle söyler. Çünkü, imam demek (Kendisine uyulan kimse) demektir. Giyilen gömleğe rida denildiği gibi, kendisine uyulan kimseye imam denilir. İmamın yanlış bir şey söyleyeceği veya yapacağı düşünülürse, o zaman, buna güvenilemez. Herkesi felakete, uçuruma sürükleyecek veya Allah’ın emirlerine uymayacak bir şey söylemesi, yapması umulur. İmama uymayı Allah emrettiği için, imam şaşmaz değilse Allah, yanlış olabilecek şeye uymayı emretmiş olur. Bu ise, akla da, dine de sığmayan bir şeydir.)
CEVAP
İmamın masum, şaşmaz olması sözbirliği ile lazımdır, demeniz ve bu da, İslamiyet’in emri demek olduğunu iddia etmeniz, büsbütün yanlış, bozuk bir davranıştır. Çünkü siz Şiiler, İcmaa, sözbirliğine zaten kıymet vermiyorsunuz. İcma, delil olamaz, İslamiyet’in emrini bildiremez diyorsunuz.

İnandığınıza göre, icma, delil-i şer’i değil imiş. Bunun için, yukarıdaki icmaa dayanan davanız, itikadınıza, imanınızın esasına uymamaktadır. Yok eğer, sözbirliği demeniz, Şiilerin de, bu söze katıldığını anlatmak ise, imamiyye fırkasının ortaya çıkmasından önce olan bütün İcmaların çürük, bozuk olması lazım gelir. Hatta, Hazret-i Ali’nin halife seçildiği zaman, Şiilik bulunmadığı için, bu seçimdeki sözbirliğinin bâtıl, bozuk olması, haksız halife olması lazım gelir. Hatta, daha ince düşünürsek, Hazret-i Muaviye’nin hak üzere, doğru halife olduğu anlaşılır. Çünkü, Hazret-i Muaviye’nin halifeliği Şii fırkası da içinde bulunmak üzere, Hazret-i Hasan ve bütün müslümanlar tarafından tanınmıştı. İmam kendisine uyulan kimse demek ise de, bunun masum, şaşmaz olacağını gösteren hiçbir delil yoktur. Buna delil gösterilmek istenirse, aşağıdaki beş yol ile, kolayca red edilir:

1)
Emirin ve hakimin yalnız sözlerine uymak vaciptir. Sözüne uyulan kimsenin, işlerinde şaşmaz olduğuna inanmak lazım gelmez.

2)
Şii fırkasına göre, müftü, masum, yani şaşmaz değildir. Halbuki, müftünün sözlerini dinlemek herkese vaciptir.

3)
Adalet üzere olduğu görülen herkesin şahit olmasını hakim kabul eder. Şahitlerin sözü ile, hakim karar verdiği için şahitlerin masum olması lazım gelmez.

4)
Sahibinin, haram olan şeylerden başka olan her emrine, kölesinin itaat etmesi lazımdır. Böyle olduğu için, efendisinin masum olması lazım gelmez.

5)
Namazın her yerinde, cemaatin imama uyması vaciptir. İmam bu namazını bir dünya menfaati için veya rükuu ve secdeleri Allah’tan başkası için yapmış ise de, cemaatin, buna uyması lazımdır.
Bu beş yerde, uyulan kimsenin masum olması lazım değildir.

Molla başı söz alıp:

(Tâbi olmak, uymak demekle, biz bunları düşünmedik. Az ve çok kuvvetli olan şeylere söylenebilen tâbi olmak manasını düşündük. En kuvvetlisi, Resulullahın Gadir-i Hum denilen yerde, yanında bulunanlara, (Ben size, kendi canınızdan daha evla değil miyim?) buyurdu. Evet ya Resulallah, dediler. (Öyle ise, ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlası olmalıdır!) buyurdu. Tâbi olmak demek, işte böyle mevlası olmaktır. Sizin yukarda saydığınız beş örnekte bildirdiğiniz gibi, tâbi olmak, genel manaya alınırsa, yine, sizin dediğiniz gibi olmaz. Çünkü, amirlere ve hakimlere uymak vacip ise de, yalnız masum olan imamın [yani halifenin] tayin ettiğine vaciptir. Böyle olmayanlara uymak vacip olmaz. Şiilerin, müftülere uymak lazımdır demesi, bunların şahsına uymak demek değildir. Kendileri, masum olan imam tarafından tayin edilmiş olduğu içindir. Onun vekili olduklarından, onların emri, imamın emri demektir. Yoksa, müftünün, kendi sözlerine uymak lazım gelmez. Başkalarına uymak ise, yalnız yapılması caiz olan sözlerine uymak, Allah tarafından emredildiği için, lazımdır. Halbuki imama [yani halifeye] uymak, yukarda bildirilenlerden daha umumidir. Bunun için, bunlara benzetilemez, dedi.
CEVAP
Tâbi olmak, uymak deyince, şüpheli şeyler anlaşılmaz. Bu kelime, mütevati sözlerdendir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları gibi. [Mütevati, bir cins içinde bulunan fertlerin hepsinde müsavi miktarda bulunan sıfat demektir.] Çünkü, uymak demek, tâbi olanın, uyduğu kimsenin arkasında gitmesi demektir. Bir kimse, bir büyüğe uyarsa, o kimseye (tâbi) ve O büyük zata (metbu) denir. Tâbiin metbuuna uymasının az ve çok olması ve uyduğu zamanın da kısa ve uzun olması, uymayı değiştiriyor ise de, bu değişenler (uymak) işinin özünü değiştirmez. Bunun mütevati olmasını bozmaz. Çünkü, üsul âlimleri de, başkaları da, söz birliği ile diyor ki, müşekkik olan başkalık, ancak, işin özünde olan başkalıktır. Zaman ve azlık, çokluk başkalığı değildir. [Müşekkik - Bir cins içindeki fertlerin hepsinde müsavi miktarda bulunmayan sıfattır. İlim gibi.]

Uymak sözünden, eğer (iktida) manasını anlıyorsanız, bu da mütevatidir. Çünkü, iktida, her işte uymaktır. Kendi kendine bir şeyi az veya çok yaparsa, iktida etmiş olmaz. Her ne kadar, işin bir kısmında uymaya da, iktida etmek denirse de, işin hepsinde iktida etmiş sayılamaz. Bunlardan anlaşılıyor ki, sizin tâbi olmak sözünüzün en kuvvetli kısımlarından biri de (uyulanın, tâbi olan tarafından, çok sevilmesi) olduğunu söylemeniz yanlıştır, boş yere kürek çekmektir. Çünkü, bu mana, hiçbir bakımdan, tâbi olmak değildir. Hele, sizin bildirdiğiniz mana, (Birinizin beni sevmesi, kendini ve çocuğunu ve ana babasını ve bütün insanları sevmesinden daha çok olmadıkça, bu kimse, tam bir iman etmiş olmaz) hadis-i şerifinde bildirilen Resulullah efendimizi sevmek gibi olan, İslamiyet’in emrettiği, ihtiyari olan muhabbetten değildir. Siz ise, bu hadis-i şerifteki sevmeyi, halife seçmek sandınız ve halifeleri Resulullah efendimize benzettiniz ki, böyle benzetmek, her bakımdan bozuktur, dedim. Molla başı sustu. (Hucec-i katiyye)

Büyük İslam âlimi şah Veliyyullah-ı Dehlevi hazretleri de buyuruyor ki:

Şiilere göre Halifenin bütün ümmetten efdal olması ve masum olması ve Allahü teâlâ ve Resulullah tarafından seçilmiş olması lazımdır.

Bütün ümmetten üstün olmak, Peygamber vekili olan Halifeler için sahihtir. Çünkü, bunlar, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden mana çıkarır ve İslamiyet’i bildirirler. İslamiyet’i her yere yayarlar. Bunlar bütün ümmetten üstün olmazsa, yaptıklarına güvenilmez.

Masum yerine mahfuz demek lazımdır. Yani Allahü teâlâ onları korur ve kuvvetlendirir. Allah ve Resulü tarafından seçilmek yerine de, nass ile işaret olunmak demek lazımdır. Ehl-i sünnet vel-cemaat böyle söylemiştir. Böylece Şeyhaynın, hatta dört Halifenin hak halife olduklarını bildirmişlerdir. İslamiyet’in başlangıcında Halifelerin böyle olması lazımdır. Çünkü, İslamiyet’i kurdular ve her yere yaydılar. Dört Halifeden sonra gelenler ise, (Melik-i adud) idi. Devlet ve hükümet reisi idiler. İlim başka ellerde idi.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Biz bu işe peygamberlikle ve Allahü teâlânın rahmeti ile başladık. Bundan sonra, hilafet ve rahmet olur. Ondan sonra, melik-i adud olur. Ondan sonra da, ümmetimde zulüm, işkence ve fesat olur. İpekli giymek, içki içmek ve zina helal yapılır ve yardımcıları çok olur. Kıyamete kadar böyle gider.) [İzalet-ül-hafa]

Müftüler de böyledir. İlk zamanlarda, müftülerin âlim olması lazım idi. Şimdi ise müftü olmak için, eskilerin kitaplarını okuyup anlayabilmek kâfidir. Masum olmak da, âdet olarak yapılan işlerde masumluktur. Çünkü, şimdi insanların muameleleri, kazanmaları, geçimleri âdete göredir. Akla dayanan temel bilgilere göre değildir. (Kurret-ül ayneyn)

Günahtan mâsum insan olur mu?
Sual:
İbni Sebeci biri diyor ki:
(Allah, sizi tertemiz kılmak istiyor) âyeti, peygamberler gibi, Ehl-i beytin de günahsız yani mâsum olduğunu göstermektedir. Onlar hata işlemez. Dolayısıyla Fedek hurmalığı konusunda hazret-i Fâtıma’nın üzülmesi için Ehl-i sünnet âlimlerinin (İnsanlık icabı idi) demeleri çok yanlıştır. Çünkü onlar hata etmez.”
İsmet sıfatı, yalnız peygamberlere mahsus değil midir?
CEVAP
Elbette, ismet sıfatı yani günahtan mâsum olmak sadece peygamberlere mahsustur. Ehl-i sünnet âlimlerinin hiçbiri, (Ehl-i beyt, peygamberler gibi mâsumdur) dememiştir.

Hiçbir kitaptan nakil yapmadan âyet-i kerimeyi kendi görüşüne göre tefsir etmek çok tehlikelidir. Mektubat-ı Rabbânî’deki hadis-i şerifte, (Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur) buyuruldu. (Deylemî)

İşte bundan dolayı, peygamberler hariç, insanların en üstünü olan Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, (Kur'an-ı kerimi kendi reyimle, kendi görüşümle tefsire kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?) buyurmuştur. (Şir’a)

İmam-ı Beydâvî, İmam-ı Râzî ve İmam-ı Kurtubî gibi müfessirler, Ehl-i beytin mâsum olmadıklarını, fakat Allahü teâlânın onları günahlardan temizleyeceğini bildirmişlerdir. Eğer mâsum olsalardı, (Sizi günahlardan temizleyeceğim) buyurulmazdı. Demek ki, Allahü teâlâ, onların günahlarını affediyor.

İmam-ı a'zam hazretleri buyuruyor ki:
Yalnız peygamberler günahsızdır. Peygamberlerin hepsi, küçük, büyük günahlardan ve çirkin hâllerden beridir, fakat onlarda sürçmeler, yani zelle vâki olmuştur. (Fıkh-ı ekber)

Peygamberler bile ictihadda yanılabilir. Eshab-ı kiram, Peygamber efendimizin Kur’an-ı kerim dışındaki mübarek sözlerini anlamak için, (Ya Resulallah, bu vahiy mi, yani Allahü teâlânın kesin emri mi, yoksa kendi ictihadınız mı?) diye sorarlardı. Peygamberler ictihadlarında hata ederlerse, Allahü teâlâ, derhal Cebrail aleyhisselamı göndererek, hataları vahiy ile düzeltilirdi. Yani peygamberlerin ictihadları hatalı kalmazdı.

Mesela, Bedir Gazası’nda alınan esirlere yapılacak muamele için, Server-i âlem bazı Sahabe-i kiram ile birlikte bir türlü, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Sad bin Muaz ise, başka türlü ictihad etmişti. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Sad bin Muaz’ın ictihadının doğru olduğunu bildirdi. Peygamber efendimiz bile ictihadında hata ederken, Ehl-i beyt niye hata etmesin ki? Bunun aksini savunmak, İslâmiyet'i yani Ehl-i sünneti bozmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.

Kur’an-ı kerim değişmedi

Kur’an-ı kerim değişmedi

Tezkiye-i ehl-i beyt kitabının müellifi Osman efendi anlatır:
Maarif meclisine gittiğim zamanlarda, Sebecilerin bir sandık içinde tefsirleri geldi. Basılmasına izin verilmedi. Sebebini sordular: (İslamiyet’e uymayan bir yeri mi var?) dediler. Evet, (Hazret-i Ali’nin kâfir ve zalim olduğunu yazıyorsunuz) dedim. Hiddetten gözleri döndü. Kızma, az dinle dedim:
Kitabın başında yazılmış ki: (Talha, Ali’ye sordu ki, Osman Kur’andan 70 âyeti, Ömer de, 80 âyeti çıkardı deniyor. Bu söz doğru mu? Ali evet doğrudur, dedi. Talha yine sordu ki: Değişmemiş olan Mushaf sende imiş, öyle mi? Ali, evet bendedir. Hem de, bu Kur’anın iki katı bende var, dedi. Sende bulunan Kur’anı Müslümanlara göstermeyecek misin? dedi. Eğer Ebu Bekir yerine, beni halife yapsalardı verirdim. Bana biat etmedikleri için, vermem ve vasiyet edip, kıyamete kadar evladımın elinde gizli kalacak, buyurdu.) Tefsirinizde böyle yazıyor.

Yahudiler, Tevrat’taki Muhammed aleyhisselamı bildiren 20 âyeti sakladıkları için, Allahü teâlâ, bunlara (Kâfir) diyor. Hazret-i Ali, Kur’anın iki mislini ki üç binden fazla âyeti saklamış oluyor. Bu yazınız ile, Hazret-i Ali’ye kâfir demiş oluyorsunuz, dedim.

[Hazret-i Ebu Hureyre diyor ki: (Bekara 159, Al-i imran 187) âyetleri olmasa idi, hiçbir hadis rivayet etmezdim. Bir hadis-i şerifte de, ilmini saklayanların kıyamette ağzına ateşten gem vurulacağı bildirildi. (Buhari, İbni Mace)]

Sebeci, şaşırıp kaldı, bir cevap veremedi. Daha sonra “Ben ne Şii, ne de Sünniyim, ben masonum” dedi. [Masonluğu da Yahudiler kurmuştur. Her tefrikanın, her oyunun içinde bir Yahudi parmağı niçin vardır?] Bu yalanları çıkaran kimseler, açıkça gösteriyor ki, ne Şii, ne de Sünnidir. İbni Sebe denilen bir Yahudi ve onun oyununa gelen zavallılardır. (Tezkiye-i ehl-i beyt)

Kur’an-ı kerime şerh koymak

İbni Sebeciler, (İbni Abbas anlatır: Ömer, hutbesinde dedi ki: Hepiniz biliyorsunuz ki, Allah recm âyetini gönderdi. Hepimiz bu âyeti ezberledik. Ayrıca, Resulullah recm cezasını tatbik etti, biz de tatbik ettik. Benim endişem şudur: Aradan uzun zaman geçince, bazıları, "Kitabullah’ta recm cezası yoktur” diyerek inkâr edebilir. Eğer insanlar, "Ömer Allahü teâlânın kitabına ilavede bulundu" demeyecek olsalardı, recm âyetini yazardım) mealindeki olayı anlattıktan sonra, “Bak Ömer dedikodudan korkmasa idi, Kur’ana ilaveler yapacakmış. Kur’ana ilave yapabilecek biri, nasıl Müslüman olur?” diyorlar.
CEVAP
Bu olay anlatıldığı gibi mi, yoksa değişik mi? Böyle kabul ederek cevap veriyoruz:
1- Hutbede bildirildi dendiğine göre, demek ki eshab-ı kiramın hemen hepsi orada idi. Çünkü Cuma namazı ayrı camilerde değil, tek camide kılınıyordu. İbni Sebecilerin kendisini sevdiklerini söyledikleri İbni Abbas hazretleri bunu rivayet ediyor. O da orada idi. Hazret-i Ali de orada idi. Hiç kimse bu söze itiraz etmediğine göre, olay aynen Hazret-i Ömer’in dediği gibidir. Burada itiraz edilecek bir husus yoktur. İbni Sebeci’nin itiraz etmesi onun art niyetli olduğunu gösterir.

2-
Hazret-i Ömer’in recm âyetini yazardım demesi, Kur’ana ilave değildir. Hazret-i Ömer, (Kur'an-ı kerimin sonuna haşiye olarak, dip not olarak durumu izah eden bir açıklama koyabilirdim, ama, bunu istismar edecek olanlar, bak Ömer Kur'ana ilave yaptı derler diye bu açıklamayı koymadım) demek istemiş olabilir. Çünkü Hazret-i Ömer, şu mealdeki âyeti bilmiyor muydu: (Eğer O [Peygamber] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka 44-47]

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Habibine böyle buyuran Allahü teâlâ Hazret-i Ömer’e ne yapmaz ki? Hazret-i Ömer’in böyle bir şeyi düşünmesi bile imkansızdır.

Aynı zihniyetteki kimseler, (Ömer’in böyle bir şerh koyma düşüncesi, Kur’ana gölge düşürmez mi) diye sorabilirler. Hayır asla mahzuru olmazdı. Çünkü Hazret-i Ali, âyetlerin altına Resulullah efendimizin yaptığı açıklamaları koyardı. Hatta bundan dolayı İbni Sebeciler, (Hazret-i Ali’nin Mushaf’ı ayrıdır) derler. Ayrı bir Mushaf yok, açıklamalı Mushaflar vardır. Hazret-i Ali açıklama koyunca suç olmuyor da, Hazret-i Ömer koyarsa niye suç olsun ki?

Hepsi Cennetlik olan eshab-ı kiram yanlış iş yaparsa ortada din mi kalır? Çünkü, Kur’anı da, hadisleri de onlar bildirdiler. Onun için böyle sualleri gündeme getirmek bile yersizdir.

Günah zarar verir

Günah zarar verir

Sual: İbni Sebecilerin, Ali’yi sevene hiçbir günah zarar vermez demeleri doğru mudur?

CEVAP
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed aleyhisselamı yani Peygamberi sevene günah zarar veriyor da, müslüman olması bu yüce Peygambere iman etmeye bağlı olan Hazret-i Ali’yi sevene günah hiç zarar vermez mi? Yüce derecesi bir yana o da her müslüman gibi bir müslümandır. O da, hepsi Cennetle müjdelenen sahabelerden biridir.

Yahu! Âlemlerin rabbi, her şeyin yaratıcısı, dinin sahibi Allahü teâlâyı sevene, Ona iman edene günah zarar veriyor da, yüce derecesi bir yana, Onun aciz bir kulu olan Hazret-i Ali’yi sevene günah hiç zarar vermez mi? Halbuki Allahü teâlâ bu istisnayı kendisi için bile yapmamıştır. Allah bile, beni sevene günah zarar vermez buyurmuyor. Zerre kadar kötülük yapan cezasını görecek buyuruyor.

Ne demek istiyor bunlar, hâşâ, O Peygamberden, Allah’tan üstün mü? Zaten tanrı da peygamber de diyenleri de var. Peki, böyle diyenlerin İslamiyet’le ne alakası var, dinle imanla ne alakası var?

Hucec-i katiyye kitabında diyor ki:
Hurufiler, (Ali’yi sevene hiçbir günah zarar vermez) diye hadis uydurdukları gibi, Peygamber efendimiz, (Ali’nin taraftarlarına kıyamette, küçük-büyük hiçbir günah sorulmaz. Onların kötülükleri, iyiliğe çevrilir) buyurdu diye, Resulullaha iftira ediyorlar. Hazret-i Ali, Peygamberden daha mı kıymetli de, Peygamberi sevene günah zarar veriyor da, Hazret-i Ali’yi sevene günah zarar vermez mi? İbni Babeveyh uydurup (İbni Abbas buyuruyor ki) diyerek, Peygamber efendimizin güya (Ali’yi seveni Cehennem yakmaz) dediğini söylüyor. Yine (Ali’yi seven, Yahudi de olsa Cennete girer) sözüne de hadis diyorlar. Resulullaha böyle iftira yapmak, İslamiyet’e de, akla da uymaz. Bu yanlış sözleri şu âyet-i kerimelere de zıttır:
(Kötülük yapan, cezasını bulur.) [Nisa 123]

(Zerre kadar kötülük yapan, cezasını görür.)
[Zilzal 8]

(Kimse kimsenin günahını çekmez. İnsana, ancak dünyada çalışarak
[ihlas ile] yaptığı işler [ahirette] fayda verir.) [Necm 38-39]

Bunlardan başka Ehl-i beyti sevmek, bir ibadettir. Bunun kıymetli olması için, bütün ibadetlerde olduğu gibi, önce iman sahibi olmak, yani Hristiyan ve Yahudi olmamak lazımdır. Birçok âyet-i kerimede, (Amenü ve amilussalihat) geçiyor. Mümin olan kimsenin yaptığı iyi işlerin ancak makbul olacağı, kâfirlerin iyi işlerinin ise boşa gideceği bildiriliyor. İyi işlerle ilgili üç âyet-i kerime meali şöyledir:
(Mümin olan kimsenin yaptığı iyi işler, inkâr edilmez.) [Enbiya 94]

(İman edip iyi iş yapanlar Cennetliktir.) [Bekara 82]

(İman edip iyi iş yapanlar için tükenmeyen bir mükafat vardır.) [Fussilet 8]

İmansızların iyi işlerinin boşa gideceğini bildiren üç âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Kâfirlerin beğendikleri işleri, kıyamette boşa gidecektir.) [Tevbe 17]

(Kâfirlerin dünyada yaptıkları iyi işler, çölde görünen seraba benzer.) [Nur 39]

(Ahirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler boşa gider.) [Hud 16]

[İmanın altı şartı vardır. Peygamberlere ve Allah’ın gönderdiği kitapların hepsine inanmak şarttır. Yahudiler de, Hristiyanlar da bizim Peygamberimize ve Kur’an-ı kerime inanmıyorlar. Onun için]

Yahudi ve Hristiyan gibi, iman şerefine kavuşmamış kimselerin, yalnız Ehl-i beyti sevdikleri için Cennete gireceklerini söylemek, küçük-büyük günahların, bunların sevgisi ile, iyilik, sevap şekline döneceğine inanmak, İslamiyet’e taban tabana zıttır. Hazret-i Ali kendi Ehl-i beytine her zaman (Soyunuza güvenmeyin! İbadet yapmaya devam edin! Allahü teâlânın emirlerini yapmaktan zerre kadar sapmayın!) derdi. {Meşhur iki hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Sevgili kızım Fatıma hırsızlık ederse, cezasını hemen veririm!) [Müslim]

(Kızım ya Fatıma, takva üzere ol. Allah’ın farzlarını yerine getir.) [Ebu Davud]}

Dünya ve ahiret saadetlerinin ele geçmesi için ve dünya işlerinin düzgün gitmesi için, herkesi günah ve yasakları işlemekten korkutmak, vazgeçirmek lazım iken, (günahlar, sevap haline dönecektir) demek, ne kadar yanlıştır. Bu söz, kötü kimseleri ve hatta kendilerini de, günah ve çirkin işleri yapmaya sürükler. Böylece dini yıkar. Biraz aklı olan kimse, bu sözlere itibar etmez, nefretle karşılar. (Hucec-i katiyye)

Sevgi itaat demektir

Dört halifeyi sevene günah zarar vermez diyenlerin delil gösterdiği âyetler: Bir âyet meali şöyledir:
(Tevbe edip iman eden ve salih amel işleyenlerin günahlarını sevaplara çeviririm. Allah çok affedici ve çok esirgeyicidir.) [Furkan 70]

Ehl-i sünnet âlimleri, bu âyet-i kerimenin, Hazret-i Vahşi Müslüman olunca indirildiğini bildiriyorlar. Âyet-i kerimeden de açıkça anlaşılabileceği gibi, bir kâfir, küfrüne tevbe eder, Müslüman olursa, Allah onun bütün günahlarını affeder. Affetmekle bırakmaz, işlediği bütün günahları da sevaba çevirir. Bu rabbimizin büyük ihsanı ve rahmetidir. Müslüman olmuş kâfirlerin eski günahlarını söyleyerek onlara hakaret etmek bu bakımdan da asla caiz değildir. Kılıç korkusu ile Müslüman olmuş demek de yanlıştır. Çünkü dinimiz zahire, yani görünüşe göre hüküm verir. Müslümanım diyen Müslümandır. Savaşta la ilahe illallah diyen biri öldürüldüğü zaman, Peygamber efendimiz, o kimseye, (La ilahe illallah diyen kimseyi niçin öldürdün) diye sormuş. O da (Kalben Müslüman olmamıştı, kılıç korkusu ile la ilahe illallah dediği için öldürdüm) diye cevap verdi. Bunun üzerine, (Kalbini yarıp da baktın mı?) diyerek o kimseyi azarlamıştı.

Bir âyet meali de şudur:
(Allah’a ve Resûlüne itaat edenler, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!) [Nisa 69]

Elbette Allah ve Resulüne itaat eden salihler büyük mükafata kavuşacaktır. İtaat etmek günah işlememekle olur. Sevgi itaat demektir. İtaat olmadan sevgi olmaz. Sevginin derecesi, itaatteki sürat ile ölçülür. Günah işleyen itaat etmiş olamaz. İşlediği günahlarının da cezasını çeker.
Üç âyet meali de şöyledir:
(Rabbinizin mağfiretine ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan Cennete koşun! Onlar bollukta ve darlıkta sarfederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik edenleri sever. Onlar, bir kötülük yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı zikredip günahları için istigfar ederler. Günahları da, Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.) [Al-i imran 133-4-5]

Bu âyetlerde de takva sahibi yani günahlardan kaçan kimsenin kavuşacağı nimetler ve istigfar edenlerin günahlarının af olacağı bildiriliyor. Ne bu âyetlerde, ne de başka âyetlerde dört halifeyi, hatta Resulullahı sevene günah zarar vermez diye bir ifade yoktur. Namaz kılma, oruç tutma ve her günahı işle, ben Resulullahı seviyorum bana günah işlemez de, bu dinimize aykırıdır. Allahü teâlâ, (Zerre kadar şer yapan cezasını görecektir) buyuruyor. (Zilzal 8)

Hak mezhep çok olur mu?

Hak mezhep çok olur mu?

Sual: İmam-ı Cafer-i Sadık, Ebu Hanife’nin hocası olduğu halde; neden imam-ı Ebu Hanife’nin mezhebi hak oluyor da, onun hocasının mezhebi hak olmuyor?

CEVAP
Hak değil diyen kim? İmam-ı Cafer-i Sadık hazretlerinin kendisi de hak, yolu da hak, ictihadları da haktır. Çünkü bütün mübarek dedeleri gibi Ehl-i sünnettir.

İmam-ı a'zam hazretleri, ömrünün son yıllarında Cafer-i Sadık hazretlerinin sohbetinde bulunduktan sonra, (Bu iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu), yani (Hakiki imana kavuşamazdım) buyurmuştur. İmam-ı Cafer-i Sadık hazretleri Sünni’dir. 12 imamın hiç biri Sebeci, Rafizi veya Vehhabi değildir. Hepsi de Sünni’dir, yani Resulullahın yolundadır. Sünni demek, sünnete uyan, yani Resulullahın yolunda olan demektir.

Şia, Hazret-i Ali’nin taraftarı demektir. Sünniler Hazret-i Ali’yi ve Resulullahın diğer eshabını sever, ayrım yapmaz. Çünkü hepsinin Cennetlik olduğunu bilir. Kur’an-ı kerimdeki, eshab-ı kiramın tamamının Cennetlik olduğunu bildiren âyetlerden birinin meali şöyledir:
(Mekke’nin fethinden önce Allah için mal verip savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlarla eşit değildir. Onların derecesi, sonradan Allah yolunda harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah onların hepsine hüsnayı [en güzel olanı, yani Cenneti] söz vermiştir.) [Hadid 10]

Şimdi soruyoruz: İmam-ı Cafer Sadık hazretlerinin, babası Muhammed Bakır hazretlerinin, oğlu Musa Kazım hazretlerinin, torunu Ali Rıza hazretlerinin mezheplerine niye uymuyorsunuz? Yine biz cevap verelim. Çünkü onların toplanmış bir mezhepleri yoktu. Onun için bu mübarek zatların mezhebine uyan yoktur.

Musa Kazım ve dedesi Muhammed Bakır’ın tedvin edilmiş mezhepleri olmadığı gibi, diğer Sünni âlimlerin de mezhepleri tedvin edilmiş değildi. Mesela imam-ı Sevri de büyük bir âlimdir, imam-ı a’zam ayarında bir âlimdir ama mezhebi tedvin edilmediği için onun mezhebine uyulmamıştır. Hazret-i Ali’nin Hazret-i Ömer’in de mezhepleri vardı, ama tedvin edilmediği için bir sistem halinde olmadığı için onların mezheplerine uyamıyoruz. Hak mezheplerin dört mezheple sınırlandırılmış olması bundandır.

Peki, imam-ı Cafer hazretlerinin mezhebi tedvin edilse idi, Müslümanlar imam-ı a’zamın hocasının mezhebini inkâr mı ederdi? Bu hiç mümkün mü? Ehl-i beyti sevmeyen Sünni olamaz. Çünkü Resulullahı seven onun akrabalarını da, torunlarını da arkadaşlarını da, hanımlarını da sever.

Peki bugün Caferiyiz diyenler gerçekten imam-ı Cafer hazretlerinin mezhebinde mi?
Seadet-i Ebediyye kitabında diyor ki:
Şiiler, kendilerine (Caferi) diyor. Halbuki, bu büyük imam, Ehl-i sünnet idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin ve Evliyanın üstadı idi. Büyük İslam âlimlerinin gözbebeğidir. Din bilgisi üzerinde hiç kitap yazmadı. Şiilerin dört esas kitabı olan Küleyni’nin (Kafi)si, İbni Babeveyh Ebu Cafer Muhammed bin Ahmed Ali Kummi’nin (Menla yahdur)u, Ebu Cafer Muhammed bin Hasen Tusi’nin (Tehzib) ve (İstibsar) kitaplarında, imam-ı Cafer Sadıktan emirler, haberler yazılı ise de, bunları bildirenlerin sağlam ve sahih olmadıklarını kendileri de bildirmektedir. İmamiyyenin otuzikinci fırkasına Caferiyye denilir. Bunlar, Hasen-i Askeri öldükten sonra, kardeşi Cafer bin Ali imam oldu. Hasen-i Askeri’nin evladı yoktu derler. Bu Caferilerin, imam-ı Cafer Sadık’la bir ilgileri yoktur. Şiilerin bugün ellerinde bulunan hadis ve fıkıh kitaplarını Ebu Cafer Muhammed bin Yakub Küleyni ile Ebu Cafer Muhammed bin Hasen Kummi yazdıkları için, kendilerine Caferi diyorlar.

Demek ki Caferiliğin, imam-ı Cafer sadıkla ilgisi yoktur. İlgisi olsa idi, bu kadar ehl-i sünnet âlimi, Resulullahın torunlarından kıymetli bir zatın mezhebine girmez mi idi?

İmam-ı a’zam ve hocaları
Ehl-i sünnet Müslümanlarının en büyük âlimi, imam-ı a’zam hazretleri, bütün dünya işlerini, talebelerini ve vazifeleri bırakarak, iki sene, imam-ı Cafer Sadık hazretlerinin sohbetinde bulundu. İmam-ı Cafer Sadık hazretlerinin ilim deryasından doya doya bilgi topladı. Onun, Resulullahtan gelen nurları saçan mübarek kalbinden feyzler aldı. (İmam-ı Cafer Sadık hazretlerine iki sene hizmet etmeseydim, bir şeyden haberim olmayacaktı) buyurdu. İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri, imam-ı Cafer Sadık’tan aldığı bilgilerle, feyizlerle olgunlaştı. Çok kimseye nasip olmayan yüksekliklere kavuştu.

Şii kitapları da bildiriyor ki:
Ehl-i sünnet imamları, iman ve fıkıh bilgilerinin ve tasavvuf marifetlerinin, hatta tefsir ve hadis bilgilerinin çoğunu Ehl-i beyt imamlarından öğrendi. Onların terbiyeleri ile yetiştiler. Onların teveccühleri ile yükseldiler. Onlardan müjdeler aldılar. Mesela Şii âlimlerinden ibni Mutahhir-i Hulli (Nehcülhak) ve (Minhecülkerame) kitaplarında, imam-ı a’zam ile imam-ı Malik’in, imam-ı Cafer Sadık’tan ders aldıklarını, Onun yanında yükseldiklerini yazıyor.

İmam-ı a’zam, imam-ı Muhammed Bakır’dan ve Zeyd-i şehitten de ders aldı. Bu mübarek imamlara yıllarca hizmet ederek ilim ve feyz almış olan Ehl-i sünnet âlimlerine dil uzatmak ne kadar çirkindir. Zerre kadar vicdanı olan kimselerin, o yüce imamlardan fetva vermek ve ictihad etmek için icazet almış olan bu âlimlere itaat etmeleri farz olmaz mı? İmam-ı a’zamın, imam-ı Bakır’dan ve Zeyd-i şehitten ve imam-ı Cafer Sadık’tan, fetva vermek için icazet aldığını Şii imamlarından şeyh-i Hulli de bildiriyor.

İmam-ı a’zamın, ictihad etmek şartlarını taşıdığı, bu imamların şehadetleri ile anlaşılıyor. İmam-ı a’zama dil uzatmak, masum olduğunu söyledikleri 12 imamın şahitliğini reddetmek olur. Bu ise, bütün Şiilerce küfür olmaktadır. Hele masum imamın bulunmadığı bu zamanda, imam-ı a’zamın mezhebine girmek, yani Ehl-i sünnet olmak, bütün Şiilere farz olmaz mı?

Şii âlimlerinden şeyh Hulli diyor ki:
Ebu Hanife, imam-ı Cafer Sadık’ın yanına geldi. İmam-ı Cafer Sadık, ona, “Sen babamın sünnetini her yere yayacaksın. Şaşırmışlara yol göstereceksin. Korkuda olanların yardımcısı olacaksın. Kurtuluş yolunun rehberi olacaksın. Allahü teâlâ yardımcın olsun” dedi.

Şii kitaplarının hepsi diyor ki:
Ebu Hanife, Abbasi halifelerinden Ebu Cafer Mansur’un yanına geldi. Orada bulunan İsa bin Musa, Ebu Hanife’yi görünce, “Ya Halife! Bu gelen, bugün yeryüzünün en büyük âlimidir” dedi. Mansur sordu: Ya Numan, ilmi kimden öğrendin? Hazret-i Ali’nin talebeleri vasıtası ile Hazret-i Ali’den ve Hazret-i Abbas’ın talebeleri vasıtası ile Hazret-i Abbas’tan öğrendim, dedi. Halife de çok sağlam vesikalar bildirdin, dedi.

Şii kitaplarında diyor ki:
Ebu Hanife, Mescid-i haramda oturmuştu. Herkes etrafına toplanmış, kendisine sual soruyorlardı. Onlara cevap veriyordu. Sanki cevapları hazır cebinden çıkarıyormuş gibi saçıyordu. İmam-ı Cafer Sadık, ansızın yanına geldi. İmamı görünce, hemen ayağa kalktı. “Ey Resulün torunu! Burada olduğunu önceden bilseydim, böyle iş yapmazdım” dedi. İmam-ı Cafer Sadık da, “Otur ya Eba Hanife! İlim öğretmeye devam et! Babalarımdan öğrendiklerini herkese yay!” buyurdu. Bunlar, İbni Hulli’nin (Tecrid)i şerhinde yazılıdır.

İctihad ayrılığı suç değildir
İmam-ı a’zam ve diğer Ehl-i sünnet imamları, 12 imamın talebeleri oldukları halde, niçin onlardan farklı ictihadlarda bulundukları hakkında Şii âlimlerinden Kadi Nurullah Şuşteri’nin Mecalisülmüminin kitabında diyor ki: (İbni Abbas, Hazret-i Ali’nin talebesi idi. İctihad derecesine varmıştı. Onun yanında ictihad yapardı. Birçok ictihadı, onun ictihadlarına uymazdı. Hazret-i Ali, onun böyle ictihadlarını kabul ederdi. Bundan anlaşılıyor ki, müctehidin kendi anlayışına göre cevap vermesi lazımdır. Evet, âyet ve hadislerde açık bildirilmiş olan şeyler için ictihad yapılmaz. Yani böyle açık bilgilerden ayrılmak haramdır. Fakat, açık bildirilmemiş olan şeyleri anlamak için ictihad etmek lazım olur. Şu kadar var ki, masum olan imam, ictihadında hiç yanılmaz. Başkaları ise yanılabilir. Fakat bu yanılmaları suç olmaz. Yanılmalarına bir sevap verilir.) Şiilerin Meâlimül-üsul kitabında da, böyle diyor.

Kendilerine, ilk olarak Şii diyenler, Sıffin’de Hazret-i Ali’nin ordusundaki birlik kumandanları idi. Hazret-i Ali’nin sözleri, hareketleri, Şii kitaplarına, hep bunlardan işitmekle yazılmıştı. Halbuki, hain, fâsık, asi ve yalancı oldukları Nehcülbelaga gibi Şii kitaplarında yazılıdır. Hazret-i Ali, bunların münafık olduklarını haber verdi. Küfe şehrindekilerin inançları ve ibadetleri hep bunlardan işittiklerine göre idi. Bunlardan Kesai ve Zekeriya bin İbrahim’in Müslüman olduğu belli değildi. Ebu Cafer Muhammed bin Hasan Tusi ve başkaları, bundan işittiklerini yazmışlardır. Zekeriya’nın Hristiyan olduğu meydana çıktı.

Abbasi hükümdarları, Ehl-i beyt imamlarını zindanlara sokmuşlardı. Yanlarına gitmek, konuşmak yasaktı ama, Ehl-i sünnet âlimleri, tehlikeyi göze alıp, ziyaretlerine giderlerdi. Onlardan ilim, feyz alırlardı. Bütün tarihler bildiriyor ki, imam-ı Musa Kazım zindanda iken, Ehl-i sünnet âlimlerinden Muhammed Şeybani ve Ebu Yusuf ziyaretine gider, bilmediklerini sorar, öğrenirlerdi. O sıkı zamanda, imamın huzuruna gidebilmek için, çok sevgi ve ihlas lazım gelir. Bunlar, Şii kitaplarında da yazılıdır.
İmamiye âlimlerinden Füsul kitabının sahibi, imam-ı Musa Kazım’ın kerametlerini anlatırken, imam-ı Muhammed ve imam-ı Ebu Yusuf’tan işiterek bildiriyor ki, Harun Reşit, imam-ı Musa Kazım’ı hapsetmişti. İkimiz yanına gittik. Zindancılardan biri geldi. Sana bir şeyler lazım ise, bana söyle! Yarın gelirken getireyim, dedi. Hazret-i İmam, bir şey lazım değil, buyurdu. Adam gidince, bize dönerek, (Bu adam, benden bir şey soruyor ve yarın getireceğini söylüyor. Halbuki, bu gece ölecektir) buyurdu. Adamın o gece öldüğünü haber aldık.

Kamus-ül-alam kitabında diyor ki:
İmam-ı Cafer Sadık, Hazret-i Ali’nin torununun torunudur. Annesi, Hazret-i Ebu Bekir’in torunu olan Kasım’ın kızı idi. İmam bunun için, Hazret-i Ali’den gelen Vilayet kemallerine kavuştuğu gibi, Hazret-i Ebu Bekir’den gelen Nübüvvet kemallerine de kavuştu. Her iki kemalden imam-ı a’zam Ebu Hanife’ye bol bol ihsan eyledi. İmam-ı Cafer Sadık, cefr, kimya ve diğer fen bilgilerinde de âlim idi. Büyük İslam kimyageri Cabir, imam-ı Sadık’ın talebesi idi.

Ebu Müslim Horasani, Emevilere karşı isyanını başarabilmek için, İmam-ı Caferi halife ilan etmek istedi. Hazret-i İmam bunu kabul etmedi. Hatta, Ebu Müslim’in mektuplarını yaktı. Yedi erkek oğlundan en büyüğü İsmail, babasından önce öldüğü için, imamdan sonra, ikinci oğlu Musa Kazım imam oldu. Bunlardan bir kısmı, ayrı yol tutarak, İsmail’i ve oğullarını imam tanıdılar. Bunlara İsmailiye denildi.

Tavşan, Yahudi ve Hurufiler

Tavşan, Yahudi ve Hurufiler

Hurufiler diyor ki: Tırnaklı hayvanlar haram olduğu için, tavşan da haramdır. Tevratta da haram olduğu için yenmez.

CEVAP
Tavşan yemek helaldir. Çünkü, Peygamber efendimize tavşan eti kebabı hediye getirdiler. Eshabına, (Bunu yiyin) buyurdu. (Mecma’ul-enhür, Bedayı)

Tevrat’ta tavşan yenilmez, dediği için, yenilmez demek yanlıştır. Müslümanlar her işlerinde Kur'an-ı kerime ve Peygamber efendimizin emrine uyar. Tevrat’a uymaz. Tevrat’a uymamız emredilmedi. Kur’an-ı kerim, Tevrat’ın çok emirlerini nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. Hem de bugün, doğru Tevrat hiçbir yerde yoktur, tahrif edilmiş Tevrat’ı ölçü kabul ediyorlar. Yahudilerin uydurduğu Tevratlara bakarak tavşan yenmez demek, Müslümana yakışır mı? Fakat, Yemenli Abdullah bin Sebe Yahudisinin yolunda olan hurufiler, onun gibi, Tevrat’ı ölçü alıyorlar.

Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Sizde bulunan Tevrat’ı, Allah’ın birliğinde ve azap ve sevap ve iman bilgilerinde doğrulayan Kur’ana inanın!) [Bekara 41]

(O Kur’an haktır. O zamanda bulunan Tevrat’ı tasdik eder.)
[Bekara 91]

(Kur’anı hak olarak indirdik. Daha önceki kitapları tasdik edicidir.)
[Maide 48]

İmam-ı Beydavi hazretleri buyuruyor ki:
Bu âyetlerdeki, Kur’an-ı kerimin Tevrat’ı tasdik etmesi demek, Kur’an-ı kerimin, Tevrat’ın haber verdiği kitap olduğunu bildirmektir

Allahü teâlâ, Hazret-i İsa’nın sözlerini bildirerek buyuruyor ki:
(Benden önce Tevrat’ta bildirilmiş olanları tasdik edici geldim. Size haram edilmiş olanları helal etmek için geldim.) [Al-i İmran 50]

Bu âyet-i kerime açıkça gösteriyor ki, Hazret-i İsa’nın İncili, Hazret-i Musa’nın Tevrat’ını hem tasdik etmekte, hem de, ondaki haramlardan bazılarını helal yapmaktadır. İşte bunun gibi Kur’an-ı kerim, Tevrat’ı tasdik ettiği gibi, Tevrat’taki helal ve haram hükümleri de değiştirmiştir.

Yahudi İbni Sebe yolunda olan Hurufiler, âyet ve hadislere yanlış mana veriyorlar. Kur’an-ı kerime yanlış mana verenin kâfir olacağı hadis-i şerif ile bildirilmiştir. Mesela, Cuma suresinin, (Tevrat’a inanmayanlar, kitap yüklü merkep gibidir) mealindeki beşinci âyeti, tefsir kitaplarında, şöyle açıklanmaktadır:
(Tevrat’ın ahkamını yüklenmeye emredilmiş iken, yalnız okuyup emir ve yasaklarına uymayan Yahudiler, ilim kitaplarını yüklenip, boşuna eziyet çeken merkebe benzer.)

Tevrat, Allah’tan gelen kitaptır. Fakat, şimdi Yahudilerin ellerinde bulunan kitap gerçek Tevrat değildir. Çünkü Yahudiler, Allah’ın gönderdiği Tevrat’ı değiştirdiler. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah’ın kitabındaki, [Tevrat’taki] kelimeleri değiştirdiler.) [Maide 15]

(Yahudilerden bir kısmı, Tevrat’taki emirleri, yasakları değiştirirlerdi.)
[Bekara 75]

İmam-ı Taberani’nin rivayet ettiği (Yahudiler Tevrat’ı terk edip kendi yazdıkları kitaba uydular) hadis-i şerifi, şimdi Yahudilerin elinde bulunan Talmut, Mişna ve Gamara adındaki Tevratların, Hazret-i Musa’nın getirdiği kitap olmadığını haber vermektedir.

Enam suresinin, (Yahudilere her tırnaklı hayvanı haram ettik. Koyunun ve sığırın iç yağını da haram ettik) mealindeki 146. âyeti, iç yağının Yahudilere haram olduğunu bildiriyor. Onlara haram olduğu için Müslümanlara da haram olur, demek yanlıştır.

İslam düşmanı olan zındıklar tırnaklı hayvanlar haram olduğu için, tavşan da haramdır, diyerek Müslümanları aldatıyorlar. Tırnaklı hayvanları Müslümanlara haram imiş gibi gösteriyorlar. Halbuki, Kur'an-ı kerim, tırnaklı hayvanların Yahudilere haram edilmiş olduğunu haber veriyor. Müslümanlara haram olduğunu bildirmiyor.

Hangi hayvan yenilir, hangileri yenilmez? Müslümanlar, bunu Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden öğrenir. Yahudiler ve zındıklar da, elde bulunan bozuk Tevratlardan okurlar. İslam dini, leşi, akıcı kanı, domuz etini ve köpek dişi veya pençesi ile avlayan hayvanların etini ve haşereleri yemeyi haram etmiştir. Bunlardan başkası helaldir. Helal olanlar Allahü teâlâdan başkasının ismi ile kesilirse veya bunları kitapsız kâfir keserse, bunları yemek de haram olur.

Enam suresinin yüzkırkbeşinci âyetinde mealen, (Söyle ki, Kur’anda yemesi haram olanlar, leş ve akıcı kan ve pis hınzır ve Allah’tan başkasının adı ile kesilmiş olandır) buyuruldu. Bu âyet-i kerimede dört şeyin haram olduğu bildiriliyor. Bundan başka altı şeyin haram olduğu da, Peygamber efendimiz tarafından bildirilmiştir. Resulullahın, köpek dişi olan yırtıcı hayvanları ve pençesi ile avlayan kuşları haram ettiğini Abdullah ibni Abbas haber verdi. Âyet-i kerimedeki akıcı kan, canlı veya kesilen hayvanın damarlarından akan kan demektir. Et, karaciğer, dalak, kanlı olarak yenmeleri helaldir. O halde, koyun, sığır, tavşan etleri, kanlı ise de, yenmesi helaldir. Tavşan bütün kandır, demek doğru değildir. Kan aktıktan sonra, kalan tavşan eti pişirilir veya kebap yapılır. Afiyet ile yenir. Nitekim, Peygamber efendimiz, Eshabına tavşan eti yedirdi.

(Şekli şemailinde kerahet bulunan hayvanın eti yenmez) sözleri de yalandır. Böyle bir hadis-i şerif yoktur. Hurufiler, bu sözlerine dayanarak, tavşanın eti, eşek etine benzediği için kerihdir, yenmez, diyorlar. Sorarız bu zındıklara: Hani tavşan bütün kan idi? Kanı gidince, kemikten başka bir şey kalmazdı? Şimdi ise, tavşan eşek eti gibi etli oldu? Görülüyor ki, zındıkların sözleri birbirini tutmuyor.

Hiçbir İslam âlimi tavşan etine mekruh bile dememiştir. Fıkıh kitaplarında buyuruluyor ki:

Tavşan yemek helaldir. Mekruh değildir. (Mülteka)

Tavşan eti yemek helaldir. Çünkü, tavşan yırtıcı hayvan değildir. (Dürr-ül-münteka)

Her çeşit tavşan eti yemek helaldir. (Kuduri)

Tavşan etini yemek helaldir. Çünkü tavşan yırtıcı hayvan değildir ve leş yemez. Tavşan, geyik gibidir. (Cevhere)

Erneb, yani tavşan etinin mubah olduğu sözbirliği ile bildirilmiştir. Çünkü tavşan yırtıcı hayvan değildir ve leş yemez. Geyik gibidir. Ot yer. Fıkıh kitapları, tavşanın helal olduğunu açıkça yazıyorlar. Böylece, haram diyenleri red ediyorlar. (Dürer haşiyesi)

Görülüyor ki, tavşan etini yemek, sözbirliği ile helaldir. Hiçbir İslam âlimi, tavşan etine haram, hatta mekruh bile dememiştir. Peygamber efendimiz, tavşan etini yiyiniz diyerek emir verdikten sonra, bir Müslüman, tavşan eti yenilmez diyebilir mi? Elbette, hiçbir Müslüman tavşan etine haram diyemez. Tavşan yenilir, tavşan yenilmez diye Müslümanlar arasında hiç ihtilaf olmamıştır. Bunlar, tavşan yenmez diyorlar. Bunların bu sözlerine hiç bir Müslüman aldanmamıştır. Asırlardan beri bütün Müslümanlar tavşan yemiştir. Peygamberimizin tavşanı yiyiniz, buyurması, bütün Müslümanlara ışık tutmuştur. Bunun üzerinde durmaya değmez. Peygamber efendimiz bu meseleyi hâl etmiştir. Hurufilerin dedikoduları, Peygamberimizin emrini değiştirmez.

Bir kimse, tavşan etini sevmeyebilir. Fakat, sevmediğine haram demek ve bu yalanını ispatlamak için âyet-i kerimelere yanlış mana vermek ve hadis-i şerif uydurmak, zındıklığı, İslam düşmanlığını gösterir.

Hüsniye kitabı

Hüsniye kitabı

Sual: Hüsniye nasıl bir kitaptır?

CEVAP
1958’de İstanbul'da Türkçe olarak basılmıştır. Bu kitabın, Murteza adındaki bir Yahudi tarafından Arapça olarak yazıldığı, Tuhfe kitabında bildirilmektedir. Romanın kahramanı, Harun-ür-reşidin sarayında yetişen Hüsniye isminde bir cariyedir.

Cahil bir cariye, nasıl oluyorsa, zamanın âlimlerine taş çıkarttırıyor. Bu, Murteza adında bir acem Yahudisi tarafından, İran’da yazılıp, Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmiştir. Âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere bozuk manalar vererek, olayları yanlış anlatarak, Eshab-ı kirama ve Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmakta, acıklı hikayeler uydurarak, cahilleri aldatmaktadır.

Kurtuluş fırkası hangisidir

Kurtuluş fırkası hangisidir

Sual: İslam’da bir çok fırka var, bunların hangisi kurtuluş fırkasıdır?

CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Hadis-i şerifte, Müslümanların 73 fırkaya ayrılacakları, sadece bir fırkanın kurtulacağı bildirildi. Bu 73 fırkadan her biri, Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırkanın kendi fırkası olduğunu iddia eder. Rum suresinde de, (Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinir) buyuruldu. Peygamber efendimiz ise, (Kurtuluş fırkası, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır) buyurdu.

İslamiyet’in sahibinin, kendini söyledikten sonra, Eshab-ı kiramı da, söylemesine lüzum olmadığı halde, bunları da söylemesi, (Eshabım benim yolumdadır, benim yolum, Eshabımın yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir. Nisa suresi, 79. âyetinde, (Resule itaat, Allah’a itaattir) buyuruldu. Eshab-ı kiramın yolunda gitmeyip de, Peygambere uyduğunu söyleyen, Ona uymuş olmaz. Böyle yol tutan kurtulamaz. Mücadele suresinin, (Doğru bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Biliniz ki, onlar yalancıdır) mealindeki 18. âyeti bu gibilerin halini gösteriyor. Ancak Eshab-ı kiramın yolunda giden Ehl-i sünnet vel-cemaat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. Çünkü, Eshaba dil uzatan, bunlara uymaktan, elbette mahrumdur. Onlara dil uzatmak, Resulullaha dil uzatmak olur. (Eshab-ı kirama saygı göstermeyen, Resulullaha iman etmemiştir) buyuruldu. Çünkü, onların kötülenmesi, sahiplerinin, efendilerinin kötülenmesi olur. Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkan ahkamı bizlere getiren, Eshab-ı kiramdır. Onlara dil uzatılınca, onların getirdiği şey de, kıymetten düşer. İslamiyet’i bizlere getiren, birkaç eshab değildir. Bunda, her birinin hizmeti, payı vardır. Hepsi adalette, doğrulukta, öğretmekte eşittir. Onların birine dil uzatılınca, İslamiyet kötülenmiş olur.

Eshab-ı kirama uymuş olmak için, hiçbirini inkâr etmemek lazımdır. Bir kısmı beğenilmeyince, diğer kısmına uyulmuş olamaz. Çünkü Hazret-i Ali, diğer üç halifenin büyük ve uyulmaya layık olduklarını biliyordu. Bunlara, seve seve biat etmiş, hilafetlerini kabul etmişti. Diğer üç halifeyi sevmedikçe, Hazret-i Ali’ye uyduğunu söylemek yalan olur. Hatta, Hazret-i Ali’yi beğenmemek, onun sözlerini, kabul etmemek olur. Allahü teâlânın aslanı Ali için, onları idare ediyordu, yüzlerine gülüyordu demek, cahilce söz olur. Allah’ın aslanının, o kadar ilim ve kahramanlığı ile, tam 30 sene, üç halifeye karşı düşmanlığını saklayıp, dost göründüğünü ve onlarla yalandan arkadaşlık ettiğini hangi akıl kabul eder? En aşağı bir Müslüman bile böyle ikiyüzlülük yapamaz. Onu bu kadar küçülten, aciz, hileci ve münafık yapan böyle sözlerin çirkinliğini düşünmek lazımdır. Peygamber efendimizin bu üç halifeyi övmesine, bütün yaşadığı müddetçe, bunlara kıymet vermesine ne diyecekler? Efendimize de, ikiyüzlü mü diyecekler?

Peygamberin doğruyu bildirmesi vaciptir. İdare ediyordu diyen zındık olur. Münafıklar, “Muhammed, vahiyden, işine gelenleri söylüyor, işine gelmeyenleri söylemiyor” diyordu. Bunun üzerine, Maide suresinin, (Ey Resulüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaştır! Bunları, doğru bildirmezsen, Peygamberlik vazifeni yapmamış olursun) mealindeki 70. âyeti gelerek her şeyi doğru söylediği bildirildi. Peygamberimiz, ahirete teşrif edinceye kadar, üç halifeyi över, başkalarından üstün tutardı. Demek ki, Resulullaha uyarak bunları üstün tutmak lazımdır. (Eshab-ı Kiram)

İman edilecek şeylerde ayrılık olmaz

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İman edilecek şeylerde Eshab-ı kiramın hepsine uymak lazımdır. Çünkü, itikad edilecek şeylerde, birbirlerinden hiç ayrılıkları yoktur. Eshab-ı kiramdan birine dil uzatan kimse, hepsini lekelemiş olur. Çünkü, hepsinin imanı, itikadı birdir. Birine dil uzatan, hiçbirine uymamış olur. Birbirlerine uygun olmadıklarını, aralarında birlik bulunmadığını söylemiş olur. Onlardan birini kötülemek, Onun söylediklerine inanmamak olur. İslamiyet’i bizlere bildiren, onların hepsidir. Onların her biri adildir, doğrudur. Her birinin İslamiyet’te bildirdiği bir şey vardır. Her biri âyet-i kerimeleri getirerek, Kur’an-ı kerim toplanmıştır. Bir kısmını beğenmeyen, İslamiyet’i bildireni beğenmemiş olur. Beğenmeyen de Cehenneme gider. Kur’an-ı kerimde, (Kur’an-ı kerimin bir kısmına inanıyorsunuz da, bir kısmına inanmıyor musunuz? Böyle yapanların cezası, dünyada, rezil, rüsva olmaktır. Ahirette de, en şiddetli azaba atılacaklardır) buyuruldu. (Bekara 85)

Kur’an-ı kerimi toplayan üç halifeyi kötülemek, Kur’an-ı kerimi kötülemek olur. Aklı olan kimse, Eshab-ı kiramın hepsinin, yanlış bir kararda birleşeceklerini söyleyemez. Halbuki o gün, Eshab-ı kiramdan 33 bini, hep birden, istekle ve seve seve Ebu Bekir’i halife yaptı. 33 bin Sahabinin, yanlış bir işte, söz birliği yapması, olacak şey değildir. Nitekim, Resulullah, (Ümmetim, dalalette birleşmez, yanlış bir iş üzerinde ittifakta bulunmazlar) buyurdu. (İbni Mace)

Eshab-ı kiram arasında olan ayrılıklar, kötü düşüncelerden değildi. Çünkü onların mübarek nefisleri tertemiz olmuştu. Onların bütün istekleri, İslamiyet’e uymaktı. Ayrılıkları, ictihad ayrılığı idi. Yanılanları da sevaba kavuşur. İmam-ı Şafii, (Allahü teâlâ, ellerimizi o kanlara bulaştırmadı. Biz de dillerimizi bulaştırmayalım. Resulullahtan sonra, Eshab-ı kiram çok düşündü. Ebu Bekir’den daha üstün kimseyi bulamayıp, onu halife yaptılar) buyurdu. Bu da, Hazret-i Ali’nin ikiyüzlü olmadığını ve Ebu Bekir’i seve seve halife yaptığını göstermektedir. (c.1, m. 80)

Muhammed Masum hazretleri de buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, (Ya Musa! Benim için ne amel yaptın?) buyurdu. O da, (Ya Rabbi! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim ve seni zikrettim) deyince, Allahü teâlâ, (Namaz, senin için burhandır. Oruç, seni Cehennemden koruyan kalkandır. Zekât, mahşer günü, herkes sıcaktan yanarken, sana gölge yapacaktır. Zikir de, o gün, karanlıkta, sana nur olacaktır. Benim için ne yaptın?) buyurdu. Hazret-i Musa, (Ya Rabbi, senin için olan amel nedir) dedi. Allahü teâlâ, (Sevdiğimi benim için sevdin mi ve düşmanımı düşman bildin mi?) buyurdu. Hazret-i Musa, Allahü teâlânın sevdiği amelin, Onun dostlarını sevmek ve düşmanlarını sevmemek olduğunu anladı. Demek ki, sevgilinin sevdiklerini sevmek ve düşmanlarına düşman olmak, sevginin alametidir.

Mümtehine suresinin, (İbrahim ve Eshabı, kâfirlere, biz sizden ve putlarınızdan uzağız. Sizin, bir olan Allah’a inanana kadar, aramızda düşmanlık olacaktır dediler. Bunların bu güzel halleri, size örnek olmalıdır.) mealindeki 4. âyeti gösteriyor ki, iman sahibi olmak için, bu düşmanlık şarttır ve Allah düşmanlarını sevmek, imanı yok eder. Resulullahın sohbetine kavuşmakla şereflenen Eshab-ı kiram, birbirlerini çok severlerdi. Birbirlerine değil, kâfirlere düşman idi. Fetih suresinin (Kâfirlere düşman, birbirlerine merhametli idiler) mealindeki 29. âyeti sözümüzü ispat etmektedir.
(m. 29)

Abdullah bin Sebe kimdir

Abdullah bin Sebe kimdir

Rafiziler ile biz de sünniyiz diyen bazı mezhepsizler, ibni Sebe diye bir kimse yok diyerek güneşi balçıkla sıvamaya kalkıyorlar. Buna yüzlerce kitaptan örnekler vermek mümkündür.

El Şia ve El Sünne
kitabının yazarı İhsan İlahi Zahir diyor ki:
İslam güneşi doğup her yere yayılınca, kâfirlerin ve müşriklerin kalbleri yanıp tutuştu. Kur’an-ı kerimde lanetlenen Yahudiler, İran Mecusileri, Hindular ile İslam’a hile ve tuzak hazırlamaya başladılar. Fitne çıkardılarsa da, kan dökülmesine sebep oldularsa da, Allah’ın nurunu söndüremediler ve hakiki İslam yani Ehl-i sünnet, çığ gibi her tarafa yayıldı. Bu dini söndüremezler de, çünkü Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Onlar, ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeye yelteniyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır.) [Saf 8]

İslamiyet’e ilk fitneyi de Yahudiler soktu. Müslüman gözüken, kâfirliğini gizleyenlerin başında Yahudi Abdullah bin Sebe geliyordu.

Yahudiler, Hazret-i Osman’ın hilafeti zamanında Medine’ye gelip tuzak kurmaya çalıştılar. Hazret-i Ali’yi de kendilerine kalkan ettiler. Onun taraftarı, dostu gibi göründüler. Müslümanların, Resulullahın halifesi, damadı ve zengin olması hasebiyle malıyla İslam’a ve Müslümanlara yardımları olan Hazret-i Osman’a karşı çeşitli yalan ve iftiralar uydurarak ayaklanmalarını teşviklediler. İslam inancına ters fikirler yaymaya başladılar. Kendilerine (Ali şiası) yani Ali taraftarları adını verdiler. Hazret-i Ali ise onların hainliklerini biliyordu ve onlara çeşitli cezalar verdi. Ondan sonra da Oğulları bu Sebeiyye fırkasını hep lanetlediler. Zamanla Yahudiler, Mecusileri ve Hinduları da yanlarına alarak, Yahudi, Mecusi ve Hindu inançlarını İslam inancı olarak yaydılar.

Bunun böyle olduğunu dördüncü asır Şia tarihcilerinden, Şia kaynaklarına göre muteber kişiliğiyle bilinen el-Keşi de itiraf etti:

El-Keşi
, Rical isimli kitabında bazı ehli ilimin şöyle söylediklerini naklediyor: Abdullah bin Sebe Yahudi idi ve müslüman oldu, Hazret-i Ali’ye tâbi oldu, (Yahudi iken de taşkınlıkta bulunurdu ve Yuşa bin Nun Musa aleyhisselamın vasisiydi diyordu.) Resulullahın vefatından sonra da Hazret-i Ali hakkında aynısını söyledi. İlk önce açıkça Hazret-i Ali’nin imamlığının farz olduğunu söyledi ve kendilerine karşı gelenleri kâfirlikle itham etti. Bunun için Şiaya muhalif olanlar diyor ki: (Rafizilik temel inançları Yahudilikten alınmıştır.) (Rical el-Keşi – s.101 Müessetül eâlimi bikerbelae el ırak)

Şiilerin cerh ve tadil imamı el-Memakani de tenkihil makal kitabında el-Keşi’den naklederek aynı sözleri kitabına almıştır. (Memakani, Tenkihil makal, s.184, cild 2 Tahran)

Nubahti kimdir?

El Nubahti, bütün şia kaynaklarınca dürüstlüğü ve sağlam olduğu bildirilen, kendi zamanı ve üçüncü asrın öncesi ve sonrası üstün saydıkları, şia tarihcilerince el-Necaşi lakaplı, şianın muteber kabul ettiği âlimlerinden biridir. (el- Fihrist lil Necaşi, s. 47 Hind baskısı Hicri 1317)

El-Tusi,
Nubahtinin, güvenilir olduğunu, kelamcı, filozof ve imamiyye itikadında olduğunu söylemektedir. (Fihrist El-Tusi, s.98 Hind baskısı Miladi 1835)

Nurullah El-Tusturi
de Nubahti hakkında şöyle demektedir: (O, el hasan bin musa el Nubahti’dir. Cerh ve tadil âlimlerinin en büyüklerindendir.) Ayrıca, el-Tusi gibi, Nubahti’nin güvenilir olduğunu, kelamcı, filozof ve imamiyye itikadında olduğunu söylüyor. (Meclisil Müminin lil Tusturi, s.77 İran baskısı)

El- Nubahti
, Şii Fırkası kitabında şöyle diyor:
Abdullah bin Sebe, Ebu Bekir’e, Ömer’e, Osman’a ve diğer Eshaba kötülemeyi başlatandır. Ali aleyhisselamın emrettiğini söylerdi. Ali (a.s) onu çağırıp böyle söyleyip söylemediğini sordu, söylediğini itiraf etti. Bunun üzerine öldürülmesini emir verdi. İnsanlar araya girdi feryat ettiler, Müminlerin emiri! Seni ve ehl-i beytin sevilmesini ve dost edilmesini söyleyen birini mi öldürüyorsun! Ali (a.s) onu o zamanın Fars devletinin başkenti olan Medayin’e sürdü.

Medayin’de Ali’nin (a.s) ölüm haberini duyuran kişiye Abdullah bin Sebe şöyle dedi: Onun öldürüldüğünü ispat eden adil yetmiş kişi getirsen ve yetmiş paket içinde onun beynini getirsen yine de onun ölmediğini ve öldürülmediğini biliriz. Bütün yer küresine hakim olmadan da ölmez. (Nubahti, Firak el şia s. 43-44 Haydariye matbaası baskısı Necef. Irak Hicri 1379-Miladi1959)

Aynısını şii tarihçisi Ravdatil safa kitabında zikretmiştir:
Abdullah bin Sebe, Osman bin Affan karşıtlarının Mısır’da çok olduğunu öğrenince oraya yöneldi. Orada ilim ve takvalıymış gibi göründü ve böylece insanları kendine güvendirdi ve bozuk, yanlış ve çirkin emellerini terviç etmeye başladı. Her Nebi kendinden sonra yerine geçecek birini vasiyet eder. İlim, fetva, cömert, yiğit olan ve emaneti yerine getiren takva sahibi Ali de Resulullahın vasisi ve halifesidir. Ümmet Ali’ye zulüm etti. Onun hakkı olan hilafeti ve vilayeti zorla aldı, şimdi onun yanında yer almak ve yardım etmek herkese lazımdır. Osman’ın hilafetine son vermek lazım dedi. Mısırlılar onun sözlerinden ve görüşlerinden çok etkilendiler ve Osman’ın hilafetine karşı çıktılar. (Ravdatil safa, s. 292 cild 2, Farsça İran baskısı)

İbni Sebe’nin aslı ve kimliği:

İbni Sebe, hile ve tuzak kuran casusluk eden bir kişi olduğu için herkese değişik şeyler söylemiş, izini belli ettirmek istememiştir. İşte bu yüzden tarihciler Abdullah bin Sebe’nin kimliğinde, aşireti ve memleketi hakkında çeşitli haberler vermişlerdir.

Şimdi bu haberlerden bazılarına bakalım:
Yu’rab bin Kahtanın Yeşcab adında oğlu oldu, ondan da Sebe oldu, Sebe’nin adı Abduşems idi. Babasından sonra Yemen’e lider oldu, savaş neticesinde çok köleleri oldu bu nedenle (Sebe) diye adlandırıldı sonra da oğulları bu adla çağrıldı. Kur’anda adları geçmektedir. (el-Kalkaşendi, Kalaidil ceman s.39)

İbni Sebe’nin, kuzeyde bulunan göçmen bedevi kabilelerinden olduğu sonra milattan 800 sene önce Yemen’in güneyine inen veya Aşurilerin baskısı üzerine kuzeyden göç edip Yemen’e yerleşen arab kabilelerinden olması muhtemeldir. (Arap tarihi hakkında konferanslar, Ali Salih el Alyi, 1/21)

İbni Sebe (humeyr) kabilesindendir. Humeyr kabilesi, Humeyr bin el Gavse oğlu Sead oğlu Avf oğlu Malik oğlu Zeyd oğlu Sedid oğlu Humeyr oğlu küçük Sebe oğlu Lehia oğlu Humeyr oğlu Sebe oğlu büyük Yeşcab. Humeyr el Gavs o Humeyr el ednidir. Yurtları Yemen’dir. San’a şehrinin batısında Humeyr semtindedir. (Yakut el Hamevi, Meacimil bulden 2/306)

Taşkın fırkaların ikincisi de Allahü teâlâdan başkasını ilah edinenlerdir, bunların başında ise Humeyri Abdullah bin Sebe ve arkadaşları gelir. (İbni Hazm, El-Fasıl Milel vel Ehve 5/36)

İbni Sebe, Hemadan kabilesindendir. Hemadan, Kehlan ve el Kahtaniye kardeşlerdir, bunlara Hemadan oğulları denir. İkamet yerleri ise Yemen’in doğusudur. (El- Belaziri, Eşreflerin soyu 5/24), El- Eş’ari el-Ka’mı, Mekalet vel Fırak s. 20) (Furazdak divanı s. 242/243)

Rida Kehale’nin Mu’cem kabailil Arab kitabında da (3/1225), El-Belaziride olduğu gibi soyu şöyledir: (Abdullah bin Sebe oğlu Vehbil Hemadani )

El- Eş’ari El Kami de ise şöyledir: (Abdullah bin Sebe oğlu Vehbil Rasibi el Hemadani)

İbni Sebe (El-Hira) ahalisindendir. Abdullah bin el-Sevda, Sebeiyyenin fitnelerinin yayılması için ona destek oluyordu ve kökü el Hira Yahudilerinden idi, müslüman olduğunu ilan etmişti. (Abdul Kahiril Bağdadi, el-fırak beynel fırak s.235)

İbni Sebe, zimmi idi. Rum asıllı idi müslüman olduğunu ileri sürdü, sözlü ve fiili bid’atler meydana çıkardı, Allah ona lanet etsin. (İbni Kesir, Bidaye ve Nihaye 7/190)

Abdullah bin Sebe, Yahudi asıllı olup San’alıdır. (Taberi Tarihi 4/34)

Abdullah bin Sebe, Sebeiyye fırkasındandır, bunlar Rafizilerin taşkınlarıdır. Yemen Yahudilerindendir. (İbni Asakir, Dimaşik Tarihi 3/29)

İbni Sebe’nin müntesip olduğu kabilesi hakkında deniyor ki:
İbni Sebe’nin anası ise Habeşli (Siyahi-zenci) idi. (Taberi Tarihi 4/326-327)

Anasının siyahi olması sebebiyle İbni Sebe’ye çok defa (siyah kadının oğlu manasına gelen) ibni Sevda da denir. (İbni Habib, el Mahcer s. 308)

İbni Sevda, Basra’da bulunan Hakim bin Cebele misafir oldu. (Taberi Tarihi 4/327)

İbni Sevda Mısır’a gittiğinde.... (Zehebi, İslam Tarihi 2/122)

Abdullah bin vehb oğlu Sebe, İbni Sevda adıyla bilinir. (El Mukrizi, el Hutat 2/356)

İbni Asakir Tarihinde (29/7-8) diyor ki;

Ammar El Dihni dedi: Eba El Tufeyden işittim diyor ki: (Müseyyib bin Necbe ile ibni Sevda’yı, Ali minberde iken, camiye girdiklerini gördüm. Ali onlara hitaben buyurdu ki, sizin bu hâliniz nedir? Müseyyib dedi ki, bu Allah ve Resulüne yalan söyler, iftira eder. Ebu Bekir’e ve Ömer’e kötü söz söyler) Zeyd bin Vehb yoluyla Hazret-i Ali’nin şöyle dediği bildirilir:
(Ben bu siyahiden beriyim, uzağım, söyledikleriyle hiçbir ilişki ve alakam yoktur.)
(Allah ve Resulüne yalan söyleyen şu zenciyi cezalandırmamda beni kim mazur görmez ki!)
Müsteşrik Hodgeson, İbni Sebe’nin ihtimalle Yahudi olmadığını söylüyor. İtalyan Levi Della Vida onu destekliyor, bu sözünü teyiden de İbni Sebe’nin Arab kabilesi olan Hemadanlı olmasını gösteriyor.

Kişinin arab kabilesinden olması Yahudi olmamasını gerektirmez. (Dr. Abdurrahman Bedevi Mezahibil İslamiyyin 2/30)

Bazı kabileler Yahudi idi. Humeyr, Kenne oğulları, el Keab bin Haris oğulları ve Kende Yahudi idiler. (İbni Kuteybe, Mearif s.266)

İslam’dan önce Yemen asıllı Yahudilerin çoğu Arap asıllıdır. (Dr. Cevad Ali, Arap tarihi 6/26)

Bazı müsteşriklerin Abdullah bin Sebe’nin Yahudiliğinden şüphe etmeleri, İbni Sebe’nin Mehdi hakkında ki görüş ve düşüncelerinde Tevrattan fazla İncilden etkilenmesinden ileri gelmektedir. Bu itiraz ve şüphelerinin zayıf olduğu, araştırmacıların o zamanın Yemen Yahudileri hakkındaki incelemelerinde ortaya çıkıyor. O zaman Hristiyanlığın etkisi altında kalan Yahudilik yüzeysel kalmıştır. Bu nedenle İbni Sebe’nin Yahudiliği Habeşli (Filaşe) Yahudilere çok yakındı. (Abdurrahman Bedevi, Mezahibil İslamiyyin 2/28)

İbni Sebe’nin kimliğinin belirlenmesindeki çelişkinin sebebi:

İbni Sebe’nin kimliği hakkında ihtilafa şaşırmamak lazım, çünkü İbni Sebe kendini tam kamufle etmiştir. İslam’a ve Müslümanlar arasında düşmanlık yapmak, fitne ve fesat çıkarmak için müslüman gözükmüştü. İsmini ve soyunu sopunu farklı bildirdiği anlaşılmaktadır. Hatta bazen bildirmediği de görülmektedir. Osman bin Afvan’ın Basra valisi olan Abdullah bin Amir kendisine sen kimsin dediğinde İbni Sebe ismini ve babasının ismini söylememiş, bu soru karşısında, (Ben ehl-i kitaptan İslamiyet’i seçmiş ve size yakın olmak isteyen bir kişiyim) demiştir. (Tarih Taberi 4/326-327)

İbni Sebe İslam devletinin başlarında yapmış olduğu cinayetleri ve ortaya attığı bozuk düşüncelerini kamufle etmek için başka takma isimler kullanmıştır. Şöyle ki:
1- İbni Sebe Yemen’lidir, ister Humeyr veya Hemadan kabilesinden olsun, her iki kabileden de akrabaları olabilir.

2-
Yemen’de Yahudi varlığının mevcut olmasıdır. Roma İmparatoru (Teytus) Filistini işgal edip Heykeli yerle bir ettikten sonra Yahudileri oradan sürdü, bir kısmı Yemen’e yerleşti. Miladi 525 te Habeşler Yemen’i ele geçirdiler, o andan itibaren Yemen’de Hristiyanlık yayılmaya başladı. (Ahmed Hüseyn, Yemen Tarihi s.158-159)

3-
Yemen’deki Yahudilik yüzeysel olduğundan Tevrat ile İncilin esasları ile birbirine kaynaştı. (Mezahibil İslamiyyin 2/28)

4-
Yemen’e Habeşilerin istilasıyla Yahudilik zayıflasa da varlığını sürdürdü. (Arap Tarihi 6/34)

İbni Sebe’nin Müslümanlar arasında ortaya çıkması

Tarih kitaplarında Hicri (35) senesinde meydana gelen olaylar hakkında şöyle denmektedir:
Abdullah bin Sebe San’a (Yemen) Yahudilerindendir. Osman bin Afvan radıyallahü anh zamanında müslüman olduğunu söylemiştir. Ancak insanları saptırmak için müslüman memleketlerini Hicazdan başlayarak dolaştı. Sonra Basra, Kufe ve Şam şehirlerine geldi ancak buralarda hiçbir etki gösteremedi ve Mısır’a geldi orada vasiyet ve geri dönme inancını ortaya attı, bu bozuk fikirleri ile insanları saptırdı ve Mısır’da kendine yardımcı olacak taraftar oluşturdu. (Taberi Tarihi 4/340), (Kamil İbni Esir, 3/77), (İbni Kesir, Bidaye ve Nihaye 7/167), (İbni Asakir Tarih Dimaşık 29/7-8)

İbni Kesir
Hicri (34-35) senesinde ki olayları (7/183-190) sayfalarda anlatırken diyor ki:
Hazret-i Osman’ın hilafetten zorla düşürülmesi için insanlara çağrı yapan, onları kışkırtan, Mısır’dan gelen toplulukların başını çeken Abdullah bin Sebe’dir.

Taberi
(4/331) ve İbni Esir (3/147) diyor ki:
İbni Sebe Hicri (34) senesinden önce müslümanlar arasında Kufe’de görüldü. Hazret-i Osman’ın valisi olan Said bin el As’ı makamından düşürmek isteyen (Zeyd bin Kays) camiye girdiğinde ona katılanlar, siyahi kadının oğlunun yani ibni Sebe’nin mektuplaştığı kişilerdi.
Buradan İbni Sebe’nin bu tarihten önce ortaya çıktığı ve Zeyd bin Kays ile bir araya gelenlerle bir topluluk oluşturduğu anlaşılmaktadır. (Taberi 4/326)

İbni Esir
(3/144 )’da Hicri (33) senesinde Abdullah bin Amir’in Basra’ya vali olduktan üç sene sonra İbni Sebe’nin Hakim bin Cebele misafir olduğunu bildiriyor ve İbni Amirle Siyahinin oğlunun karşılaşmasını anlatıyor, bu husus konunun başında zikredilmişti.

Araştırmamıza devam ettiğimizde İbni Sebe’nin müslümanlar arasında bu tarihten de önce ortaya çıktığını görüyoruz. Taberi (4/283) ve İbni Esir de (3/114 ), Hicri (30) yıllarında ki olaylar için, Siyahinin oğlunun Şam’a gelip Ebi Zer ile buluştuğunu ve onun Muaviye’ye muhalefet etmesi için çalıştığını bildiriyorlar.

Hicaz’da görünmesi:

İbni Sebe’nin Hicazda ortaya çıkması, Basra’dan ve Şam’dan önce olduğundan, hicri 30 senesinden öncedir. Çünkü Şam’da görünmesi bu tarihten öncedir. Hicazın tarihine baktığımızda daha detaylı bilgi bulunmamaktadır. Bundan anlaşılıyor ki İbne Sebe Hicazda ikamet etmeye imkan bulamamış, oradan Basra’ya geçmiştir. (Taberi 4/340-341)

Basra’da görünmesi:

İbni Amir Basra valisi olduktan 3 sene sonra İbni Sebe, Hakim bin Cebeletül Abdi’ye misafir oldu. Yeni Abdul Kays diye bir şahısın Hakim bin Cebelin evine geldiğini İbni Amir haber alır. Hakim, hırsızlıktan dolayı göz hapsinde bulunurken askerlerin bir an gafletinden yararlanarak Faris topraklarına kaçmıştır ve orada bulunan Zimmilerin mallarını çalar, ülkede anarşi çıkarır. Zimmiler ve Ehli kıble Hazret-i Osman’a gelerek şikayetçi olurlar. Hazret-i Osman Basra’nın valisi olan İbni Amire bir mektup yazar ve der ki (Onu ve onun gibilerini halleri düzelinceye kadar Basra’da hapset.) Bu sebeple Hakim, Basra’dan ayrılamıyordu. İbni Sevda (Siyahinin oğlu) oraya geldiğinde onun evine gitti ve bir grup ona geldi ve görüşlerini benimsediler. İbne Sebe kendisini dinleyen kulaklar bulur.

Basra valisi İbni Sebe’nin geldiğini haber aldığında onu yanına çağırır ve sen kimsin der. Kendisinin ehli kitaptan biri olduğunu İslamiyet’e rağbet ve kendilerine yakın olmak istediğini söyler. İbni Amirde ona, nerden bileyim böyle olduğunu der ve Basra’dan çıkarır. Bunun üzerine ibni Sebe oradan Kufe’ye gider. (Taberi 4/326-327)

Kufe’de görünmesi:

İbni Sebe Basra’dan çıkarıldıktan sonra Kufe’ye geldi, orada fazla kalmadan Kufeliler oradan da kovdular. (Taberi 4/327)

Basra’dan çıkarıldıktan sonra Kufe’ye geldi oradan da çıkarılınca, Mısır’a yerleşti, oradan Basra’daki ve Kufe’deki adamları ile yazışmaları sürdü. (33) senesinde Kufe’ye girse de oradan da çıkarıldı, ancak Kufe’yle bağlantısı kesilmedi, geride kalan fitnenin kuyrukları olan adamları ile yazışmaya devam etti. (Taberi 4/327) (İbni Esir 3/144)

Şam’da görünmesi:

İbni Sebe’nin Şam’a iki defa gelmiş olduğu anlaşılıyor. İlki, Hicri (30) senesinde ve Eba Zer ile buluştuğu yıldır, ikincisi ise Kufe’den çıkarıldığı yani (Hicri 33) senesidir.
İbni Sebe Hicri (30) senesinde Eba Zer ile Şam’da buluşur ve onu Muaviye’ye karşı kışkırtır. Eba Zer hazretlerine şöyle der: (Muaviye’ye hiç şaşırmaz mısın bak ne der: Mal Allah’ın malıdır diyerek sanki tümünün kendisine kalmasını ister, müslümanların o mallarda hakkı yok mu?) Bunun üzerine Eba Zer kalkar Muaviye’ye gelir ve yaptığının yanlış olduğunu söyler.) (Taberi 3/283)

[Eba Zer radıyallahü anh, Tevbe suresindeki 34. âyete dayanarak Muaviye’ye (radıyallahü anh) yapmış olduğu nasihati ihtiyacından fazla mal edinen herkese yapardı.]
İbni Sebe (h.33 senesinde tekrar geldiği) Şam’da rolünü hiç icra edemez, yapmak istediği hiç bir şeyi Şamlılara empoze edemez. Şamlılar yüz vermeyip kovmuşlardır. Oradan da Mısır’a geçmiştir. (Taberi 4/340)

Mısır’da görünmesi:

İbni Sebe’nin Mısır’da görünmesi Kufe’den çıkarıldıktan sonradır. İbni Sebe’nin Basra’dan çıkarılması h. 33 senesinde olduğuna göre oradan da Kufe’ye çıkarılması ve Kufe’den de Mısır’da istikrar etmesi, dolayısıyla İbni Sebe’nin Mısır’da görünmesi (h. 34) yılında olduğu anlaşılmaktadır.
Çünkü Basra’ya girişi ve ortaya attığı fikirlerinden ötürü kovuluşu ve Kufe’ye sürülmesi sonra oradan da kovulması ondan sonrada Mısır’a yönelmesi, bunların hepsi için en az bir yıl gerekir.
Bunu İbni Kesir (Bidaye ve Nihaye 7/284)’de teyit edip, İbni Sebe’nin Mısır’da görünmesini (h.34) yılı olayları içine alır. Suyuti de (Hüsnü Muhadara 2/174)’da İbni Sebe’nin Mısır’a bu tarihte girdiğini işaret eder.

İbni Sebe gerçek mi hayal mi?

Bazı yeni araştırmacıların (!) İbni Sebe’nin varlığı hakkındaki kuşkularının ve onun hayali bir şahıs olduğunu ileri sürmelerinin ve inkâr etmelerinin ilmi bir dayanağı yoktur. Yukarıda bir kısmını arzettiğimiz adı geçen kaynaklara dayanmamaktadır. Onların bu görüş ve iddiaları, sadece şahsi tahmin ve görüşlerinden veya mensup oldukları ve meyil ettikleri davalarından ileri gelmektedir. Şöyle diyebiliriz ki İbni Sebe’nin varlığından kuşkulananlar ve inkâr edenler ya bazı müsteşriklerdir ya da, araştırmacı kimliği altında ilk zamanda olduğu gibi, maksatlarını gizleyen İbni Sebecilerdir.

İbni Sebe’nin var olduğu tarih ve grup kitaplarının sayfalarını doldurmuştur. Onun karıştığı olayları raviler ağızdan ağıza, kulaktan kulağa taşımışlardır.

Tarihçiler, Hadisçiler, grup, minel nihal kitap ve tabakat sahipleri, Edebiyat ve soy kütükçüleri İbni Sebe’ye yer vermişlerdir, var olduğu Sünni ve Şia kitaplarında görülmektedir. İbni Sebe’nin rolünü, fitnelerini bildiren haberler, Taberi’nin Seyf bin Ömer el temiminin rivayeti ile sınırlı değildir. Bu haberler eski ravilerin rivayetlerinde çoktur ve o dönemin inanç, farklı grup ve görüşlerini ve İslam tarihinin olaylarını yazanların kitaplarında geçmektedir. Ancak İmam Taberi’nin diğerlerinden ayrılığı sadece bu husustaki haberlere çok ve geniş yer vermesidir. Bu nedenle o olaylara kaynak ve delil bildirmeden kuşku ileri sürmek, bütün bu haberleri yok etmek, âlimleri yalanlamak, iftira etmek ve tarihi gerçekleri tezyif etmektir.

İbni Sebe’nin varlığını bildiren âlimler ve eserleri:
1-
Eaşa Hemadan (Ölümü h. 84) Divanının (s.148)’de İbni Sebe’nin adı geçmektedir. Hatta, (Sebeci) küfür, hakaret kelimesi olarak kullanılmıştır. Mesela, Elmuhtar bin Ebi Abid elsekafi ve Kufeli ileri gelen destekcilerini, Basra’ya kaçtıktan sonra aşağıda ki beyt ile Eaşa Hemadan hiciv etmiştir:
Sizin Sebeci olduğunuzu gördüm
Küfrün bekçileri ben sizi bilirim

2- Dr. Sefer El Havali
’nin Zahiratül irca fil fikril islami kitabında (1/345-361) yazdığına göre, Sebeciler, Hasan bin Muhammed bin elhanefiye’nin (tevellüd h.95) İrca kitabında da geçmektedir. Nitekim Dr. El Havali, burada Hasana dayandırılan ircanın manasından bahsetmekte ve bu konuda ilim ehlinin sözlerini de zikr etmektedir. Yine El Havali, İbni Ebi Ömer el Adni’nin, (Kitabül İmam s. 249’da) şöyle dediğini bildirmektedir:
(Sebecilerin iddialarından biri de şudur: “İnsanlarda bulunmayan vahye, biz ulaştık” derler.)

3-
İbni Asakir Tarihinde (29/7) Şa’biden ( t.103 h.) rivayet ederek diyor ki: (İslamiyet’te, bir insana tanrı diyerek ona ilahlık isnat eden, dolayısıyla bu şekilde Allahü teâlâya ilk şirk koşan Abdullah bin Sebe’dir.)

4- Furazdak
da (t.116 h.) Divanında (s.242-243) Dir el Cemacim savaşında Abdurrahman bin El Eş’asa karşı devrime kalkan Irak eşrafını ve destekçilerini (Sözlerinde vefa göstermez Sebeciler, tilkiden daha sinsidir onlar...) gibi beytler ile Sebeciler diyerek hiciv etmektedir.

5-
İmam Taberi, tefsirinde (3/119) Katade bin Deame el sudusi el Basri (t. 117 h.)’nin şöyle dediğini nakil etmektedir: Katade, âl-i imran suresinin, (Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların çeşitli anlamlı olanlarına uyarlar) mealindeki yedinci âyet-i kerimesini okuduğu zaman (bunlar Hurufiler ve Sebeciler değil ise kimdir) yani onların tâ kendileridir demiştir.

6-
İbni Sa’d (t.23 h.), İbni Sebe’yi isim olarak zikir etmedi ise de Sebecilik ve liderlerinin fikirlerini anlatmaktadır. (Tabakat Kübra 3/39)

7-
İbni Habib Bağdadi (t.245 h.), Abdullah bin Sebeyi Habeşliler arasında anmaktadır. (Muhber s. 308)

8-
Ebu Asım Huşeyş bin Esram (t. 253 h.), İbni Sebe’nin arkadaşlarından bir grubu ateşte Hazret-i Ali’nin yaktığını İstikame kitabında haber vermektedir.

9-
Mutezilenin ileri gelenlerinden Cahiz (t.255 h.) Beyan ve Tebyin (83-81) kitabında İbni Sebe’den bahsetmektedir. Hazret-i Ali’nin zındıkları yaktığı haberi sihah ve sünen ve Mesenid kitaplarında bildirilmektedir. Mesela Sünen Ebu Davud (4/126) Nisai (7/104) Hakimin Müstedreki (3/538)

10-
İmam Buhari (T.256 h.) Sahihinde Mürtedlerin tevbe etmelerini istemek kısmında İkrime’nin rivayet ettiği haberde buyuruyor ki: Ali radıyallahü anh zındıkları topladı ve yaktı, bu olayı ibni Abbas duyunca buyurdu ki: Peygamberimiz, (Allahü teâlânın azabı ile azap etmeyin) buyurduğu için ben olsaydım yakmazdım. Onları Resulullahın (Dinini değiştireni öldürün) sözüne istinaden öldürürdüm.
Şu tarihi bir gerçektir ki Hazret-i Ali’nin kendisine ilah diye iftira edenlerden yaktığı kişiler, Abdullah bin Sebe’ye uyanlardı.

11-
Cevzcani (T. 259 h. ) Ahval el Rical ( s.38 ) kitabında diyor ki: Sebeciler küfürde çok ileri gittiler ve Hazret-i Ali’ye ilah dediler, o da ceza olarak bunları yaktı ve buyurdu ki: Bu iddialarını çok çirkin gördüğüm için ateşi tutuşturdum ve Kamber’i de çağırdım.

12-
İbni Kuteybe de (h. 276) Mearif (s. 267) kitabında diyor ki: Sebeciler Rafizidirler, Abdullah bin Sebe’ye bağlıdırlar. Tevil Muhtelefil Hadis kitabında da (s. 73) diyor ki: Abdullah bin Sebe Hazret-i Ali’de rububiyet (ilahlık) var dedi, Hazret-i Ali de onun arkadaşlarını yaktı.

13-
El Belaziri (T. 279 h.) diyor ki İbni Sebe Hazret-i Ali’ye Ebu Bekir ve Ömer hakkındaki görüşünü sordu. Cevaben buyurdu ki sizin hiç işiniz yok mu? (Enseb el Eşraf 3/382)

14-
İmam Taberi (T. 310 h.) Seyf bin Ömer’den rivayetle İbni Sebe hakkında en çok haber verendir. (Tarih Taberi 4/283, 326, 331, 340, 349, 398, 494, 505)

15-
İbni Abdu Rabbeh (T. 328 h.) diyor ki: (Sebeciler, Hristiyanların İsa aleyhisselam hakkında taşkınlık yaptıkları gibi, Hazret-i Ali hakkında çok taşkınlık ederek dediler ki o bizi yaratan Allah’ımızdır.) (el Akdul Ferid 2/405)

16-
Ebu Hasan Eş’ari (t. 330 h) diyor ki: Abdullah bin Sebe ve grubu taşkınlar sınıfındadır. Çünkü onlar Hazret-i Ali’nin ölmediğini iddia ederler ve dünyaya tekrar geri gelecek, yer yüzü adaletle dolacak zulümle dolduğu gibi derler. (Makaletil İslamiyyin 1/85)

17-
İbni Hibban (t. 354 h.) diyor ki: Kelbi Sebecidir ve Abdullah bin Sebe’nin arkadaşlarındandır ve Hazret-i Ali ölmedi, Kıyametten önce tekrar dünyaya gelecek derler. (Kitâbil Mecruhin 2/253)

18-
El Mukaddesi (t 355 h.) diyor ki: (Hazret-i Ali’nin ölüm haberini söyleyene İbni Sebe şöyle dedi: Arapları sopasıyla sürmedikçe onun beynini sarıp getirsen yine de inanmam. (el Bedi vel Tarih 5/129)

19-
El Maltı (t. 377h.) diyor ki: Sebeciler Ali’nin hilafeti zamanında yanına geldiler ve dediler ki: Sen sen! Hazret-i Ali buyurdu ki, ne var, ben kimim? Dediler ki: sen yaratansın! Hemen tevbe etmelerini istedi, sözlerinden dönmediler, onlar için büyük bir ateş hazırlattı ve ateşte yaktı. (Tenbih s.18)

20-
Ebu Hafs bin Şahin (t. 385 h.) diyor ki: Hazret-i Ali Şianın taşkınlarının bir kısmını yaktı bir kısmını da sürgün etti. Abdullah bin Sebe sürgün edilenlerdendi. (İbni Teymiye, Minhacil Sünne 1/7)

21-
el Havarzemi (t. 387 h.) diyor ki: Sebeciler Abdullah bin Sebe’nin arkadaşlarıdır. (Mefatihul Ulum s. 22)

22-
el Hemazani (t. 415 h.) Tesbit Dalail el Nübüvveh (3/548) kitabında Abdullah bin Sebe’den bahsetmektedir.

23-
Bağdadi (t.429 h.) diyor ki: Sebeciler bid’atlerini Hazret-i Ali zamanında ortaya attılar, onlardan bazısını yaktı. İbni Abbas haber alınca ateşle yakmanın uygun olmadığını ayrıca Şamlılarla tekrar savaşacağından, bu işin uzaması halinde arkadaşları arasında kargaşa olacağından geri kalanları sürgün etmesini işaret buyurdu. O da geri kalanları Medayin’e sürdü. (el Firak Beynel Firak s.15)

24-
İbni Hazm (t.456 h.) diyor ki: İslamiyet’te Allahü teâlâdan başkasına ilahlık isnat edenlerin başı melun el Humeyri Abdullah bin Sebe ve arkadaşlarıdır. Sebeciler Hazret-i Ali’ye gelerek dediler ki: O sensin! Hazret-i Ali onlara dedi ki O kim? O sensin, Sen Allahsın dediler. Hazret-i Ali ateş hazırlatarak onları yaktı. (Fasıl fil Milel ve Nihal 4/186)

25-
El Esfarayani (t.471 h.) diyor ki: İbni Sebe, fitnesinin başında Hazret-i Ali’nin Peygamber olduğunu söyledi, sonrada onun ilah olduğunu iddia etti ve herkesi buna davet etti. (el Tabsira fiddin s.108)

26-
Şehristani (t. 548 h.) Milel ve Nihal (2/116, 155) kitabında, İbni Sebe hakkında şöyle der: (Diğer taşkın gruplar da, [yani eshab-ı kiramı kötüleyip dil uzatanlar, Hazret-i Ali’ye peygamberlik, ilahlık isnat edenler], İbni Sebe’nin kollarıdır, [yani hepsinin kaynağı ibni Sebe’dir].) Diğer bir yerde de şöyle der: (Hazret-i Ali’nin nasla imam olacağını ilk ortaya atan İbni Sebe’dir.)

27-
Sem’ani (t. 562 h.) diyor ki: Sebeciler, Abdullah bin Sebe’ye uyanlardır. (Enseb 7/24)

28-
İbni Asakir (t. 571 h.) Tarihinde (3/29) İbni Sebeyi şöyle anlatır: Sebeciler Abdullah bin Sebe’ye tâbi olanlardır ve onlar Rafizilerin taşkınlarıdır, aslı da Yemen’li Yahudi idi, müslümanlığını ilan etti.

29-
Neşvan el Humeyri (t. 573 h.) diyor ki: Sebeciler Ali’nin ölmediğini söylediler, Yeryüzü zulümle dolduğu gibi adaletle de dolmadan ölmeyecektir ve insanları kıyametten önce tek dine döndürecektir dediler. (Hivarul Ayn s.154)

30-
Fahrettin el Razi de (t. 606 h.) İtikâdet Firak el Müslimin vel Müşrikin kitabında (s.57 ) Hazret-i Ali’nin Sebecileri yaktığını vurguluyor.

31-
İbni Esir (t. 630 h.) Ellubab kitabında (s.2/98) diyor ki: Sebeciler Abdullah bin Sebe’nin yolundadırlar. Yine Kâmil kitabında (3/114,144, 147, 154 ve diğer sayfalarda da) Taberi’nin rivayetlerinin senetlerini pek meşhur olduğu için kaldırıp sadece haberleri bildirmektedir.

32-
Es Sekseki (t. 683 h.) el-Burhan kitabında diyor ki: (Öldükten sonra tekrar dünyaya geri dönme bozuk fikrini ilk önce İbni Sebe ve adamları söylemiştir.)

33-
İbni Teymiye (t. 727 h.) diyor ki: (Rafiziliğin asıl kaynağı zındık münafıklardır. Bu bid’ati ilk olarak zındık İbni Sebe çıkarmıştır. Hazret-i Ali’nin nasla imam ve onun masum olduğunu söyleyerek çok taşkınlık göstermiştir.) Mecmu’ul Fetava (4/435) ve Minhec’ul Sünnetül Nübeviyye kitabının bir çok sayfalarında böyle taşkınlıklarını ve zındıklığını yazmaktadır.

34-
Abdullah bin Sebe’nin adı, el Ma’laki (t. 741 h.)’nin Temhid vel Beyan kitabında (s. 54) şöyle geçmektedir: (h. 33 senesinde Hazret-i Osman’a karşı bir grup yürüdü. Bu grupta Malik el Eşter, Esved bin Zeyd ve İbni Sevda lakabıyla bilinen Abdullah bin Sebe vardı.

35-
Zehebi (t.748 h.) el Muğni fid Duafa kitabında (1/339) Ve Mizan (2/426)’da şöyle yazmaktadır: (Abdullah bin Sebe Şianın taşkınlarından ve sapıtmış ve sapıttırandır.) Bu sözün aynısı İslam Tarihi (2/122-123)’nde de geçmektedir.

36-
Essafidi (t.764 h.) el Vafi bil Vefiyyet kitabında (17/20) İbni Sebe’yi anlatırken diyor ki: (Abdullah bin Sebe, Sebecilerin başıdır. Hazret-i Ali’ye sen ilahsın dedi, onu Medayin’e sürdü. Hazret-i Ali öldürüldüğü zaman onun ölmediğini, çünkü onun bir kısmı ilahtır, İbni Melcem’in öldürdüğü Hazret-i Ali değildir, onun suretine giren şeytanı öldürmüştür dedi. Ali’nin bulutlar arasında olduğunu, Gök gürültüsünün onun sesi, Şimşeğin onun kamçısı olduğunu, daha sonra da yere ineceğini iddia etti.

37-
İbni Kesir (t. 774 h.) diyor ki: İnsanların Hazret-i Osman’a karşı yürümesine sebep, İbni Sebe’nin ortaya çıkarak, gittiği yerlerde özellikle Mısır’daki insanları yalan sözler ile ayaklandırması olmuştur. (Bidaye ve Nihaye 7/183)

38-
Kermani’nin (t. 786 h.) Firak el İslamiyye (S.34 ) kitabında diyor ki: Ali radıyallahü anh şehit edildiğinde İbni Sebe onun ölmediğini iddia etti ve onda Allah’tan bir cüz vardır dedi.

39-
Şatibi (t.790 h.) el İ’tisam kitabında (2/197) şuna işaret ediyor: Sebeiyye bid’ati, itikadi bid’at olup küfürdür. Çünkü Allahü teâlâ ile beraber bir ilahın varlığına inanan bozuk bir itikaddır. Bu bid’at diğer bid’at sözlerden farklıdır.

40-
Ebil İz El Hanifi (t. 792 h.) Şerh el akidetü et-Tahaviyye kitabında (s.578) şöyle demektedir: Pavlusun hristiyan dinine yaptığı yani onu bozduğu gibi Abdullah bin Sebe de İslam dinini bozmak için Müslüman göründü.

41-
Cürcani (t. 816 h.) Tarifat kitabında Abdullah bin Sebe’yi şöyle tanıtıyor: O Sebecilerin başı idi. Arkadaşları gök gürültüsünü duyduklarında, (selam sana emiril müminin) derler.

42-
Mukrizi (t.845 h.) el Hutat (2/356-357) kitabında diyor ki: (Hazret-i Ali zamanında tenasüh, geri dönme ve vasiyet sözünü Abdullah bin Sebe söylemiştir.)

43-
Hâfız bin Hacer (t. 852 h.) Lisanil Mizan (3/290) kitabında İbni Sebe’nin haberlerini Seyf bin Ömer dışındaki ravilerden bildirmiş olup şöyle der: (Abdullah bin Sebe’nin haberleri tarih kitaplarında meşhurdur, tek bir rivayet değildir.)

44-
El Ayni (t. 855 h.) Akdul Ceman kitabında (9/168) diyor ki: (İbni Sebe Mısır’a geldi ve emr-i maruf yapıyor gözükerek yani kendini dindar göstererek Mısırlıların kalblerine bozuk fikirlerini bunun yanında tekrar geri dönme inancını yerleştirdi.)

45-
Suyuti (t. 911 h.) Lubbul Elbab fi tahrirul Enseb kitabında (1/132) şöyle demektedir: Sebeciler, Abdullah bin Sebe’nin yolunda oldukları için (Sebeci)ler diye adlandırılmışlardır.

46-
Sefarani (t.1188 h.) Levamiul Envar kitabında (1/80) diyor ki: Şia fırkasının içine Sebeciler de girer. Sebeciler Hazret-i Ali’ye sen gerçekten ilahsın diyen Abdullah bin Sebe’yi takip edenler, onun yolunda gidenlerdir. Hazret-i Ali bu sözü söyleyenlerden eline geçirdiğini yakarak cezalandırdı.

47-
Zübeydi (t.1205 h.) şöyle haber vermektedir. Ferve bin Müsk el Muradi’nin rivayet ettiği hadiste geçen kişi taşkın Sebecilerin başı olan Abdullah bin Sebe’nin babasıdır. (Tacul Arus 1/75-76).
Zübeydinin bu sözü doğru değildir. Ferve bin Müsk’in hadisi de onun bu iddiasını red eder. Onun dediği gibi olmadığını görmek için, Sünen Ebu Davud (3373) nolu hadisine ve Tirmizi’nin (3220) nolu hadisine ve Sebe suresinin tefsirine bakınız. Hadiste bunun hakkında geniş bilgi vardır. Hadiste geçen Sebe araplardan biridir. On tane oğlu oldu, altısı Yemen’e dördü de Şam’a yerleşti. Onlar Arap kabilelerinin ecdatlarındandır. Buradan da anlaşılıyor ki Sebe çok eski Arap soylarından biridir. Sebecilerin başı olan Abdullah bin Sebe’nin babası ile ilişiği yoktur.

48-
Abdul Aziz bin Veliyullahil Dehlevi (t. 1239 h.) Muhtasaril Tuhfe el İsne Aşeriyye kitabında (317) İbni Sebe hakkında şöyle buyurmakta: İslamda en büyük musibetlerden biri de o zamanda Yahudi iblislerinden bir iblisin müslümanların dini bilgisi az olanlarına musallat olmasıdır. Kendisini müslüman olarak gösterdi, dini ve müslümanları kayırdığını, sevdiğini iddia etti. Bu şeytan San’alı Yahudi Abdullah bin Sebe idi, İbni Sevda diye adlandırılırdı, davasını sinsice, tedrici olarak ve akıllıca yayardı.

Ulemanın sözlerinden bu kadarını toplamak müyesser oldu, bunlardan başkaları da çoktur, hepsi de Yahudi Abdullah bin Sebe’nin hayal değil bir gerçek olduğunu göstermektedir. Öncekilerin eserleri ile yetinmemizin sebebi, olaylara zaman olarak bizden daha çok yakın olmaları dolayısıyla bizlerden daha iyi bilmeleri ikinci olarak da onların günümüzde bulunmayan yok olan kitaplara bakabilmiş olmalarıdır.

Yine muasır bilim adamlarından böyle bir şahsın varlığını kabul edenler de çoktur. Bu konuda daha geniş bilgi almak isteyenler. Dr. Ahmet bin Abdullah bin İbrahim el Zağibi’nin El unsuriyye tul yahudiyye ve âsaruhe fil müştemal islami vel mevkıf minha kitabına (2/530-531) bakabilirler. İbni Sebe’nin varlığını kabul eden bir çok muasır ilim adamlarına yer vermiştir.

Şia’dan ibni Sebe’nin varlığını kabul edenler:
1-
Taberi, Ebi Muhnif (Lut bin Yahya) (t.157 h.)’dan naklen diyor ki: Meakal bin Kays el Riyahi (Hazret-i Muaviye’nin Kufe valisi olan El Mugıre bin Şu’abe’nin) Harici El Mustevrid bin Alfa ve adamları ile savaşması için görevlendiği zat olup, iftiracı, yalancı ve Sebecidir. (Tarih Taberi 5/193)

2-
Dr. Ahmet bin Abdullah bin İbrahim el Zağibi’nin El unsuriyye tul yahudiyye kitabında (2/528) Esfahani (t. 283 h.) İbni Sebe’nin var olduğunu bildiriyor.

3-
El Naşi el Ekber de (t. 293 h.) Meseil el İmame (s. 22-23) kitabında şöyle bildiriyor: (Bir grup, Ali radıyallahü anhın ölmediğini, diri olduğunu, Arapları sopasıyla sürmedikçe (yola getirmeden de) ölmeyecektir dedi. İşte bunlar Abdullah bin Sebe’nin arkadaşları olan Sebecilerdir, Abdullah bin Sebe ise San’alı Yahudi idi ve Medayin’de ikamet etti.)

4-
El Kami (t. 301 h.) Mekalet ve Firak (s. 20, Tahran 1973 m. Dr. Muhammed Cevad Meşkür Feyruvi tahkik etmiştir) kitabında haber veriyor: Sahabeye ve Ebu Bekir’e, Ömer’e ve Osman’a ilk uygunsuz söz söyleyen, onları kötüleyen ve onlardan teberri eden Abdullah bin Sebedir. Ve bunları kendisine Hazret-i Ali’nin emrettiğini iddia etti. (Hazret-i Ali’nin ölüm haberini getirene şöyle dediler: Yalan söylüyorsun Allah’ın düşmanı, bize onun beynini getirsen, öldüğüne yetmiş şahit bulundursan sana yine inanmayız ve yine de onun ölmediğini ve öldürülmediğini ta ki Arapları çomağıyla idare ve hüküm etmeden ve yine yeryüzünü tamamen hükmü altına almadan ölmeyecektir.)

5-
Nubahti de (t. 310 h.) Firak el Şia kitabında (s. 23) İbni Sebe’nin haberlerini anlatıyor. (İbni Sebe Hazret-i Ali’nin ölüm haberini alınca, haberciye şöyle dedi: Yalan söylüyorsun Allah’ın düşmanı, bize onun beynini getirsen, öldüğüne yetmiş şahit bulundursan sana yine inanmayız. O ölmedi ve öldürülmedi, ta ki Arapları çomağıyla idare ve hüküm etmeden ve yine yeryüzünü tamamen hükmü altına almadan ölmeyecektir.)
(S. 44) de diyor ki: Hazret-i Ali aleyhisselamın arkadaşlarından ilim ehli bir grup şöyle dedi: Abdullah bin Sebe Yahudi asıllı idi sonra müslüman oldu ve Hazret-i Ali’nin taraftarı oldu. Yahudi iken de o Yuşa bin Nunun Hazret-i Musa aleyhissalamın yerine geçecek vasidir derdi. Aynı taşkınlığına Peygamber sallallahü aleyhi vesellemin vefatından sonra müslüman olunca da devam etti. Yine ilk önce Hazret-i Ali’nin imametinin farz olduğunu, düşmanlarından beri olduğunu o söylemiştir.
Nubahti diyor ki: İşte bunun içindir ki şiaya muhalif olanlar diyor ki: (Rafiziliğin aslı (esasları) Yahudilikten alınmıştır.)

6-
Ebu Hatim el Razi (t. 322 h.) El zine fil Kelimatil İslamiyye kitabında (s.305) diyor ki: Abdullah bin Sebe ve onun söylediğini söyleyen Sebeciler Hazret-i Ali’nin ilah olduğunu ve ölüleri dirilttiğini iddia ederlerdi.

7-
El Keşi de (t. 340 h.) Rical kitabında (s. 98-99, Kerbala matbuat el Ealemi baskısında) Ebu Cafer Muhammed Bakır senediyle rivayetinde diyor ki: Abdullah bin Sebe kendisinin Peygamber olduğunu ve Emiril müminin – aleyhisselam- de (Hâşâ Allah olduğunu iddia ederdi.)
Aynı kitabta (s. 70, 100) bu sözlere benzer sözleri ile Cafer Sadık ve Ali bin Hüseyinden rivayetler vardır. Bu rivayetlerde Abdullah bin Sebe’yi lanetliyorlar.
(Hazret-i Emire böyle söylediği ulaşınca, hemen çağırtır ve böyle söyleyip söylemediğini sorar ve itiraf eder der ki: Evet o sensin, benim kalbime senin Allah olduğun ve benim de Peygamber olduğum vahyoldu. Hazret-i Emir şöyle der: Kahrolasın, şeytan seninle alay etmiş, Anan seni kaybetsin (Allah canını alsın) hemen bunlara tevbe et dedi. Kabul etmedi bunun üzerine onu üç gün tevbe etmesi için hapis etti, ama o tevbe etmeyince de onu yaktı.) [Onu değil arkadaşlarını yaktı, ibni Sebe’yi Medayin’e sürdü.]

8-
Ebu Cafer Saduk bin Babuvi el Kami (t. 381 h.) Men la Yahdurhül Fıkıh (10/213) kitabında diyor ki: Abdullah bin Sebe, Hazret-i Ali’ye ellerini göğe kaldırarak dua etmesi hususunda itiraz etti. [Galiba, Sen tanrısın, böyle niye dua ediyorsun demek istedi.]

9-
Şeyh el Mufiyd (t. 413 h.) Şerh Akaidil Sudur (s. 257) kitabında diyor ki: Müslüman görünenlerden taşkınlar, Hazret-i Ali’ye ve zürriyetine Peygamberlik ve ilahlık isnat edenler için, Emiril müminin Hazret-i Ali yakılarak öldürülmeleri hükmünü verdi.

10-
Ebu Cafer el Tusi (t. 460 h.) Tehzibul Ahkam kitabında (2/322) diyor ki: İbni Sebe kâfir oldu ve taşkınlık gösterdi.

11-
İbni Şehri Aşub’un (t. 588 h.) Menakibi âli Ebi Talib kitabında (1-227-228) ibni Sebe’den bahsedilmektedir.

12-
İbni Ebil Hadid (t. 655 h.) Şerh nehcül Belaga (2/99) kitabında diyor ki: Emiril müminin –Aleyhisselam- öldürüldükten sonra İbni Sebe uygunsuz fikir ve sözlerini aşikâre ifade etti ve kendine taraftar edindi.

13- Hasan bin Ali el Hilli
(t. 726 h.) Rical kitabında (2/71) İbni Sebe’nin zayıflardan olduğunu, yani güvenilir olmadığını bildirmektedir.

14-
Şii Zeydi imamlarından İbnil Murteda (t. 840 h.) diyor ki: Şiiliğin kaynağı İbni Sebe’dir, çünkü nasla imamlığı meydana çıkaran odur. (Tacul Arus s. 5-6)

15-
Erdibili (t. 1100 h.) Cami ul Rivat kitabında (1/485) diyor ki: Melun taşkın İbni Sebe Hazret-i Ali’nin ilah ve peygamber olduğunu iddia ederdi.

16- El Meclisi
(t. 1110 h.) Bahrul Envar elcamiatü lidürari Ehbaril Eimmetül Ethar kitabında (25/286-287) ibni Sebe’den bahsetmektedir.

17- Nimetullah El Cezairi
(t. 1112 h.) Envarul Numaniyye kitabında (2/234) diyor ki: Abdullah bin Sebe Hazret-i Ali’ye radıyallahü anh sen gerçekten ilahsın dedi. Bunun üzerine onu Medayin’e sürgün etti. Denildi ki o Müslüman olmadan önce yani yahudi iken de, Yahudi dinindeki Yuşa bin Nuna, Musa’nın vasisi derdi, Hazret-i Ali’ye dediği gibi.

18- Tahir El Âlimi
(t. 1138 h.) Miratül Envar ve Mişketül Esrar fi Tefsirul Kur’an (s. 62) mukaddemesinde ibni Sebe’den bahsetmektedir.

19- Memakani
(t. 1323 h.) Tenkihul mekal fi ehvalir rical kitabında (2/183) kendinden önceki Şii kaynaklarından bildirdiği birkaç nakiller içinde de İbni Sebe’nin adı geçmektedir.

20- Muhammed Hüseyn el Muzferi
(t. 1369 h.) İbni Sebe’nin varlığını inkâr etmeyen muasır şialardandır. Ancak şiilerin onunla bir ilişkisi olmadığını söylüyor. (Tarih el Şia s.10)

21- El Havanseri
de Ravdatül Cinan (3/141) kitabında, İmam Cafer Sadık’ın İbni Sebe’yi yalan ve sahtekârlığından dolayı lanetlediğini bildiriyor.

İbni Sebe’nin varlığını inkâr edenler:
1-
Abdullah bin Sebe’nin varlığını inkâr edenlerin başında Taha Hüseyin gelmektedir. (Fitnetil Kübra s.90-132) Taha Hüseyinin hanımının ve sekreterinin Hristiyan olduğunu ve Paris’te kendisinin de Hristiyan olduğunu hatırlatmakta fayda var.

2-
Dr. Ali Sami el Neşşar da, İbni Sebe adında bir kimse yoktur, hayali biridir dedi. (Neş’etül Fikril Felsefi fil İslam 2/38-39)

3-
Dr. Hamid Hanefi Davud, İbni Sebe’nin şahsiyeti hakkında yazılan Şii kitaplarının etkisi altında kalarak onun varlığını inkâr edenlerden biridir. Şöyle ki (Abdullah bin Sebe ve başka efsaneler) kitabının mukaddemesinde diyor ki: (Son olarak da bu kitabın sahibi Seyyit Murteda el Askeri’nin kitabından hoşlandığımı bildirmekten mutluluk içindeyim.) Abdullah bin Sebe hakkındaki görüşünü ise şöyle açıklamaktadır: (Tarihi hataların ve iftiraların en büyüklerinden biri de Abdullah bin Sebe hikayeleridir. Araştırmacılar ipin ucunu kaçırmış ve işin iç yüzü karanlık olduğundan, anlayamadıkları için Şii âlimlerine yapılan iftiraların farkında olamadılar. (1/18-21) Yine kitabında diyor ki: (İslam davası çerçevesinde şiacılık tabii bir görünümdür) (s.18)

4-
Dr. Muhammed Kamil Hüseyin (Fatımı Mısırın Edebiyatı) kitabı (s. 7)

5-
Abdul Aziz el Helabi Abdullah bin Sebe isimli kitabında (s. 73) şöyle demektedir. Şahsiyeti bilinmeyen varlığı şüpheli olan İbni Sebe’nin varlığını inkâr etmek gerekir.

6-
Yukarıda İbni Sebe’nin varlığını inkâr edenlerin tilmizlerinden olan, Şii Mezhepli Prof. Hasan bin Ferhan el maliki de İbni Sebe’yi ve çıkardığı fitneleri inkâr etmektedir. (Müslümün Gazetesi, Sayı 657, 658)

7-
İbni Sebe’nin varlığını inkâr edenlerden biri de Dr. Cevad Ali’dir. el Mecmeul İlmi El Iraki Mecellesinin altıncı cilt (s. 84, 100) Abdullah bin Sebe başlıklı makalesine bak. Yine Mecelletül Risale (sayı 778 s. 609-610)’ye bakabilirsiniz.

8-
Dr. Muhammed Amare de Mutezile ve mürcie fırkalarını desteklemektedir. El Hilafetü ve neş’etül ahzabül islamiyye kitabında (s. 154-155) diyor ki: Bir çok tarihi kaynaklar ve islami düşünce (!) bu kadar büyük çalışmaları ve uydurma uğraşları İbni Sevda’ya dayandırmaktadır. Yine diyor ki: (İbni Sebe’nin varlığını farz edelim...) ve buna benzer sözleri.

9-
Dr. Abdullah El Semirai el guluv vel firakil gali’ye fil hadaratil islamiyye kitabında (s. 86) İbni Sebe’nin varlığını inkâr etmekle beraber İbni Sebe’nin fikirlerinin var olduğunu, bu fikirlere uyan insanların bulunduğunu söylemektedir.

Şia’dan ibni Sebe’nin varlığını inkâr edenler:
1-
Muhammed El Hüseyin Keşif el Gata (Asluş Şia ve Usulihe) kitabında (s.61) diyor ki: Abdullah bin Sebe, Mecnun Beni Amir ve Ebu Hilal gibi romancıların insanların boş vakitlerini meşgul etmek için uydurdukları hurafelerdir.

2-
Murteda El Askerinin bu konuda iki kitabı var, İbni Sebe’nin varlığının tamamen asılsız olduğunu söylüyor. Abdullah bin Sebe hakkında en çok konuşan kişi budur. Birinci kitabının başlığı (Abdullah bin Sebe)dir. Bu kitabında hicri ikinci asırdan itibaren bu konuda yazan tarihçilerin ve müsteşriklerin yazılarını araştırmaktadır. İkinci kitabı ise şu başlıktadır: (Abdullah bin Sebe ve Diğer Efsaneler)

3-
Muhammed Cevad Mugniye, Murteda el Askerinin Abdullah bin Sebe ve Diğer Efsaneler kitabının önsözüne yazdığı yazıda İbni Sebe’nin varlığını inkâr etmektedir.

4-
Dr. Ali el Verdi, Vaazüsl Selatin kitabında (s. 273-276) diyor ki: (Bana öyle geliyor ki İbni Sebe baştan sona kadar çok iyi işlenmiş ve tasvir edilmiş bir hikayedir.) Ali El Verdi, İbni Sevda’nın Hazret-i Ammar bin Yasir radıyallahü anh olduğunu diyen kişidir. (s. 378)

5-
Abdullah el Fayad, Tarihül İmamiyye ve Eslafihim mineş Şia kitabında (s. 95) diyor ki: İbni Sebe gerçek olmaktan daha fazla hayale daha yakındır.

6-
Dr. Kamil Mustafa El Şeybi (El Sıla beyne el Tasavvuf vetteşyi) kitabında (s. 41), Dr. Ali el Verdi’nin iftirasına uymuştur. Yani o da, Ammar bin Yasirin İbni Sevda olduğu (s.88) fikrindedir.

7-
Talip el Rifaı (etteşyi zahiratün tâbiiyye fi itarid davetil islamiyye) kitabında (s. 20) ibni Sebe’nin varlığını kabul etmemektedir.

İbni Sebe’nin şahsiyetini inkâr etmek, bu yeni şii araştırmacıların sanki ortak hedefidir. Bunun nedeni de, şii inancına Yahudiliğin tesirinin olmadığını göstermektir. Ama nerde, güneş balçıkla hiç sıvanır mı?

Dr. S’adi el Haşimi’nin İbni Sebe hakikattir hayal değildir kitabında (s. 76) yer alan şu makalesi hoşumuza gitti, orada diyor ki:
Tarihi Şii kitaplarından nakil edilen açık naslarda da Yahudi İbni Sebe’nin gerçek biri olduğu kayıtlıdır. Bu konuda inkâra giden şiiler kendi kitaplarını kötülemiş olurlar. Çünkü bu kitaplarda masum imamlarının Yahudi ibni Sebeye lanet ettiğini nakil ediyorlar. Kendi inançlarına göre masum olan imamlarından, gerçek olmayan yani hayali bir insana lanet etmek, o şahıs hakkında bilgi vermek, masum imamların yalan söylemesi, iftira etmesi demek olur ki, bu da kendi inançlarına göre caiz değildir.

Müsteşriklerden ibni Sebe’nin varlığını bildirenler:
Müsteşrikler Abdullah bin Sebe’nin haberleri üzerinde çok araştırma yapmışlardı. Bu kindâr İslam düşmanlarının, ibni Sebe’nin varlığını isbat etmelerine ihtiyacımız yok, ancak burada yer vermemizin nedeni, bazıları gayrimüslimlerin sözlerine çok kıymet vermektedir, onlar için belki faydası olur diye yazıyoruz:

1-
Alman Müsteşrik Yulyus Felhevzin (1844-1918 m.) diyor ki: Sebecilerin meydana çıkışı Ali ve Hüseyin dönemlerinde olmuştur. İsminden de anlaşılıyor ki Sebeciler Yemen’li Abdullah bin Sebeye bağlı olanlardır. (El havaric veş Şia s.170-171)

2-
Müsteşrik Fan filuvtin (1866-1903 m) de Sebecilerin başının Abdullah bin Sebe olduğunu ve ona bağlı olduklarını söylemektedir. Ve yine diyor ki: (Sebeciler, Abdullah bin Sebe taraftarı ve yardımcılarıdır. Bunlar Osman zamanından beri hilafetin Ali’nin hakkı olduğunu söyleyenlerdir. Yine bunlar Ali ve haleflerine ilahın tecessum ettiğine inanırlar.) (Essiyadetül arabiyye veş şia vel israiliyet fi ahdi beni Umeyye s. 80)

3-
İtalyan Müsteşrik Keyetani (1869-1926 m.) diyor ki:
(İbni Sebe gerçektir. h. 33-35 senesinde olan olayların içindedir. (Havali’yet İslam, sekizinci cüz)

4-
Müsteşrik Lifi Dilafide (d. m.1886), Melazeri’nin Ensebul Eşraf kitabından alarak diyor ki: (.....Abdullah bin Sebe’ye uğrar ve Ali’nin hilafeti hakkında konuşurdu.)

5-
Alman Müsteşrik İsrael Feridlander, Aşuriyye mecellesinin iki sayısında da (1909 yılı s. 322 ve 1910 yılı s. 23) Abdullah bin Sebe Şiiliği kurandır ve Aslı Yahudidir başlığı altında 80 sayfayı aşan araştırmasını şöyle özetler: İbni Sebe’nin varlığı hususunda kesinlikle şüphe yoktur.

6-
Macar Müsteşrik Culd Tesihir (m. 1921) diyor ki: Ali’nin ilahlığını söyleyen, abartan, büyüten kişi Abdullah bin Sebedir. (El akidetü ve şeriatü fil islam s. 205)

7-
Rinold Neklis (m. 1945) diyor ki: (Abdullah bin Sebe, Sebeci fırkasının kurucusudur. Yemen’in San’a sakinlerinde idi. Hakkında Yahudi olduğu ve Osman zamanında müslüman olduktan sonra gezgin vaiz olduğu söylendi.) (Tarihul edebul arabi, s.215)

8-
Davit M. Runlidis diyor ki: (Taberinin dediği gibi Osman döneminde Abdullah bin Sebe adında biri vaiz olarak ortaya çıktı, müslümanların arasına bozgunculuk sokmak için İslam ülkelerini enine ve boyuna dolaştı ) (Akidetüş Şia s. 85)

9-
İngiliz müsteşrik Barnerd Luis de Şiiliğin temeli olarak Abdullah bin Sebeyi görmektedir. (Usulul İsmailiyye s. 86)

Abdullah bin Sebe konusunda bazı önemli müsteşrik kitapları bunlardır, daha başkaları da çoktur. Daha geniş bilgi için Dr. Süleyman el Avde’nin Abdullah bin Sebe eseruhu fi ahdesil fitneti fi sadril İslam kitabına (s. 73) bakınız.

Müsteşriklerden çok azı İbni Sebe’nin varlığını inkâr etmektedir, nedeni de şu iddialarıdır:
1- Çıkan fitneler eshabın kendi aralarında işlemiş olduğu hatalardır, bu fitneleri ve hataları Yahudi ve Zındıklara atmaları müslüman tarihçilerin sahabeyi savunma yöntemidir.

[Müslüman tarihçilerin eshab-ı kiramı savunmak için bu yola başvurmalarına hiç ihtiyaçları yoktur. Çünkü onları Allahü teâlâ savunmaktadır. Kur’an-ı kerimde (Hepsine Cenneti söz verdim, onlar benden razıdır ben de onlardan razıyım) diye defalarca buyurmaktadır. [Hadid 10, Nisa 95, Tevbe 100, Âl-i İmran110, Feth 18]
Tarihçiler savunsa ne olur, savunmasa ne olur!]

2-
Sahabe arasında tahripçilerin gezmesine gerek yoktu. Çünkü, hırsları ve dünya sevgileri yüzünden her biri sulta’nın kendinde olmasını istiyordu. Bu sebeplerden ötürü planlı kasıtlı şekilde birbirleri ile savaştılar. [Kâfirlerin bu iddialarına da Allahü teâlâ cevap vermektedir:
(Eshabın hepsi, kâfirlere karşı çetin ve birbirlerine karşı merhametlidir.) [Feth 29]

3-
İslam dini sahabenin ahlakını bile düzeltememiş, Peygamber aralarından gider gitmez kısa bir zamanda birbirlerine girmişlerdir. İslam dini aralarını bulmaktan aciz kalmıştır. Demek ki İslam dini hak değildir, her zaman için geçerli olamaz.
[Kâfirlerin bu iddiasına da Allahü teâlâ cevap vermektedir:
(Ey ehl-i kitap, resulümüz [Muhammed aleyhisselam] kitaptan gizlediğiniz şeyleri açıklamak üzere geldi. Size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap geldi.) [Maide 15]

(Allah, Resulünü, hidayet ve hak din, İslamiyet’le gönderdi. İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselamın hak] Peygamber olduğuna şahid olarak Allah yeter.) [Feth 28]

(Müşrikler istemese de, İslam dinini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resulü Muhammed aleyhisselamı,
[sebeb-i hidayet olan] Kur'an ve İslam dini ile birlikte gönderen Allah’tır.) [Saf 9]

(Allah indinde hak din ancak İslam’dır.)
[A.İmran 19] (Sizin için din olarak İslam’ı beğendim.) [Maide 3] (Kim İslam’dan başka din ararsa, bilsin ki, bulacağı o din, asla kabul edilmez.) [A.İmran 85]

Bazı inkârcıların ibni Sebe’yi inkâr etmelerinin nedeni
Birinci olarak diyorlar ki:
(İnsanlar arasında ibni Sebe’nin haberlerinin yayılmasında tek kaynak Taberi’dir ve bu haberlerin tamamı Seyf bin Ömer’in rivayetlerine dayanmaktadır. Dolayısıyla İbni Sebe’nin haberleri tek bir kaynaktandır. Cerh ve Tadil âlimleri Seyf’in zayıf biri olduğunu söylemişlerdir.)

Buna cevap üç kısım olacaktır:
A) İbni Sebe hakkında ki haberlerin tek kaynak Taberi olması ve bu haberlerin tamamının Seyf bin Ömer’in rivayet etmesi
CEVAP

Bu şüphe geçersizdir. Çünkü Seyf’den tek rivayet eden Taberi değildir. Seyf’ten bazı rivayetler vardır Taberi’de bu rivayetler yoktur. Örnek:
1- İbni Asakir yoluyla (t. 871 h.) kendi Tarih kitabında (29//9) Seyf bin Ömer’den rivayet var Taberide yoktur.
2- Maliki (t. 741 h.) yoluyla Temhid ve Beyan kitabında (s. 54) Seyf bin Ömer’den rivayet var Taberi de yoktur.
3- Zehebi yoluyla (t. 748 h.) İslam Tarihi kitabında (2/122-123) Seyf bin Ömer’den rivayet var, yine bu rivayet de Taberide yoktur.
Bu üç yolla gelen rivayetler gösteriyor ki: İbni Sebe hakkındaki haberleri veren Seyf bin Ömer’in bildirdiği rivayetleri sadece bildiren Taberi değildir. Demek ki bu haberlerin tek kaynağı Taberi değildir.

B) İbni Sebe hakkındaki haberlerin kaynağı sadece Seyf bin Ömer olması
CEVAP

Bu şüphe de doğru değildir. Bazı rivayetler vardır ki Seyf, senetlerinde yoktur. Araştırmalarımızda gördüğümüz şudur ki İbni Sebe hakkında ki rivayetlerin kaynağı tek Seyf bin Ömer değildir. Burada birkaç nassı İbni Asakir’den bildireceğiz, hiçbirinin senedi Seyf bin Ömer’e dayanmıyor. İbni Asakir’in tarihini bizzat seçmemizin nedeni ise, Taberi’de olduğu gibi, bildirdiği haberleri rivayetlerine dayandırmasıdır.
Birincisi: İbni Asakir’in zikrettiği ve senedini el Şabi’ye dayandırdığı haberdir. Dedi ki: İlk Allah’a yalan söyleyen Abdullah bin Sebe’dir.

İkinci rivayet:
İbni Asakir’in senediyle Ammar el Dehni’ye dayandırdığı haberde diyor ki: Eba el Tufeyl’den duydum diyor ki: Ali minberdeyken Müseyyib bin Necbe’nin İbni Sevda’yı getirdiğini gördüm, Ali buyurdu ki: Onun suçu ne? Dedim ki: Allah’a ve resulüne yalan söylüyor.

Üçüncü rivayet:
İbni Asakir’in senedi ile Zeyd bin Vehb’e dayandırdığı haberde diyor ki: Hazret-i Ali buyurdu ki: Ben bu siyahiden beriyim.

Dördüncü rivayet:
İbni Asakir’in Şu’be senediyle, o da Seleme’den naklen diyor ki: Seleme dedi ki:
Eba el Za’radan duydum o da Hazret-i Ali’nin şöyle dediğini bildirdi: Bu siyah yağ küpünden ben beriyim.

Beşinci rivayet:
İbni Asakir’in Şu’be senediyle o da Seleme bin Kehil o da Zeyd’den naklen dedi ki: Ali bin Ebi Talip buyurdu ki: Abdullah bin Sebe’yi kast ederek - Ben bu siyah yağ küpünden beriyim - çünkü o Ebi Bekir ve Ömer hakkında ileri geri konuşuyordu-

Altıncı rivayet:
İbni Asakir’in senediyle Seleme bin Kehil o da Haciyye bin Adıy el Kendi’den naklen dedi ki: Hazret-i Ali’yi minberde gördüm şöyle buyuruyordu: Şu Allah ve Resulüne yalan söyleyen siyah yağ küpünü -İbni Sevda’yı kast ediyor- cezalandırmamda beni kim mazur görmezki! Bunu öldürdüğüm için bazı kimseler beni kınamayacak olsa, Nehr ahalisinin kanlarına benim sebep olduğumu iddia ettikleri gibi bunlardan bir tepe oluştururdum. [Bunların hepsini öldürür, üstüste koyardım.]

Yedinci rivayet:
İbni Asakir’in senediyle Ebu Ahvas o da Mugireden o da Semmak’dan naklen dedi ki: Ali, İbni Sevda’nın Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer’in üstünlüğü hakkında ileri geri konuştuğunu duyunca hemen onu çağırdı bir de kılıç istedi. [Öldürmekten vazgeçti] Onunla konuştu ve benim bulunduğum şehirde bulunmayacaksın dedi. Medayin’e sürgün etti. İbni Asakir, Tarih Dimaşik (29/7-10)

C) Seyf bin Ömer’in Cerh ve Tadil âlimlerince zayıf bilinmesi

Seyf bin Ömer muhaddis olarak:
Nesai, fidduafe vel metrukin kitabında (s. 14) (Seyf bin Ömer el Dabi zayıftır), Ebi Hatim Cerh ve Tadil kitabında (2/278) Seyf bin Ömer hadisleri alınmaz, onun hadisleri Vakidi’nin hadisleri gibidir. İbni Muin de aynı kaynakta (2/278) Seyf’in hadisleri zayıftır. Zehebi de Kütübü sittede rivayetleri zayıf olanlar arasında zikredip, onun zayıf olduğunu İbni Muin ve başkaları bildirdi demekle yetinmiştir. İbni Hacer de Takrib kitabında (1/344) : (Seyf Hadisleri zayıftır.) İbni Hibban da Mecruhin kitabında (1/345): (Seyf bin Ömer el Dabi El Esedi Basra ahalisindendir. Zındıklıkla itham edilmiştir.

Yukarıda bildirilen Seyf bin Ömer’in Hadisci yönünden böyle olması, ama tarihçi olması yönünden nedir?

Şimdi burada ilim ehlinin sözlerini nakletmeden, Hadis rivayetçileri ile tarih rivayetçilerini birbirinden ayırmak lazım geldiğini arzetmek isteriz. Zira, birincisi üzerine hükümler ve ceza hukuku kurulur ve bu yönüyle dini hükümlerin oluşmasında direkt bağlantılıdır. Bu nedenle Ulema -rahimehümüllah- hadis ravilerinde bazı şartlar aramışlardır. Ama Tarih haberlerini veren habercilerde bu şartlar önemli ise de, biraz farklıdır. -Özellikle de bu haberler Sahabe ile ilgili ise- ancak tarih haberleri, Hadis gibi fazla incelenmez. Bu ölçüde de Seyf bin Ömer’in de Hadis ve Tarihçi yönlerini gözetmek gerekir. Bu konu hakkında geniş bilgi için Muhammed Emhazun’un Mevakiful sahabe fil fitne kitabına (1/82-143) bakınız.

Rical kitaplarına bizzat baktığımızda aşağıdakileri görürüz:
Zehebi fi Mizanil İ’tidal (2/255) de diyor ki: (Bilinçli bir tarihçi idi)
İbni Hacer
de fi Takribil Tehzib 81/344) diyor ki: (Tarihte senettir, dayanaktır.)

İbni Hibban’ın Zındıklık itham etmesine ise İbni Hacer Takrib (1/344)’de diyor ki: (İbni Hibbanın Ona karşı bu sözü kötü olmuştur.) Seyf’i delilsiz zındıklıkla itham etmek doğru değildir. Yoksa fitne hakkında ve sahabe arasında geçen sözlerini bildirdiği rivayetleri nasıl açıklarız, hadiseleri bildiren rivayetlerindeki üslubu zındıkların üslubundan çok uzaktır. Nitekim İbni Sebe gibi zındıkların örtülerini yırtıp açığa çıkarmıştır! Zındık olsaydı, bunu yapmazdı.

Durum böyle olunca, Seyfin rivayetlerini diğer habercilerin rivayetlerine mesela Ebi Muhnif, Vakidi, İbni El Kelbi gibi, tercih etmekte hiç kimse şüphe etmez. Çünkü Seyfin rivayetleri Sikalar tarafından doğru rivayetlerle insicamlı, uyumlu olması, daha ötesi o olayları görenlerden, kaynağından almış olmasıdır. Daha fazla bilgi için Dr. Hali’d bin Muhammed El Gays’in İstişhed Osman ve vakıatul Cemel rivayetü Seyf bin Ömer kitabına (s.19-40), Dr. Süleyman el Avde’nin Abdullah bin Sebe eseruhu fi ahdesil fitneti fi sadril İslam kitabına (s.104-110) bakınız.

İkinci olarak diyorlar ki: (İbni Sebe diye biri yoktu, gerçekte bu adla Ammar bin Yasir kast edilirdi.) Bu görüşlerini isbat için birkaç madde sundular bunlardan bazıları:
1- İbni Sebe, İbni Sevda olarak bilinirdi, yine Ammar’ın da künyesi İbni Sevda idi.

2-
Her ikisi de Yemen’den, Yemen asıllı Sebe bin Yeşcab soyundandır.

3-
Her ikisi de Hazret-i Ali’yi çok severlerdi, insanları Hazret-i Ali’ye biat etmeleri için teşvik ederlerdi.

4-
Ammar Mısır’a Hazret-i Osman zamanında gitti ve insanları ona karşı kışkırtıyordu, Aynısını İbni Sebe’nin de yaptığı söyleniyor.

5-
Osman, hilafeti hakkı olmadığı halde aldı sözü İbni Sebe’ye aittir. Şeri hak sahibi ise Hazret-i Ali’dir. Aynısını Ammar da diyordu.

6-
Cemel savaşında barış uğraşlarını ikisi de engellemeye çalışıyorlardı.

7-
Ebu Zeri Osman’a karşı kışkırtan İbni Sebe’dir dediler.
CEVAP
Bu iddiaları, iddia sahibinin cahil olduğunu gösterir. Bu iddialarını, Şianın kendilerince güvenilir Cerh ve Tadil rical kitapları red eder. Bu kitaplar Ammar bin Yaseri radıyallahü anh Hazret-i Ali’nin taraftarlarının arasında anıyor ve Ammar şianın yanında dört erkandan (esastan, temelden) biridir diyor. Sonra başka bir yerde de Abdullah bin Sebe lanetlenmekte ve sövülmektedir. (Rical El Tusi s. 46, 519) (Rical El Hali s. 255, 469)

İki şahsı bir şahıs kabul etmek hiç mümkün mü?

Hazret-i Osman zamanında ikisinin de Mısır’a gitmesi doğrudur. Ancak ne zaman gittiklerini tarih kitaplarında araştırdığımızda İbni Sebe’nin varlığını inkâr edenlerin aksine şöyle olduğu anlaşılır ki bu da her iki şahsın farklı şahıslar olduğunu gösterir. Çünkü Taberi de (4/241) bildirildiği gibi Ammar Mısır’a Hazret-i Osman tarafından (h. 35) senesinde gönderilmiştir. İbni Sebe’nin Mısır’da görünmesi (h. 30) senesindedir. Her iki haberi de Taberi vermiştir. Yine Taberi şöyle demektedir: Ammarı Hazret-i Osman’a karşı kışkırtanlardan biri de İbni Sebedir. (Taberi 4/341) (İbni Kesir, Bidaye ve Nihaye 7/167) (İbni Esir, el Kamil fil Tarih 3/77) (Tarih İbni Haldun 2/1034) İşte bu büyük tarihçiler iki şahsın varlığını bildiriyor. Bu kaynaklara rağmen hangi akıllı daha bu iki şahıs tek kişidir diyebilir?
Ammarın Yemen’li olduğunu söylemelerine ise deriz ki: Her Yemen’liye İbni Sebe demek doğru olur mu? Tâbi ki doğru olmaz. Yakut’un Mucemul Bulden kitabında (3/181) dediği gibi Sebe, geniş Yemen ülkesinin bir parçasıdır.

Hilafetin şer’i sahibi Ali’dir, Osman hakkı olmadığı halde aldı diyenin Ammar olduğunu demelerine ise deriz ki: Bu iddia edilen bir söylentidir, delil gerekmektedir. Tam tersine Hazret-i Osman Ammara güveniyordu, Hazret-i Ammarı Mısır’daki işleri zapt etmek için bizzat kendisi göndermişti. (Taberi 4/341)

Yine İki kişinin künyesinin benzer olması bunları bir kişi yapmaz ki! Tarihi koşullar ve her iki şahsın karakteri bu görüşü kabul etmemize müsaade etmiyor. Kişiler hakkında bilgi veren tarih (cerh ve tadil) kitaplarına bakmak bile okuyucuya geniş bilgi verir. Bu sebeptendir ki âlimler Cerh ve Tadil kitapları telif etmiştir. Bu kitaplarda nice benzer isim ve künyelerin yer aldığı görülür.

Bu iddialarını çürüten diğer en önemli delillerden biri ise Hazret-i Ammarın Sıffın savaşında şehit olmuş olması yani ölmesi, İbni Sebe’nin ise Hazret-i Ali’nin ölümünden sonra bile yaşamış olmasıdır.
Bu delillere rağmen daha kim, Ammar bin Yasir, Abdullah bin Sebe’dir diyebilir?

Üçüncü olarak diyorlar ki: (İbni Sebe gerçekte yoktur, Şii düşmanları şiiliği kötülemek için Abdullah bin Sebe’ye izafe etmişlerdir.)
CEVAP
Bu iddia delile dayanmamaktadır. Siz böyle söylerseniz başkaları da dilediğini, istediğini söyleyebilir. Ama önemli olan delil getirmektir. Gerçekleri gelişi güzel inkâr etmeden önce, şüphe ile yaklaşmadan önce – ama bu her zaman ki işiniz – en azından incelemeniz gerekmez miydi? Bu konuyu sadece Ehl-i sünnet bildirmiyor ki! Bu iddianız geçersizdir, çünkü Şii kaynaklar da yani kendi kaynaklarınız da İbni Sebe’nin var olduğunu ve masum imamlarınızca lanetlendiğini yazmakta, ispat etmektedir. Bu Ehl-i sünnetin iftirasıdır iddianız dolayısıyla geçersizdir.

Konuyla ilgili yeterli bilgi ve ileri sürülen şüpheleri yok ettikten sonra deriz ki:
1-
Şiilerin İbni Sebe’nin varlığını inkâr sebebi, İslam’ın iman esaslarıyla uyuşmayan inançlarına dokunduğu içindir.

2-
Bir yahudinin iftiralarına inandıkları için, şiileri töhmet ve şüpheden kurtarmak içindir.

3-
Şiilerin eshab-ı kirama karşı bitmek tükenmek bilmeyen tarihi düşmanlıklarıdır. Onları kötülemek için, meydana gelen fitneleri kendi aralarında kendilerinin çıkardığını gösterme gayretleridir.

İbni Sebe hakkında onlarca sünni kaynak ile şii kaynak yukarıda bildirildi. Bunların içinde Tarihçiler hadis âlimleri, tefsir kitapları, fıkıh kitapları da vardır. Faraza bu sünni ve şii kaynakların hepsi yanlış diyelim. Ama onun fikri mevcut ya! Mesela Ali tanrıdır diyor. Hangi müslüman böyle bir şey söyleyebilir? Bunu bir hainin çıkardığı muhakkaktır. Bunu da ancak bir kâfir çıkarabilir. Adı ister ibni
Sebe olsun ister ibni Sevda olsun ne fark eder?

Ortada bir gerçek var, Ali’ye ilah diyen, peygamber diyenler var. Bir müslüman bunu söyleyebilir mi, yahut müslüman olan biri böyle bir şeyi ortaya atabilir mi?

Allahü teâlâ, (Kur’anı ben koruyacağım) diyor, (Kimse onu değiştiremez) diyor, hayır, eshab onu değiştirdi diyenler var.

Allahü teâlâ, eshab-ı kiram için, (Hepsine Cenneti söz verdim, Ben onlardan razıyım, onlar da benden razıdır) diyor, hayır, 5’i hariç hepsi mürted oldu, zaten münafıklardı diyenler var.

Peki, bunları ehl-i sünnet müslümanlar mı çıkardı yoksa kâfirler mi? Bu sorunun cevapsız kalacağı muhakkaktır. Niye cevap veremezler? Çünkü kâfirler deseler, bu iddiaları yapanların kâfirlerden etkilendiğini itiraf etmiş olacaklar. Müslümanlar hiç diyemezler, çünkü müslüman böyle şeyler diyemez, müslümanlara iftira etmiş olurlar...

İbni Sebecilerin belini kıran sorular

İbni Sebecilerin belini kıran sorular

Halife seçimi, eshab-ı kiram arasındaki savaşlar müslümanların iç meselesidir. Bu iç mesele, bir münafıkla, bir yahudi veya hristiyanla veya bir ateistle tartışılmaz. Onlarla, Yahudilik-İslamiyet, Hristiyanlık-İslamiyet, ateistlik-İslamiyet gibi temel itikadi konularda, iman konusunda tartışılır. Onlar bozuk Tevratlarını İncillerini veya dinsizliklerini ortaya koyar, siz de cevap verirsiniz.

Yahudilerin kurduğu adına sebecilik, rafizilik, hurufilik denilen fırka ile, dini meselelerimiz tartışılmaz. Ne Peygambere inanıyorlar ne de Kur’ana. Müslümanları aldatmak, İslamiyet’i yıkmak için, inanmış gibi konuşuyorlar. Takıyye adı altında münafıkça hareket ediyorlar.

Aslında 1400 senedir uğraştıkları mesele, basit bir mesele değildir. Dini kökten yıkma meselesidir. Çünkü eshab-ı kiram kötülenince, bunların mürted, münafık oldukları güya ispatlanınca, müslümanlar arasında yayılınca, kabul görünce, din otomatikman yıkılmış olacaktır. Çünkü Kur’anı da dini de bize bildiren onlardır. Onlar mürted yani kâfir olunca bildirdiklerinin ne önemi kalır. Ortada din kalır mı?
Aslında bu münafıklara, bu Yahudilere İslam’ın iç meseleleri sorulmaz. Ama din kardeşlerimizin meselenin asıl yüzünü anlamaları, bu hainlerin iftira ve hilelerine aldanmamaları gerekir. İbni Sebecilere sorduğumuz cevap alamadığımız sorular aşağıdadır. Sünni kardeşlerimiz, eshab-ı kirama saldıran Sebecilere rastladıkları zaman bu soruları sorarlarsa, takıyye yapmaya, öyle demek istemedik demeye başlarlar.

Sorular:
1-
Dinimizde kâfire kız veren, mürtede kız veren kâfir olur. Siz eshab-ı kiramın beşi hariç hepsi mürted oldu dediğinize göre Hazret-i Osman’a hem de iki kızını veren Resulullah efendimizi hâşâ kâfirlikle nasıl suçlarsınız? Hazret-i Ali kızını Hazret-i Ömer’e nasıl verdi? Hristiyanın kızı ile evlenilir ama, mürtedin, ateistin kızı ile evlenilmez. Resulullah, nasıl oldu da, Hazret-i Ebu Bekir’in, Hazret-i Ömer’in kızı ile evlendi?

2- Beşi hariç eshab mürted oldu demek, (Allah eshabın hepsine Cenneti söz verdi) âyetine zıt değil mi?

İlk üç halife mürted mi? Yani, Allah Resulünün iki kayınpederi ve bir damadı hâşâ mürted mi?

Allah Resulünün mübarek hanımları, Kur’anda müminlerin anneleri oldukları bildirilen Hazret-i Âişe, Hazret-i Habibe, Hazret-i Hafsa validelerimiz hâşâ kâfir mi?

Allah Resulünün mübarek kızları, hâşâ kâfir dediğiniz Hazret-i Osman ile evlenince kâfir mi oldular?

3-
Hazret-i Ali’yi de hâşâ kâfirlikle suçluyorsunuz. Hâşâ, Hazret-i Ömer kâfirse, Hazret-i Ali kızı Ümmi Gülsümü ona niye verdi? Bir kâfire kızını verenin kendisi kâfir olmaz mı? Kâfirle evlenmeyi kabul eden kız da kâfir olmaz mı? Hazret-i Ali, müslüman değil miydi, âlim değil miydi? Bunları bilemeyecek kadar şuursuz muydu, ibni Sebe gibi din cahili miydi?

Son zamanlarda rafiziler Hazret-i Ali’nin böyle bir kızı yok diyorlar. Gerçekleri inkâr ediyorlar.

4-
Hâşâ, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman kâfirse, Hazret-i Ali onlara niye biat etti, onların hilafetine niye itiraz etmedi? Çok mu korkaktı? Yoksa çok mu iki yüzlü idi ki, onları senelerce idare etti? Hazret-i Ali Allah’ın aslanı değil miydi, yiğit değil miydi? Yoksa hâşâ ipte oynayan canbaz gibi miydi? Münafık mıydı? Hazret-i Ali bunları bilmiyor muydu? Niye halifelere isyan etmedi? Sıffinde savaştığı gibi o zaman da savaşırdı. Nehcülbelaga isimli rafizi kitabında Hazret-i Ali’nin hutbeleri diye iftiralar sıralanmıştır. Orada üç halifeyi tasvip etmediği yazılıdır. Eğer o kitaptakiler doğru ise bunu niye, o zaman onlarla kılıçla konuşmadı? Yalan olduğu buradan da bellidir.

5- Resulullah, Hazret-i Ali’nin halife yapılmasını (Gadir-i Hum)da vasiyet etti diyorsunuz.
Resulullah efendimizin, vasiyet yazmak için, kağıt kalem istediğini söylüyorsunuz. Bu sözünüz, daha önce bildirdiğiniz Gadir-i Hum vasiyetinin, doğru olmadığını gösteriyor. Böyle bir vasiyet etmiş olsaydı, bir daha vasiyet yazmaya lüzum görmezdi. Bundan da anlaşılıyor ki, Resulullahın Gadir-i Hum denilen yerde okuduğu hutbesinde söylediğini ileri sürdüğünüz vasiyetin aslı ve esası yoktur.

Gadir-i hum olayında Hazret-i Ali’ye iftira etmenize gerek yok. Yani Hazret-i Ali Allah’ın emrini yerine getirmedi, Resulullah sen benim benden sonraki halifemsin dedi, o da sustu öyle mi? Yani verilen vazifeyi kabul mu etmedi? Halife için seçim yapanlara, seçim niye yapıyorsunuz, Resulullah beni halife tayin etmişti ya niye demedi? Dedi de hâşâ Allah’ın övdüğü şânlı sahabeler Resulullahın emrini mi dinlemediler? Eğer evet denirse hâşâ burada Allah yalanlanmış olur. Çünkü Allah, (Onların herbirine Cenneti vaad ettim, ben onlardan razıyım, onlar da benden razıdır) buyuruyor. Bu âyetlere zıt olmaz mı? Sonra (Eshab kendi aralarında merhametli) buyuruluyor. Hazret-i Ali’nin hakkını vermemek merhamet midir? Öyle ise Allah yalan mı söylüyor? Demek ki bu vasiyetin aslı astarı yok, ibni Sebe uydurmasıdır.

Eğer, hâşâ, kitaplarınızın dediği gibi, Hazret-i Ali bu hakkını aramaktan adamları az olduğu için, istemeyerek susmuş denilirse, Allahü teâlânın ve Resulullahın kendisine vermiş olduğu vazifenin icaplarını yerine getirmekten korktuğu için, Allahü teâlânın emrini yapmamış, Ona isyan etmiş demek olur. Halbuki, Resulullahın amcasının oğlu ve damadı ve Allah’ın aslanı olan Hazret-i Ali, değil yalnız Arabistan’dan, belki bütün dünyadan, her kim olursa olsun, böyle utanç verici ve lekeleyici bir korkaklığı kendine bulaştırmayıp, ölümü göze alacağı herkesin bildiği bir şeydir. Bunun için siz, emirül-müminin Hazret-i Ali efendimize böyle kötü, çirkin bir hâli yakıştırıyorsunuz. Böyle söylemek, onu sevdiğinizi bildirmiş olmuyor, Ona düşmanlık etmiş oluyorsunuz. Allah’tan korkun Hazret-i Ali’ye bari iftira etmeyin.

Yahudi ibni Sebe’nin tuzağına düştüğünüzü ne zaman anlayacaksınız?

6- Fedek hurmalığı Hazret-i Fatıma’nın hakkı ise, Hazret-i Ali halife olunca bu hakkını onun vârislerine neden vermedi? Hâşâ o da mı diğer halifeler gibi Hazret-i Fatıma’ya zulmetti? Hâşâ kâfir dediğiniz o mübarek üç halifenin yolundan niye gitti, onların yaptıklarının aynısını niye yaptı, onların yaptığını neden değiştirmedi? Bu mübarek dört halife aynı şeyi yaparak, Resulullahın, (Bize, [yani Peygamberlere] kimse vâris olamaz! Bizim bıraktığımız mal, sadaka [vakf] olur) emrine uyduklarını göstermiş olmuyorlar mı? Ve sizin sapık olduğunuzu ispat etmiş olmuyorlar mı?

7-
Kur’anı [mushafı] sakladılar diyerek. Hazret-i Ali’ye ve Oniki imama, neden iftira ediyorsunuz? Allah’ın âyetlerini saklayan kâfirdir. Sakladıkları mushaf değil, tefsiri bile olsa, Resulullahtan gelen bu ilmi Hazret-i Ali ve diğer imamların saklaması imkansızdır. Sakladı gizledi, kimseye göstermedi gibi iftiralar, onlara hâşâ kâfir demekten başka nedir? Hazret-i Ali din düşmanı mı da dini Müslümanlardan saklasın?

Hazret-i Ali’ye iftira, 17 bin âyet saklı imiş, kimseye vermemiş, 12 imam da gizlemiş, bunlar din düşmanı mı âyetleri niye Müslümanlardan saklarlar ki? Üstelik bu imamlara masum diyorsunuz, bu itikadınıza göre de böyle yapmaları hiç caiz değildir. Siz ahmak mısınız, ağzınızdan çıkanı kulağınız duymuyor.

Biz bir Müslüman olarak Hazret-i Ali’ye ve diğer üç halifeye yapılan iftiralara dayanamıyoruz. Hazret-i Ali Allah’ın âyetlerini ve hatta hadis-i şerifleri saklamaz. Hazret-i Ali çok âlim idi, âyetleri saklayanın kâfir olduğunu bilirdi. Hazret-i Ali’ye açıkça hâşâ kâfir diyorsunuz. Açıkça Hazret-i Ali’nin mushafı, tefsiri diye bir şey yok demeniz gerekir. Kur'an-ı kerimde bildirdiği gibi eshabın tamamı Cennetlik demeniz gerekir.

Tefsir mahiyetinde de olsa bu ilmi saklamak değil midir? İlmi saklayanlara Allah lanet etmiyor mu? Bu imamlara nasıl iftira ediyorsunuz? Kur'anın bugünkü tertibiyle inmesi de vahiy ile idi. Diyelim ki sizin dediğiniz gibi doğrusu nazil olduğu gibi bir mushaf var bu da saklı. Hazret-i Ali, ilmi saklayanların kâfir olduğunu bilmiyor muydu? Diyelim diğer iktidar dönemlerinde, halifelerden korktuğu için hakkı gizledi, söyleyemedi. Kendi iktidarında niye açığa çıkarmadı? Kur'an nazil olduğu gibi olacak demedi. Demek böyle bir şey yok. Bunlar tamamen iftira. Allah Resulünün açıklamaları da ilimdir, Hazret-i Ali o kitabı niye sakladı, 12 imam niye gizledi sakladı? Ehl-i beytin imamları, o mübarek insanlar Ehl-i sünnetin göz bebekleridir, hâşâ onlar bu kadar alçaklığı kâfirliği yapmazlar, ibni Sebecilerin iftiralarından uzaktırlar.

Tekrar soruyorum, Hazret-i Ali’nin gizlediği bir mushaf var mı? tefsirdir, açıklamalıdır, 12 imamlara gizlice verilmiş, onların da kimseye göstermeyip gizlediği bir tefsir var mı?

Yok derseniz, Şii kitaplarına iftira etmiş olursunuz. O kitaplar var diyor, Şiiliği yalanlamış olursunuz.

Eğer var derseniz Hazret-i Ali’ye ve 12 imama ilmi gizledi diye iftira etmiş olursunuz.
İbni Sebe’nin yalanlarını, iftiralarını bir tarafa bırakın.

8- Hazret-i Ali’yi sevene hiçbir günah zarar vermez
diyorsunuz.
Bu nasıl iddia, bu nasıl mantık, bu nasıl İslam düşmanlığıdır! Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed aleyhisselamı yani Peygamberi sevene günah zarar veriyor da, müslüman olması bu yüce Peygambere iman etmeye bağlı olan Hazret-i Ali’yi sevene günah hiç zarar vermez mi? Yüce derecesi bir yana o da her müslüman gibi bir müslümandır. O da, hepsi Cennetle müjdelenen sahabelerden biridir.

Yahu! Âlemlerin Rabbi, her şeyin yaratıcısı, dinin sahibi Allahü teâlâyı sevene, Ona iman edene günah zarar veriyor da, yüce derecesi bir yana, Onun aciz bir kulu olan Hazret-i Ali’yi sevene günah hiç zarar vermez mi? Halbuki Allahü teâlâ bu istisnayı kendisi için bile yapmadı. Allah bile, beni sevene günah zarar vermez buyurmuyor. Zerre kadar kötülük yapan cezasını görecek buyuruyor. (Zilzal, 8)

Ne demek istiyorsunuz, hâşâ, O Peygamberden, Allah’tan üstün mü? Zaten tanrı da peygamber de diyenleriniz de var. Peki, böyle diyenlerin İslamiyet’le ne alakası var, dinle imanla ne alakası var? Oturup bu meseleleri konuşmanızın müslümanlıkla ne alakası var?

9-
Resulullahın hanımlarından ve arkadaşlarından ne istiyorsunuz? Âyetler onların mümin olduğunu açıkça bildirmiyor mu? İstisna eden âyetler var mı? Ve küllen vaadallahül hüsna buyurduğu için hâşâ Allah mı hata etti diyorsunuz, yoksa bir tevil mi buldunuz? Mesela (Ben onlardan razıyım) demek (Onları Cehenneme atacağım) mı demektir? Onlara hüsnayı yani Cenneti verdim buyuruyor, siz ise hüsna’dan kasıt Cehennemdir mi diyorsunuz, onun için mi eshaba lanet ediyorsunuz? Yoksa bu âyetleri üç halife topladı, onun için bu mushafa itibar edilmez mi demek istiyorsunuz? Niye mertçe konuşmuyorsunuz? Niye âyetleri değiştiriyorsunuz?

Bu fitneyi ilk çıkaran yahudi ibni Sebe’ye göre, eşinin dostunun akrabasının çoğu hâşâ kâfir olan Peygamber efendimiz için bakın Allahü teâlâ ne buyuruyor:
Şuara suresinin 219. âyetinde (Vetekallübeke fissacidin) buyuruyor. Yani mealen, (Sen, yani senin nurun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana inkılab etmiş, ulaşmıştır) demektir.

Âlemlere rahmet olarak göndereceği habibinin mübarek nurunu bile Âdem aleyhisselamdan beri her asırdaki insanların en iyilerinden seçilmişlerinden kendisine ulaştıran Allahü teâlâ, habibine eş, dost, akraba olarak hâşâ münafıkları, kâfirleri mi seçti?

Bir pis yere konup da, üstünü kirletir diye üzerine sinek kondurmayan, mübarek gölgesi pis bir yere düşmesin, yahut habis bir kişi üzerine basmasın diye gölgesini yere düşürmeyen, namazdayken bile nalınında necaset bulaşığı olduğunu vahiy ederek Onu pislikten koruyan Allahü teâlâ, Habibine eş, dost, akraba olarak hâşâ münafıkları, kâfirleri mi seçti?

Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde eshab-ı kiram için, (Hepsine Cenneti söz verdim, Ben hepsinden razıyım, onlar da benden razıdır. Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız) diye niye buyuruyor?

Hepsine
, herbirine diyor, istisna eden âyetler var mı? Hâşâ, yoksa Allah yanlış mı bildiriyor, sonradan sapıtacaklarını bilemedi mi diyorsunuz?

Siz Allah Resulünden ne istiyorsunuz? O âlemlere rahmet olarak gönderilmedi mi? O en üstün ahlak üzere değil mi? Ona itaat Allah’a itaat değil midir? En kötü dönem Onun dönemi miydi, en kötü irşad Onun irşadı mıydı, en kötü ahlak Onun ahlakı mıydı? Hâşâ Allah bunları yanlış mı bildiriyor?

10- Ehl-i beyte ve eshab-ı kirama nefret Resulullaha nefret demek değil midir? Resulullahın sevgili arkadaşlarına, akrabalarına, hanımlarına kin besleyenler nasıl olur da Resulullahı sevebilirler?

Hristiyanlar Hazret-i İsa’yı seviyorlar mı? Seviyoruz demek ona tapmak mıdır? Sizin hristiyanlardan farklı tarafınız nedir? Bir benzer tarafınız var, onu söyleyeyim, hristiyanlığı da yahudiler bozdu bu hâle getirdi, İslamda da bu ilk fitneyi yahudiler çıkardı, siz bu hâle geldiniz.

Açın bakın hadid suresinin onuncu âyetine ve diğer âyetlere, Allah (Eshabın hepsi Cennetlik) diyor. Cennetlik insanlardan ne istiyorsunuz? (Ben onlardan razıyım) diyor. Allah’ın razı olduğu insanlardan ne istiyorsunuz, siz neden razı olamıyorsunuz?

11- Resulullah kötü mü de bütün arkadaşları kötü olsun? Bu iftira değil mi, iyi insanın iyi arkadaşları olur. Allah’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamberin eshabı cani miydi fitneci miydi? Niye Allah ona iyi arkadaşlar vermedi? Niye ona iyi zevceler vermedi? Niye iki kızını hâşâ kötü kimseye verdi? Niye hâşâ kötü kimselerden kız aldı? Hazret-i Ali bunları hep onayladı da size ne oluyor? Sizin Hazret-i Ali’nin bir şey demediği halifelere saldırmanızın hikmeti ne? Hâlâ yahudi oyununa geliyorsunuz. Yahudi ibni Sebe’nin yaptıkları unutulacak gibi değil. Ama biz ibni Sebe’ye de lanet etmeyi lüzumsuz görüyoruz. Çünkü Allah bunu bize emretmedi. İslamiyet lanetleme dini değildir. Siz Eshab-ı kirama sövmeyi, lanet etmeyi niye ibadet kabul ediyorsunuz? Hangi âyet ve hadiste lanet etmek ibadettir diye bildiriliyor? Sizin âyet ve hadisleriniz müslümanlarınkinden ayrı mı?

Allahü teâlâ hâşâ bu münafıkları, canileri, fitnecileri Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an-ı kerimde niye övüyor? Buyuruyor ki:
(Muhammed aleyhisselam, Allah’ın Resulüdür ve Onunla birlikte bulunanların [Eshab-ı kiramın] herbiri, kâfirlere karşı şiddetli, çetin, fakat, birbirlerine karşı merhametli, yumuşaktır. Bunları çok zaman rüku ve secdede görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Çok secde ettikleri yüzlerinden belli olur. Bu Onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: onlar, ekine benzer. İnce bir filiz yerden çıkıp kalınlaşıp yükseldiği gibi, az ve kuvvetsiz oldukları halde, kısa zamanda etrafa yayıldılar. Her tarafı iman nuru ile doldurdular. Herkes filizin halini görüp, az zamanda nasıl büyüdü diyerek, şaşırdıkları gibi, hâl ve şanları dünyaya yayılıp, görenler hayret etti ve kâfirler kızıp, öfkelendiler.) [Feth 29] [Görüyorsunuz, Eshab-ı kirama kızanların kâfir oldukları bildirilmektedir. Onların çoğalıp yayılmalarına kâfirler kızar buyuruluyor. Sizin âyette bildirilen kâfirlerden farkınız ne?]

Allahü teâlâ eshab-ı kiram için böyle buyuruyor, çoğalacak ve kuvvetlenecekler buyuruyor. Tevrat’ta İncil’de övülüyor. Hepsi 5 kişi mi? Filizin çıktığı gibi çoğaldıkları bildiriliyor. Yoksa hâşâ ileride mürted olacaklarını Allah bilemedi de böyle mi söyledi? Sizin bütün ifadeleriniz, Allah’ı suçlamak Hazret-i Ali’yi suçlamak oluyor. Eshab beş kişi 100 kişi, bin kişi bile olsa, bu âyete aykırıdır. Çoğalıp her tarafa yayılacak buyuruyor. Görüyorsunuz âyetleri yalanlıyorsunuz, rafizi kitapları böyle yalanlarla doludur.

Bu âyet sizin belinizi kıran âyettir. Belki diğer âyetleri tevil edebilirsiniz ama bu âyeti tevil edemezsiniz, etseniz de zırva tevil kabul etmez.

12- Siz Kur'anın değiştiğine inanıyor musunuz? Biz Osman ve arkadaşlarının meydana getirdiği Kur'ana inanmayız mı diyorsunuz? Evet, Kur'anı sizlerin hâşâ mürted dediği o mübarek insanlar topladı. Kur'ana inanıyorsak o insanlara da inanmamız lazım. Onlardan şüphe edersek, o zaman Kur'andan da şüphe etmemiz lazım. Kötü insanlar niye Kur'ana ilave yapmasınlar niye Hazret-i Ali ile ilgili âyetleri çıkarmasınlar ki? Size göre, Muhammed aleyhisselama kağıt kalem getirmeyip Hazret-i Ali’nin halife bırakılmasına razı olmayanlar, yani bizzat Resulullaha karşı gelenler niye Kur'ana ilave ve çıkarma yapmasınlar?

Şu âyetlere ne diyorsunuz?
(Muhammed
[aleyhisselam], Allah’ın peygamberidir, Onunla birlikte bulunanlar [Eshab] kâfirlere karşı şiddetli ve birbirlerine karşı merhametlidir.) [Feth 29]

Bu âyet gösteriyor ki, Hazret-i Ali üç halifeyi ve eshabın tamamını seviyordu, eshabın tamamı da Hazret-i Ali’yi seviyordu. Çünkü Allah yanlış söylemez. Yoksa size göre yanlış mı söylüyor?

(Mekke’nin fethinden önce Allah için mal veren ve savaşanlara, fetihten sonra verenlerden ve savaşanlardan daha yüksek derece vardır. Bunların dereceleri eşit değildir. Hepsi için Hüsnayı
[Cenneti] söz veriyorum.) [Hadid 10]

Âyet pek açık, hem fetihten önce müslüman olanlar buyuruluyor hem de fetihten sonra müslüman olan eshabın hepsi Cennetlik buyuruluyor.

Rafiziler gibi siz de böyle âyetler gönderdiği için Allah’a çok mu kızıyorsunuz? Yoksa bu âyetleri üç halife ve arkadaşları mı ilave etmiştir diyorsunuz?

(Allah, hepsine de,
[yani her birini de] en güzeli [Cenneti] vaad etmiştir!) [Nisa 95]
Küllen diyor, hepsine diyor, biri hariç demiyor. Hâşâ Allah yanlış mı diyor?

(Sizler, bütün insanlar içinde, en iyi en hayırlı bir ümmetsiniz.)
[Âl-i İmran 110]

Allah en iyi, en hayırlı diyor, sizler en hayırlı bilmiyorsunuz. Hâşâ Allah bunu da mı bilemedi?

(Muhacir ve Ensar ile iyilikte onların
[Eshabın] izinden gidenlerden, Allah razıdır. Onlar da, Allah’tan razıdır. Allah onlara Cenneti hazırlamıştır.) [Tevbe 100]

Allah onlara Cenneti hazırladım buyuruyor. Eshab-ı kiramın bir kısmı muhacir bir kısmı da Ensar idi. Hepsi de Cennetliktir. Hatta Eshabından izinden gidenler de Cennetliktir. Yani tabiin ve tebe-i tabiin. Ne büyük rütbe. Demek ki Muhacir ve ensarı sevmek ne büyük nimet. Bu âyete de çok kızıyor musunuz? Yoksa bunu da üç halife ilave etmiş mi diyorsunuz?

Allahü teâlânın sıfatları ebedîdir, sonsuzdur. Onlardan razı olması sonsuzdur. (Ben eshabdan üç seneliğine, 30 seneliğine razıyım, ondan sonra vazgeçerim) gibi bir şey olmaz. Bir rafiziyle konuşurken, ona, (Eshab-ı kiramın tamamı Cennetliktir, hepsinden Allah razıdır. On kişinin Cennetlik olduğunu da ismen bildirmiştir. Bunlar ikisi Talha ve Zübeyr hazretleridir) dedim. Rafizi, dedi ki:
(Evet Allah onları Cennetlik olarak bildirmişti, fakat sonradan sapıttılar, sonra Allah, bunların Hazret-i Ali ile savaşacağını nereden bilsin ki!)

Siz bu âyetlere inanıyor musunuz, Allah yanlış mı söylüyor, Allah geleceği bilmiyor mu? Rafizi doğru mu söylüyor? Siz ibni Sebecilerin, Rafizilerden, Hurufilerden bu konuda farkınız ne?

13- Resulullahın kayınpederi ve mağara arkadaşı Sıddık lakabını alan Hazret-i Ebu Bekir’i övünce, yurtdışından gelen bir rafizi dedi ki:
(Ebu Bekir, Peygamberi korumak için değil, onu yakalatmak için onunla gitti. O Peygambere de Hazret-i Fatıma’ya da düşmandı) dedi. Ona, (Hazret-i Ebu Bekir, eshabdandır, Eshabın tamamı Cennetliktir. Bu nasıl söz dedim. (O eshabdan değil, o ehl-i beyt düşmanı idi) dedi. Ona dedim ki: Tevbe suresinin 40. Âyetinde buyuruluyor ki:
(Eğer siz ona [Resulullaha] yardim etmezseniz [ne önemi olur ki]; ona Allah yardım etmiştir. Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak [Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den] çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına [Ebu Bekir’e] üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu.)

Bu âyette, Allah, Hazret-i Ebu Bekir’in, Resulullahın sahibi yani arkadaşı olduğu bildiriliyor. Âyette sahibihi (onun arkadaşı) diye geçiyor. Eshab, arkadaşlar demektir. Demek ki Hazret-i Ebu Bekir’in sahabiden olduğu âyetle sabittir. Sahabelerin de Cennetlik olduğu yine âyetle sabit. Hazret-i Ebu Bekir, Peygamberimizi düşmanlar yakalarsa diye korkuyor ve üzülüyordu. Peygamberimizin Hazret-i Ebu Bekir’e üzülme buyurduğu da âyet-i kerime ile sabittir. Hâşâ yalandan üzülüyor diyemezsin, Çünkü Allah kalblerdekini de bilir. Hazret-i Ebu Bekir’in sahabeden olduğu âyetle sabit, eshab-ı kiramın tamamının Cennetlik olduğu da âyetlerle bildirilmiştir.

Rafizi, hakki teslim edecek diye beklerken, şunu söyledi:
(Bu Kur’anı zaten yezitler topladı, Ebu Bekir kendi için âyet uydurdu. Bu Kur’anı Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Muaviye ve yandaşları toplayıp kitap haline getirmedi mi? Hazret-i Fatıma’ya Fedek Hurmalığını vermeyerek zulmedenlerin, onu ağlatanların, vasiyet yazacak olan Peygambere kağıt getirmeyenlerin, hadis uyduran yezitlerin topladığı Kur’ana kim inanır?)

Rafiziler, mürted olan eshabın topladığı Kur'ana inanmayız diyorlar. Kur’ana inanma, namaz kılma, oruç tutma, dinin sahibine, arkadaşlarına, akrabalarına hakaret et, lanet et, bu laneti ibadet say, bu nasıl din, desenize mertçe bizim İslamla alakamız yok, bizim dinimiz böyle diye.

Bir rafizi kadar niçin açık konuşmuyorsunuz? Rafizinin dediği sizce de doğru mu?

Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde buyuruyor ki:
(Kur'anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9]

(Allah’ın kelamını [Kur'an-ı kerimi] kimse değiştiremez.) [Enam 115]

(Eğer o
[Peygamber] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka 44-47]

(Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından
[hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42]

Kur’anı Allah indirdiği için, onu bozabilecek birinin çıkamayacağı açıkça bildiriliyor.

Bu âyetlere rağmen kim değiştirebilir ki? Yahut böyle bir şeyi kim söyleyebilir ki? Sizce bunlar senet değil mi? Yoksa sizin senediniz yahudi ibni Sebe’nin sözleri mi?

14-
Siz Kur'anın açık hükmü olan ve küllen vaadallahül hüsna âyetine inanıp Eshabın tamamını mümin kabul ediyor musunuz? Yoksa bu âyeti de üç halife ilave etti diye inanmıyor musunuz? Yoksa kendinize manasını değiştiriyor musunuz? Hâşâ bunlar bu kadar cani ise, bunların topladığı Kur'ana nasıl itibar edilir ki? Allah eshab arasında istisna yapıyor mu? Hangi âyette istisna var? İstisna sadece fazilet yönünden var. İlk müslümanlar daha kıymetli buyuruluyor. Mekke’nin fethinden sonrakiler kıymetsiz denmiyor. Allah’ın razı oldum dediği kimselerden siz niye razı olmuyorsunuz? Yoksa Allah yanıldı mı demek istiyorsunuz? Allah’ın, habibine layık gördüğü eşini dostunu akrabasını siz neden layık göremiyorsunuz? Dinin dışındaki bu gayretiniz şeytandan mı, İbni Sebe’den mi?

15- Araf ve Hicr surelerinde (Biz azimüşşan, onların kalblerindeki gıl ve gışşı nezettik) buyuruluyor. Yani kalblerindeki kin ve düşmanlık gibi şeyleri kökünden çıkarıp attık. Buna rağmen, sahabiler, başka bir sahabiye haset ve kin mi besliyorlardı? Hâşâ, Allahü teâlâ mı yanlış söylüyor?

İmam-ı Begavi, (Meâlimüttenzil) ismindeki tefsir kitabında, diyor ki: Cabir bin Abdullah dedi ki, Resulullah, (Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!) buyurdu. Bu sözleşmeye, (Biat-ür-rıdvan) denir. Çünkü, Allahü teâlâ, bu 1400 kişiden razıdır. Kur’an-ı kerimde: (Ağaç altında, sana söz veren müminlerden, Allah elbette razıdır) buyuruldu. (Feth 18)

Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer, bütün savaşlara katılmadı mı? Ağaç altına söz vermediler mi? Hâşâ yalandan söz verdiler de Allah bilemedi mi? Allah bilemediği için mi Ağaç altında söz verenlerden razıyım dedi? Açık âyetlerle Allah’ın razı olduğu eshabdan siz niye razı olmuyorsunuz? İbni Sebe’ye söz mü verdiniz de dönemiyorsunuz?

Bu vesikalar nasıl inkâr edilir ki? Yoksa rafizilere göre Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman eshab-ı kiramdan değil mi? Hazret-i Ali de bu sözleşmenin içinde değil miydi, nasıl istisna oldu? Ağaç altında söz verenler arasında Hazret-i Ali var da niye öteki eshab yok? Niye üç halife yok? Gavurluğun daniskası değil mi bu? Âyetlere açıkça muhalefeti ancak gavur yapar. Kur’ana azıcık inanan bile hemen inanır. Soruyu tekrarlıyorum? Dört halife eshabdan mıydı? Ağaç altında söz verenlerden değil miydi? Allah’ın razı olduğu eshabdan değil mi? Münafık mıydı onlar?

Münafıklar için gelen âyetleri eshab-ı kirama mal ediyorsunuz. Hazret-i Ali eshabdan değil miydi? Onların içinde değil miydi? Nasıl istisna oldu? (Küllen [Hepsi]) derken hâşâ Allah mı yanlışlık yaptı?

16- İki müslüman ordu birbiri ile savaşmaz mı? Savaşana kâfir denir mi?

Âyetle de Cennetle müjdelenmiş Talha ve Zübeyr, Hazret-i Ali ile savaştığı için hâşâ kâfir mi oldu? Yine Temiz olduğu Kur'an-ı kerimde âyetlerle bildirilen ezvacı tahirattan Âişe validemiz, hâşâ kâfir mi? Allahü teâlâ hâşâ Hazret-i Âişe’nin kâfir olacağını bilemedi mi onu Kur'anda övüyor? Yoksa Allah size göre geleceği bilemez mi?

Allah’ın açıkça buyurduğu bu âyetleri inkâr etmeniz, sizin ehl-i beyt düşmanı olduğunuzu açıkça göstermektir. Hazret-i Ali kendisi ile savaşanlara kardeşimiz buyuruyor. Allah ise İki müslüman ordunun arasını ıslah edin kardeşlerinizin arasını bulun buyuruyor. Siz ise âyetlere ve Hazret-i Ali’nin sözlerine karşı geliyorsunuz. Siz Hazret-i Ali’nin düşmanısınız. Dostu olan, Onun inandığı Allah gibi Eshabın hepsi Cennetlik der. Yoksa bu âyetleri Eshab-ı kiram mı değiştirdi?

17- Eshab-ı kiramın, ensarın büyüklerinden, Peygamber efendimizin mihmândârı, sancaktarı ve katiplerinden olan Halid bin Zeyd Ebu Eyyub-i Ensari hazretleri [Türkiye’de Eyüp Sultan denilmekle meşhurdur] 670 (H.50) senesinde fetih için geldiği İstanbul’da şehit olmuştur.

Evet, Eyüp Sultan hazretlerini her müslümanın iyi tanıdığı gibi siz de iyi tanırsınız. Çünkü, Ebu Eyyub-i Ensari hazretleri, Cemel ve Sıffin vakalarında, Hazret-i Ali’nin yanında bulundu. Kumandanları arasında yer aldı. Hakemlerin kararı ile Hazret-i Muaviye halife seçildiği gün, Medine’de Hazret-i Ali tarafından vali idi. İlk imana gelenlerden ve hayatta iken ismen Cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Hazret-i Talha ile ahiret kardeşi idi. Resulullah yapmıştı.

[Ki bu Talha hazretleri, Hicretin 36. yılında, Cemel vakasında, Hazret-i Ali’ye karşı savaş edenler arasında idi. Bu muharebede şehit olunca, Hazret-i Ali çok üzülmüştü. Ağlayarak yanına gitmiş, mübarek elleri ile, toprağı yüzünden silmişti. Cenaze namazını kendi kıldırmıştı.]
Evet, bu yüce sahabi, Resulullahın sancaktarı, Hazret-i Ali’nin kumandan ve valilerinden Hazret-i Halid, bir zaman önce kendisine karşı savaştığı Hazret-i Muaviye’nin, halifeliği zamanında İstanbul’un fethi için teşkil ettiği orduya katıldı. Birbirlerini sevmeselerdi, Hazret-i Ali efendimizin buyurduğu gibi, birbirlerini kardeş bilmeselerdi hiç Hazret-i Muaviye’nin halifeliği zamanında onun emrine girip, fetih için gönderdiği orduya katılır mıydı? Ki bu katılması onun şehit olmasına da sebep oldu.

Eyüp Sultan hazretlerinin bu yaptığına ne diyorsunuz? Yoksa, hâşâ o da mı sonradan sapıttı, mürted oldu diyorsunuz?

18- Hâşâ Allahü teâlâ insanlar anlamasın diye şifreli şekilde, bilmece gibi mi konuşuyor? Eshabın hepsi Cennetlik diyor, ben onlardan razıyım diyor, Bunun manası öyle değil demek, yani apaçık olan âyetleri, tevil ederek inkâr etmek demektir. Bu Batıniliktir. Yani Kur’anın Batıni manası var diyerek gerçek manasını inkâr etmektir. Çünkü Mealci denilen kimseler, (Salât dua demektir, namaz dinimizde yoktur, dua vardır) diyorlar. Böylece namazı inkâr ediyorlar. Siz de apaçık âyet-i kerimeleri inkâr ediyorsunuz. Mesela, (ve küllen vaadallahül hüsna) âyetindeki, Cennet anlamına gelen Hüsna kelimesini, Cehennem diye mi tevil ediyorsunuz? Allah Resulüne, canlarını ve mallarını feda eden en güzide insanlara yani Resulullah efendimizin eş, dost, akraba ve arkadaşları olan Eshab-ı kirama verilecek en güzel şey nedir? Cennet nimetleri değil de, Cehennem azapları mı?

Müteşabih ifadeler, hüküm bildiren âyetler değildir. Bunları kalbi bozuk olanlar tevil eder. İşte bir âyet-i kerime meali:
(Sana Kitabı indiren Odur. Onda Kitabın temeli olan kesin anlamlı âyetler vardır, diğerleri de çeşitli anlamlıdır. Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların çeşitli anlamlı olanlarına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş
olanlar: “Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır” derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler.) [Al-i İmran 7]

Bakın Allah ne buyuruyor, (Kalblerinde eğrilik olanlar, âyetleri tevil ederek, başka anlamlar çıkarırlar) buyuruyor. Kalbinde eğrilik olup da, Allah’ın apaçık âyetlerini inkâr edenlere ne denir? Açıkça Cennetlik denilen Eshab-ı kirama hakaret eden ibni Sebecilerin kalblerinde eğrilik olduğunu, bu âyet açıkça bildiriyor. Yoksa, (hepsi Cennetlik) diye bildirilen bu âyeti de, (üç halife değiştirdi) diye iftira mı ediyorsunuz?

19- İmam-ı Cafer’in talebesi olan imam-ı a’zamı niye sevmiyorsunuz? İmam-ı a’zam, dine aykırı ne yaptı ki? Bir rafizi o, kıyas yaptı diyor. Peki hangi âyete hangi hadise aykırı kıyas yaptı? Sonra o âyete ve hadise aykırı olarak kıyas yapılmayacağını bilmiyor muydu? Aslında imam-ı a’zamı suçlamak onun hocası olan mübarek zatı yani imam-ı Cafer’i suçlamaktır. Hocasına aykırı tek şey yapmış değildir. Kur’an-ı kerime uygun olarak Eshab-ı kiramın tamamını sevmesi suç mudur? İmam-ı Cafer tamamını sevmiyor mu? Sevmeyen zaten müslüman olamaz, âyetleri inkâr etmiş olur. İmam-ı Cafer’e bu iftirayı nasıl yaparsınız? Ona eshab-ı kiram düşmanı nasıl dersiniz?

20- İmam-ı Cafer Sadık hazretlerinin babası Muhammed Bakır hazretleri cahil biri mi idi? Niye onun mezhebi yok? Oğlu Musa Kazım hazretlerinin, torunu Ali Rıza hazretlerinin niye mezhebi yok? Siz bunların mezheplerini niye kabul etmiyorsunuz?

Ne imam-ı Cafer, ne mübarek babası ve ne de oğlu ve torunu bir mezhep kurmadı. Kursa idi bütün Müslümanlar onlara tâbi olurdu. Caferilik denilen yolun, imam-ı Cafer hazretleri ile hiç ilgisi yoktur.

21-
İmam-ı Cafer hazretlerinin mezhebi tedvin edildi mi? Edilmedi. Edilse idi, müslümanlar imam-ı a’zamın hocasının mezhebini inkâr mı ederdi? Olacak şey mi bu? Biz imam-ı Muhammedi, imam-ı Ebu Yusuf’u kabul ediyoruz, hocaları olan imam-ı a’zamı kabul etmez miyiz? Farklı ictihadları olur. Bu rahmettir. İmam-ı Cafer’in bir mezhebi olsa idi, her şeyden önce onun mezhebine bağlanırdık. Ehl-i sünnet ehl-i beytin düşmanı mı, Peygamber düşmanı mı? Bu ne çirkin iftira böyle?

22- Hazret-i Ali’ye Allah diyen, Peygamber diyen, Korkak diyen, İki yüzlü diyen, Kâfir diyen ibni Sebeciye dur dersek, sapık dersek, melun dersek, kâfir dersek, Hazret-i Ali’ye ve ehl-i beyte mi saldırmış oluruz? Sizlerin rafiziden farkınız ne? Yani onlar eshabın tamamı Cehennemlik diyor, siz ise beşi hariç mi diyorsunuz? Bu kadarcık mı fark var?

23- Aranızda kaç tane Ebu Bekir, kaç tane Ömer, kaç tane Osman ismi var? Bu üç halife Hazret-i Ali’nin hakkını gasp etmiş midir? Bunlar mürted mi değil mi? Mürted değilse niye hiçbirinin ismini koymuyorsunuz? Eshab-ı kiramın kaçı mürteddir kaçı değildir? Ehl-i sünnet samimi ki Hazret-i Ali’nin ismini çocuklarına koyar, camilerimizde isimleri vardır. İbni Sebeciler samimi olmadıkları için camilere kesinlikle Resulullahın arkadaşlarının yani eshabın ismini koymazlar. Bu Resulullaha ve âyetlere açıkça hakaret değil mi?

24- Sünnilikte dört hak mezhep vardır. Hangi mezhebin esasları arasında Ehl-i beyte nefret bildirilmiştir? Hepsinde de Ehl-i beyt övülmemiş midir? Sünniler arasında yaşayan serserinin biri, içki içer, zina eder, Hazret-i Ali’ye, hatta dine imana sövüp sayarsa, bak sünniler Hazret-i Ali’ye sövüyor denir mi? Bu kadar insafsızlık olur mu? Şianın gulat olanlarında Hazret-i Ali’ye peygamber hatta Allah diyen yok mu? Bunların inançları bütün şiileri bağlar mı?

Mesela bir türkü var:
Musa ile Tur dağında Ali’yi gördüm Ali’yi diye. Bunu rafiziler uydurmuştur. Yani Ali Allah’tır Musa ile Tur dağında konuşmuştur diyorlar. Siz böyle diyenlerden ne kadar farklısınız? Eshab-ı kiramın beşi hariç hepsi kâfir diyen, mürted diyenlerin hangi sözüne inanılır ki? Allah övüyor, onlara Cenneti verdim diyor. Eğer bunları da tevil ederseniz size artık ne denir? Sözümüz, Kur’anın apaçık âyetlerine, Buhari gibi Müslim gibi meşhur hadis kitaplarına inananlaradır. Kur'anda namazın nasıl kılınacağı yazılı değil. Hadislere inanmazsanız o zaman ortada din kalmaz. Hâşâ suç Allah’ın olur, niye dini eksik gönderdi diye. Hâşâ, Allahü teâlâ, dinini eksik mi gönderdi, eshabın mürted olacağını bilemedi de onun için mi onlara (Ben onlardan razıyım, hepsine Cenneti vaad ediyorum) dedi?

25- Münafıklar için inen âyetleri eshab-ı kirama yüklüyor, onlar için indiğini söylüyorsunuz. Hâşâ diyelim ki eshab için indi, üç halife için indi. Peki niye dördüncü halife bunların içinde yok? Hazret-i Ali bunlardan istisna edilmiş mi? Üç halifeyi münafık sayarken Hazret-i Ali’yi de aynı kefeye koyduğunuzun farkında mısınız? Herkesi suçluyor, münafık muamelesi yapıyorsunuz, bari Hazret-i Ali’ye bunu yapmayın. Yoksa Hazret-i Ali eshabdan değil miydi? Hazret-i Abbas eshabdan değil miydi? Hazret-i Ammar eshabdan değil miydi? Eshab suçlanınca bunlar da suçlanmış olur. Bildirdiğiniz âyetler eshab içinse, bunlar niye o âyetlere muhatap değil?

Eshab-ı kiramı itab eden âyetlerden hâşâ onların kâfir olduğu hükmü nasıl çıkarılabilir? O itab edilen âyetlerin içinde Hazret-i Ali’nin olmadığına dair deliliniz nedir?

O âyetlerde eshab kötüleniyor da Hazret-i Ali niye kötülenmiyor? Yani Hazret-i Ali eshabdan değil mi demek istiyorsunuz? O melek mi, yoksa peygamber mi? Öyle ya, eshab kötüleniyor, içlerinde büyük ihtimal üç halife var, Halid bin Velid var, vahiy katibi var, fakat niye dördüncü halife yok? Buna deliliniz ne? Yani diğer eshab kötüleniyor, Hazret-i Ali bundan nasıl istisna ediliyor?

Halbuki Allah, eshabın tamamı Cennetliktir tamamından razıyım buyuruyor, siz bazılarını bundan istisna ediyorsunuz. Bu ise Allah’ı yalancı çıkarmak, Ona isyan ve Onu inkâr etmek demektir. Yahut da bu âyetleri üç halife ve arkadaşları koydurdu demektir. Bu soru bütün ibni Sebecilerin belini kıran bir sorudur. Çünkü ya Kur’an inkâr edilecek veya eshabın tamamı Cennetlik denilecek.

26- Münafıklar için inen âyetleri biliyorsunuz da, niye eshab-ı kiramı öven âyetleri görmüyorsunuz, inanmıyor musunuz? O âyetleri Allah göndermedi mi? Allah’ın âyetlerini niye gizliyorsunuz? Âyetleri gizleyenlerin kâfir olduğunu bilmiyor musunuz? Hazret-i Ali’ye bile mushafı gizledi diye iftira ediyorsunuz. Hazret-i Ali’ye iftira eden diğer eshaba niye iftira etmesin ki? Siz açıkça yahudinin oyununa geliyorsunuz. İbni Sebe’nin görüşlerini ne zaman terk edeceksiniz?

Vehhabi, ya resulallah şefaat diyene müşrik diyor, müşrikler için âyet-i kerimeleri gösteriyor, siz de münafıklar için inen âyetleri gösterip, eshaba saldırıyorsunuz. Hâşâ diyelim ki o âyetler sizin dediğiniz gibi eshab-ı kiram için yani Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman için indi, peki Hazret-i Ali için inmediği nereden belli? İstisna mı var? Hazret-i Ali bundan hariç deniyor mu? Hazret-i Ali nasıl istisna oldu, istisna olduğunun delili nedir?

Eshab-ı kiramın hepsinin Cennetlik olduğu açıkça bildiriliyor. Allah bir âyette onların Cennetlik olduğunu söyler de öteki âyette münafık olduğunu Cehennemlik olduğunu söyler mi? Âyetlerde tenakuz olur mu? Siz üç halifeyi suçlayacağız diye, Kur’ana, Allah’a dil uzatmış oluyorsunuz. Kâfirlerden farkınız ne? Rafiziler, Allah bu işe müdahale etmedi diye Allah’a kızıyorlar. Siz de Allah Eshabın hepsi Cennetlik dediği için kızıyorsunuz. Aranızdaki fark ne?

27- Rafizilerin, (Bazı âyetlerde, eshabın itab edildiğini [azarlandığını] dolayısıyla Eshabın hepsinin hayırlı olduğunu bildiren âyetlerle çelişkilidir. Bu da Kur’anın üç halife tarafından değiştirilmiş olduğunu göstermektedir) demeleri de yanlıştır. Evet Eshab-ı kiramı itab eden âyetler vardır. Peygamber efendimizi itab eden âyetler de vardır. Bu âyetler, Peygamber efendimizin şânına noksanlık getirmeyeceği gibi, Eshab-ı kiramın şânına da noksanlık getirmez. Vefat ederken, kağıt istemesi de vahiy ile değildi. Çünkü dinin kemal bulduğu, bildirilecek bir şeyin kalmadığı âyetle bildirilmişti. Her sözü, her işi vahiy ile olsaydı, bazı sözüne ve işine, Allahü teâlâ itiraz etmez, itab eylemezdi. Abese suresinin başından 11 âyet, Resulullahı itab etmektedir. A’ma olan İbni ümmi Mektum hazretleri, Peygamberimiz, müşrikleri imana davet ederken, içeri girip, (bana dinimi öğret) diye bağırmıştı. Peygamber efendimiz de, şimdi sırası mı gibilerinden yüzünü ekşitmişti. Allahü teâlâ, bu yaptığının yanlış olduğunu bildirmişti. Peygamber efendimiz, bu zatı görünce, (Rabbimin, beni azarlamasına sebep olan zat) diye hitap ederdi. Başka âyetlerde de buyuruluyor ki:
(Ey Peygamberim, zevcelerinin rızasını düşünerek, Allah’ın helal ettiğini, neden kendine haram yapıyorsun?) [Tahrim 1]

(Resulüm doğru yalancı bilinmeden önce, niçin onlara izin verdin? Allah, bu işini affetti.)
[Tevbe 43]

Resulullah bir münafığın cenaze namazını kılmaya hazırlandığı zaman da şu âyet-i kerime gelmişti:
(Resulüm, Onlardan [münafıklardan, kâfirlerden] ölen kimsenin namazını sakın kılma, kabri başında da durma! Çünkü onlar Allah’ı ve Peygamberini inkâr ettiler, fâsık olarak öldüler.) [Tevbe 84]

Savaşta alınan esirleri mal karşılığı olarak salıverince şu âyet-i kerime gelmişti:
(Resulüm, yeryüzünde savaşırken, düşmanı yere sermeden esir almak [alınan esirleri mal karşılığı olarak salıvermek] hiçbir peygambere yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah ise, ahireti kazanmanızı istiyor.) [Enfal 67]

Beydavi tefsirinde, esirleri koyuvermeyi bildiren bu âyet-i kerimenin tefsirinde deniliyor ki, (Bu âyet-i kerime, Peygamberlerin ictihad ettikleri ve ictihadlarında yanılabileceklerini gösteriyor. Ama hatalarının, kendilerine hemen bildirildiğini, yanlışlarının düzeltildiğini göstermektedir.)

Peygamberlerin ictihadları hatalı kalmazdı. Mesela, Bedir gazasında alınan esirlere yapılacak şey için, Server-i âlem bazı Sahabe-i kiram ile birlikte bir türlü, Ömer ise, başka türlü ictihad etmişlerdi. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hazret-i Ömer’in ictihadının doğru olduğunu bildirdi. Bunun gibi Abese suresi de, bir ictihad hatasını düzeltmek için nazil olmuştu. Peygamber efendimizin vefatları sırasında, hokka ve kalem hakkındaki emirlerinin anlaşılmasında Hazret-i Ömer’in ictihadı, yine böyledir.

Bunlar gibi âyet-i kerimeler, Kur'an-ı kerimde çoktur. Bundan anlaşılıyor ki, bazı sözleri ve işleri, kendi isteği ve ictihadı ile idi. Kağıt istemesi de böyle idi. Hazret-i Ömer de kendi ictihadı ile istediğini bildiği için, rahatsız etmemek için kağıt verilmesin dedi. Nitekim dediği gibi oldu. Vahiy ile istemiş olsaydı, isteğinden vazgeçmez, tekrar isterdi.

Resulullah efendimiz böyle âyetlerle itab edilince, Eshab-ı kiramın itab edilmesi normaldir, onların şânını eksiltmez. Sonra Eshab-ı kiramı itab eden âyetler içinde, üç halifenin olduğunu söylenip de, Hazret-i Ali’nin olmadığı iddia edilemez. Çünkü o da diğer sahabe gibi Eshabdan biri idi.

Aslında Resulullahı itab eden bu âyetler, (Kur’anı Muhammed kendisi arkadaşlarıyla yazdı) diyen misyonerlere, (Eshab Kur’anı değiştirdiler, ekleme çıkarma yaptılar) diyen yahudi ibni Sebe’nin peşinden gidenlere en güzel cevaptır. Kur'ana el uzatılabilseydi, Resulullahı ve Eshabı itab eden âyetler Kur’ana alınır mıydı hiç?

Bu nasıl hayırlı eshab ki .... diye yazılar yazıyorsunuz.. Acaba şimdi bu nasıl peygamber ki.... diyebilecek misiniz? Eshabın hatası olur. Resulullahın bile yukarıdaki âyetlerde yanıldığı görülmüştür. Resulullaha böyle ictihadlarından dolayı dil uzatılamayacağı gibi, hepsi Cennetlik olan eshaba da dil uzatılamaz.

Tekrar ediyorum, kağıt meselesi, fedek hurmalığı meselesi, sizin bildiğiniz gibi değildir. Faraza öyle bile olsa, bir hata yapılmıştır. Allah bu hatanın yapılacağını biliyor muydu? Elbette biliyordu, buna rağmen onlara Cennetlik demesi, onların bu hatalarının affedildiğini göstermez mi? Allah onlardan razıdır, onlara Cenneti vaad etmiştir, size ne oluyor?

28- Diyorsunuz ki: Onlar nasıl en hayırlı insanlardır ki, onların içinde münafıklar kol geziyor ve onlarca âyete ilaveten bir sure sırf eshabın münafıkları hakkında iniyor ve onları şiddetle kınıyor? Durum bundan ibaret iken, nasıl olur da eshabın tamamı insanların en hayırlıları olabilir?

Eshab için Hayırlı insanlar tabirini Allah kullanıyor. Siz böyle söylemekle sadece Hazret-i Ali’ye dil uzatmakla kalmıyor, bizzat Resulullaha ve Allah’a da dil uzatıyorsunuz. Münafıklar Resulullahla beraber değil miydiler? Hazret-i Ali ile beraber değil miydiler? Hazret-i Ali hayırlı insan değil miydi? Ne diye münafikları aralarında barındırıyordu? Kol gezdiriyordu? Siz ne dediğini bilmeyecek kadar şuursuz musunuz yoksa?

Hepsinin Cennetlik olduğunu Allah haber veriyor. (Hadid 10, Tevbe 100, Nisa 95, Al-i imran 110, Feth 29, Nisa 95)

Siz münafıklarla eshabı kasten karıştırıyorsunuz? Hâşâ Allah bir yerde hepsi Cennetlik diyor, öteki yerde Cehennemlik mi diyor? Cehennemlik olanlar münafıklardır.

Eshab-ı kiramdan bir tanesi Cehennemlik demek, Allah’ı yalanlamak olur. Allah hepsi diyor, siz münafıklarla ilgili âyetleri eshab için indi diyebiliyorsunuz. Hâşâ, eshab için indi diyelim, üç halife bu âyetlere muhatap da Hazret-i Ali bundan müstesna mıdır? Elbette böyle bir şey yok. Hazret-i Ali’ye münafık dediğinizin farkında mısınız? Güya peşinden gittiğinize de münafık diyorsunuz, öyle ise siz nesiniz, siz kimsiniz?

29- Dinimizde yas tutmak olmadığı hatta yasakladığı halde, 10 Muharremde insanların kendilerine eziyet etmesine fırsat veriyorsunuz, bunun dinde yeri yok demiyorsunuz. Uydurma bile olsa, yas tutmak gerekir diye bir tek hadis var mı? Olamaz, çünkü, her peygamberin vefat günü yas günü olurdu. Şehitlerin vefat günleri yas günleri olurdu. Hazret-i Hamza’nın şehit edilmesinin yas günü mü ilan edildi? Niye Hazret-i Ali’nin vefatında yas tutmuyor, zincir vurmuyorsunuz da, oğlunun şehit edilmesinde vuruyorsunuz. İkisi de şehit oldu. Hazret-i Hasan var, o da şehit oldu. Hazret-i Ali’den daha üstün olan Hazret-i Yahya var, Hazret-i Zekeriya var. Peygamberimiz bu mübarek peygamberler için yas mı tuttu? Yahudilerin oyununa geliyorsunuz. Sizin kendinize eziyet etmeniz belki bizi ilgilendirmez ama, bir insan olarak insan acıyor, sebepsiz yere insan kendini döver mi? Böyle bir din, böyle bir mezhep olur mu? Hangi âyet ve hangi hadisle böyle bir şey ibadet olsun. Bu o büyük zatlara sevgi değildir. Hazret-i Hüseyin’i seven kendine zulmetmez.

Yas tutmak âyette hadiste var mı? Tutarsanız tutun. Kur'anda ve hadiste olmadığı için biz tutmayız. Madem yas tutmak onları sevmektir, Peygamberimizin vefat yıldönümünde niye yas tutmuyorsunuz? Hazret-i Ali’nin şehit edildiği yıldönümünde niye yas tutmuyorsunuz? Hazret-i Hasan’ın şehit edildiği yıldönümünde niye yas tutmuyorsunuz? Resulullahın kayınpederi Hazret-i Ömer’in bir yahudi tarafından şehit edildiği günde niye bayram yapıyorsunuz?

30- Bir de siz vehhabiler gibi büyük günah işleyene kâfir gözü ile bakıyorsunuz. Allah ben eshabın tamamından razıyım, hepsi Cennetlik buyuruyor. Siz bunu kabul etmiyorsunuz. Allah sadece şirk koşanları yani kâfir olarak öleni affetmem buyuruyor. Siz adam öldüreni içki içeni, zina edeni kâfir gözü ile görüyorsunuz. Vehhabilerden bu konuda farkınız ne? Size göre de büyük günah işleyen kâfir olur mu?

31- Diyorsunuz ki, Muaviye’ye hazret denilince tepemizin tası atıyor.
Neden Allah’a kızıyor ve tepeniz atıyor ki? Allah hepsi Cennetliktir diyor, onlardan razıyım diyor. Allah böyle dedi diye, yani eshaba hazret dedi diye niye tepeniz atar ki? Allah’ı niye suçluyorsunuz ki? Allah Eshab için en hayırlı ümmet tabirini kullanıyor. Hazret bu kelimenin yanında solda sıfır kalır. Demek Allah’a böyle kızıyor tepeniz atıyor öyle mi?

Hazret-i Muaviye’nin Hazret-i Hüseyin’in şehit edilmesi ile hiç ilgisi yok. Onun vefatından sonra şehit edilmiştir. Hatta Yezid denilen fâsık adamın bile haberi yok. Diyelim ki bizzat Hazret-i Muaviye, Hazret-i Hüseyin radıyallahü anhı şehit etmiş olsa bile, Allah müslüman olan kâfirin bütün günahlarını affettiğine göre, size ne oluyor? Allah onlar için en hayırlı ümmet tabirini kullanıyor, İncil’de ve Tevrat’ta onları övdüğünü bildiriyor. Hepsine Hüsnayı söz veriyorum diyor. Allah’ın böyle söylemesine niye tepeniz atar ki?

Buna kraldan çok kralcılık denir. Yani Allah affediyor, siz affedemiyorsunuz. Peygamber efendimiz, amcasının katiline, öldürülmesi an meselesi iken, kardeşinize yer verin buyuruyor, (Hamza ile Vahşi’yi kol kola Cennete girerken gördüm) buyuruyor. Allah affettim diyor, Resulü affediyor, size ne oluyor? Allah’ın Cennetlik dediği mübarek insanlara bu düşmanlık nedir?

32- Diyorsunuz ki: Aklı bir kenara bırakırsak işin içinden hiç çıkamazsınız, yani teville, hadislere (sünni hadisler) tarihe (sünni tarih) uydurma diyerek belki kendinizce işin içinden çıkarsınız ama akıl olunca mümkün olmaz.

Aklı bir kenara bırakan kim? Hangi akıl, âyetleri inkâr edenin aklı mı? Allah, (Hepsi Cennetlik) buyuruyor. Sizin aklınız, bir kısmı anlıyor. Böyle akıla, akıl denir mi hiç? Allah hepsi derken Onu yalancı çıkaran akla turp suyu sıkmalı, limon sıkmalı. Akıllı âyetlere uyan kimsedir, Hazret-i Ali’ye iftira etmeyen kimse akıllıdır, 17 bin âyeti sakladı diye ona iftira etmeyen akıl kıymetlidir. Hazret-i Ali’nin damadına ve Resulullahın kayınpederine (Hazret-i Ömer’e) saldıran akıl, akıl mıdır? Resulullahın damadına, kayınpederine, kayınvalidesine, kayınbiraderine saldıran akla akıl denir mi hiç?

Sünni hadisler uydurma, sizinkiler gerçek? Bunu hangi kitap yazıyor böyle?

33-
Müta nikahı ile alınan kadın bir erkeğe vâris olur mu? Bu kadının, bu erkekten olan çocuğu da, bu adama vâris olur mu? Müta nikahının helal olduğunu bildiren bir âyet var mı? Yoksa eshab bunu da mı Kur'andan çıkardı? Yoksa hâşâ Allah, zevce ve cariyeyi söyleyip de müta nikahı ile alınanı unuttu mu? Yani hâşâ suç Allah’ta mı yoksa oraya koymayan eshabda mı?

34-
İmam tayin etmek, Rabbülâlemin üzerine vacip midir? Allahü teâlâ bir şeyi yapmaya veya yapmamaya mecbur mudur?

35- Eshabın beşi hariç hepsine hâşâ kâfir diyorsunuz. Kur’anı da değiştirdiler diyorsunuz. Hadis-i şeriflere de uydurma diyorsunuz. Peygamberin eşine dostuna akrabasına da hâşâ kâfir diyorsunuz. Daha geriye ne kaldı? Evet, daha geriye ne kaldı? İslamiyet adına ne kaldı? Bu İslamiyet’i yıkmak istemek değil midir? İslamiyet’i yıkmak daha nasıl olur?

Bu iddialarınızın temeli Allah Resulünü inkâr etmek, Onun zamanının en kötü zaman, Onun sohbet ve irşadının en kötü sohbet ve irşad olduğunu, arkadaşlarının akrabalarının hâşâ münafık, kâfir, cani olduğunu işlemek, insanları buna inandırmak, dolayısıyla İslamiyet’i yıkmaktır. Hatta güya savunduğunuz ehl-i beyti bile, hâşâ, mevki makam, mal mülk düşkünü, korkak, sahtekâr, iki yüzlü münafık gösteriyorsunuz.

Kur’ana inanma, namaz kılma, oruç tutma, dinin sahibine, arkadaşlarına, akrabalarına hakaret et, lanet et, bu laneti ibadet say, bu nasıl din, desenize erkekçe bizim İslamla alakamız yok, bizim dinimiz böyle diye. Niye açıkça demiyorsunuz? Niye takıyye yapıyorsunuz?

Hazret-i Ali ve Eshab-ı kiram

Hazret-i Ali ve Eshab-ı kiram

Sual: Rafızîler, (Peygamberimiz Gadir-i hum’da Hazret-i Ali’yi resmen halife tayin etti; fakat sahabenin tamamı bunu kabul etmeyip başka birini halife seçti) diyorlar. Niye sahabeler Resulullahın sözünü dinlemediler?

CEVAP
Bu hem Peygamber efendimize, hem Hazret-i Ali’ye, hem de bütün Eshab-ı kirama yapılmış, çok çirkin bir iftiradır. Öyle bir şey olsaydı, Allah’ın aslanı olan Hazret-i Ali, kimseden çekinmeden halifeliğini açıkça ilan ederdi. Kendini halife ilan etmemesi, Resulullahın sözünü kabul etmemek olur. Bu iftira Hazret-i Aliye nasıl yapılır?

Resulullahın böyle bir sözü olmadığı için Hazret-i Ali, Resulullahın vefatının ikinci günü, mescide gelerek Hazret-i Ebu Bekir’e biat eyledi. Hazret-i Ebu Bekir, sözbirliğiyle halife yapıldı. Hazret-i Ali, Hazret-i Ebu Bekr’in halifeliğini seve seve kabul etmişti. İstemeseydi, korkak değildi, (Resulullah halife olarak beni seçti) der, Sıffin’de nasıl savaştıysa, onlarla da savaşırdı. Hazret-i Ali, Hazret-i Ebu Bekir’i seçtiğini bildirip biat ettikten sonra, minberin önünde oturup, Halifenin suallerine tesirli cevaplar vererek Halifeyi destekledi. (Redd-i Revafıd)

Sahabe Resulullahın sözünü dinlemedi demeleri de çirkin bir iftiradır; çünkü Eshab-ı kiramın tamamı Kur’an-ı kerimde övülmüş, hepsinin Cennetlik olduğu bildirilmiştir. Bu Cennetlik olan insanlar, Peygamber efendimiz için mallarını hatta canlarını feda etmeye her an hazırdılar. Bunların, Resulullahın halife tayin ettiği kimseyi bırakıp da, bir başkasını sözbirliğiyle halife yapması, yani hepsinin hâşâ Peygamber efendimize düşman olması nasıl düşünülebilir? Bu iftirayı ancak İbni Sebeci veya Rafızî denilen kimseler yapar. Başka hiçbir Müslüman böyle şey düşünemez. İki âyet-i kerime meali şöyledir:
(Mekke’nin fethinden önce Allah için mal verip savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlarla eşit değildir. Onların derecesi, sonradan Allah yolunda harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah [Eshabın] hepsine de en güzel olanı [Cenneti] vaad etti.) [Hadid 10]

(Allah, [Eshab-ı kiramın] hepsine de en güzeli [Cenneti] vaad etmiştir!) [Nisa 95]

Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Eshabıma dil uzatmakta Allah’tan korkun! Benden sonra onları kötü emellerinize alet etmeyin! Onları seven, beni sevdiği için sever. Beni sevmeyen de onları sevmez. Onları inciten beni incitmiş olur. Beni inciten de Allahü teâlâyı incitmiş olur. Bunun da cezası gecikmeden verilir.) [Buhari]

Halifeye isyan
Sual:
Eshab-ı kiram arasında savaşanlar oldu. Hazret-i Ali halife iken, halifeye niye isyan edildi?
CEVAP
Hazret-i Ali, halife olunca, karşı taraftakiler, henüz ona biat etmemişler, halifeliğini kabul etmemişlerdi, yani (Sen bizim halifemizsin) dememişlerdi. (Hazret-i Osman’ın katillerini bulup cezalandır! Şu işleri yap! Yoksa halifelere isyanın sonu gelmez. Bunları yaptıktan sonra biz senin halifeliğini kabul ederiz) dediler. Onun için karşı tarafınki halifeye isyan sayılmıyor. Doğruyu bulmak ve Allah'ın rızasını kazanmak için farklı ictihadda bulunuyorlar. Bazı âlimler, bunun bir ictihad hatası olduğunu söylüyorlar. Öyle demeleri de, onların ictihadıdır. İctihad ictihadla nakzedilmez, geçersiz hâle getirilmez.

Yani (Karşı tarafın ictihadı hatalıydı) demek de bir ictihaddır. İsabetli olup olmadığını ancak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlânın indinde de, hatalıysa, bu hatalı bir ictihad olur. İctihadda hata ise günah değildir. Çünkü yanılan da, ictihadından dolayı sevab alır. Hepsi cennetlik olan ve ictihadından dolayı sevaba kavuşan Eshab-ı kiramın bir kısmının hata ettiğini söylemek bizim için asla uygun olmaz.

Hazret-i Ebu Bekir’in hilafeti

Hazret-i Ebu Bekir’in hilafeti

Sual: Eshab-ı kiram kitabında, Fetih suresinin bir âyetinin, Hazret-i Ebu Bekir’in halifeliğinin hak olduğunu gösterdiği bildiriliyor. Madem âyetle bildiriliyor, niye halife seçimi oldu?

CEVAP
Eshab-ı kiram
kitabında şöyle deniyor:
(Fetih suresinin, (Arabdan size uymayanlara söyle...) mealindeki emri, Hazret-i Ebu Bekir’in hilafetinin hak ve doğru olduğunu göstermektedir; çünkü bu âyet-i kerime geldikten sonra, Müslümanları kâfirlere karşı gaza etmeye çağırmak, Hazret-i Ebu Bekir’in mürtedlerle gazaya çağırmasından sonra olduğu muhakkaktır. Bu âyet-i kerimede mealen, (Ona itaat ederseniz, Allahü teâlâ size sevab verir) buyuruluyor. Hazret-i Ebu Bekir’in hilâfeti haksız olsaydı ona itaat edenlere sevab verilir denilmezdi.)

Bu âyet-i kerimenin tamamının meali şöyledir:
(A’rabîlerin [Bedevilerin, Hudeybiye savaşından] geri bırakılmış olanlarına de ki: Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı [O günkü Emîr tarafından, Yemame’deki mürtedlere karşı] savaşmaya çağırılacaksınız. Onlarla savaşırsınız veya [onlar savaşmadan] Müslüman olurlar. Eğer [savaşın başındaki Emîr olan zatın savaş emrine] itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir; ama önceden [Hudeybiye’deki savaştan] döndüğünüz gibi, yine dönerseniz sizi elem verici bir azaba uğratır.) [Fetih 16]

Âyet-i kerimede, (Yakında savaşacaksınız) buyuruluyor. Yakında yapılan ilk savaş, Yemame’de Müseyleme-tül-kezzab ve diğer mürtedlerle yapılan savaştır. (Bu savaşa çağıran Emîr olan zata itaat ederseniz, mükâfat yani sevab kazanırsınız) buyuruluyor. Bu savaş meşru olduğu için, bu savaşa katılanlara mükâfat verileceği bildiriliyor. Bu savaşın Emîri de Hazret-i Ebu Bekir idi. Eğer Hazret-i Ebu Bekir haksız olarak halife olsaydı, (Ona itaat edenlere mükâfat verilecek) buyurulmazdı. Onun için bu âyet-i kerime, hazret-i Ebu Bekrin hilafetinin hak ve doğru olduğunu göstermektedir.

Biri çıkıp da, (İtaat edilmesi istenen Emîr, Ebu Bekir değil, Ömer, Osman veya Ali’dir) diyemez; çünkü en yakında yapılan savaşın Emîri Hazret-i Ebu Bekir’di.

(Niye halife seçimi oldu?) sualinin cevabı da şöyledir:
Halife seçiminde, halifenin olacağını Allahü teâlâ biliyorsa da, o âyet-i kerimede bildirilen halifenin kim olacağını Eshab-ı kiram bilmiyordu. Halife seçilip ilk savaş olunca, âyet-i kerimede bildirilen meşru halifenin Hazret-i Ebu Bekir olduğu meydana çıkıyor.

Nehc-ül-belaga kitabı

Nehc-ül-belaga kitabı

Sual: Sünni olarak tanınan biri, Nehc-ül-belaga kitabını Sünnilere dağıtıyor. Bu kitap Şiî kitabı değil midir?

CEVAP
Nehc-ül-belaga kitabını yazan Râdi, Yahudi dönmesi bir Şiî’dir. (Tuhfe-i isna aşeriyye)

Nehc-ül-belaga kitabını Yahudi dönmesi olan Ali Mürteda’nın kardeşi, Râdi isminde bir Şiî yazmıştır. Şiîliği kuran İbni Sebe de bir Yahudi dönmesidir. (Seadet-i Ebediyye)

Nehc-ül-belaga kitabındaki, Hazret-i Ali’ye isnat edilen hutbeler doğru değildir. (Abdullah-i Dehlevi, Mekatib-i şerife, m.61)

Nehc-ül-belaga
kitabını Şiîler ve Mutezile olanlar şerh etmiştir. Mesela şerh edenlerden biri olan İbni Ebilhadid, Mutezile mezhebindendir. Bu kitabı, mason ve süper mezhepsiz Abduh da şerh etmiştir, fakat hiçbir Ehl-i sünnet âlimi muteber kabul etmemiştir. Şiîlerin ve mezhepsizlerin bu kitabı övmeleri, Ehl-i sünnet için ölçü olamaz. Nasıl ki, Ehl-i sünnetin nakilleri bid’at fırkalarınca muteber sayılmazsa, onların nakilleri de, elbette Ehl-i sünnete göre muteber sayılmaz. O kitaptaki yazıların Ehl-i sünnete göre, hiçbir ilmi değeri yoktur. Bu kitap, üç büyük halife ve Eshab-ı kirama düşmanlıkla doludur.

Rafızî olan bir kimse, Sünni bir kitabı dağıtmadığı gibi, bir Sünni de Rafızî kitabını dağıtmaz. Eğer dağıtıyorsa, ya çok gâfildir veya sapıktır yahut maddi bir çıkarı vardır. Dinini dünyaya satıyordur.

Halife Kureyş’ten olur

Halife Kureyş’ten olur

Sual: Tarihte bazı İbni Sebeci sapıklar, (Halife Kureyş’ten olur) hadis-i şerifi için, (Halifeliği kapmak için uydurulmuş bir sözdür) diyorlardı. Şimdi ise, Mutezile kafalı ve İbni Sebe hayranı olan bir mezhepsiz, bu meşhur, mütevatir ve hakkında icma hâsıl olmuş hadis-i şerifin, (Üstünlük takvadadır) âyetine aykırı olduğunu söylüyor. (Sahabe, bu hadise dayanarak Ebu Bekir’i halife seçmiş ve Hazret-i Ali’nin hakkını yemiştir. Ehl-i sünnet âlimleri ise, bu uydurma hadisi Kur’ana arz etmekten âciz kalmışlardır) iftirasını yapıyor. Bu sözleriyle icma’a karşı gelmiş olmuyor mu?

CEVAP
Elbette karşı gelmiş oluyor. Bu meşhur hadis-i şerifi kaynak ve halifelik açısından inceleyelim:

Kaynak bakımından:
Bu meşhur hadis-i şerifi, Buhârî, Müslim, İ. Ahmed bin Hanbel, Nesaî, Taberanî, Hâkim gibi hadis âlimleri, Hazret-i Ali’den sahih olarak nakletmişler, hiçbir Ehl-i sünnet âlimi, bu hadis-i şerife uydurma dememiştir. Hele Kütüb-i sitte’de bulunan bir hadis için uydurma demek, çok cahilce ve haince bir iftiradır. İmam-ı Buhârî’nin veya İmam-ı Müslim’in sahihlerindeki hadis-i şeriflere ancak haddini bilmeyen kimse uydurma diyebilir.

İmam-ı Buhârî hazretleri, her hadisi yazacağı zaman gusül abdesti alıp, iki rekât namaz kılar, istihare ederdi. İçinde 7275 hadis bulunan Buhârî-yi şerifi 16 senede yazmıştır. Yedi bin küsur hadis-i şerifi 16 sene gibi uzun bir zamanda kılı kırk yararak, on binlerce hadis arasından seçmiştir. (İmam-ı Buhârî bu hadisleri alırken titizlik göstermedi, Kur’ana arz etmedi, kaynaklarına bakmadı) gibi iftiralar, affedilir cinsten değildir. (Ehl-i sünnetim) diyen biri asla bu iftirayı yapamaz.

Halifelik bakımından:
İmam-ı Nevevî buyuruyor ki: Bu ve benzeri hadisler, hilâfetin Kureyş’e has bir durum olduğuna delildir. Sahabe ve ondan sonraki devirlerde bunun üzerinde İcma edilmiştir. (İmam-ı Nevevî Şerhi)

Kadı İyâd hazretleri de buyuruyor ki: Halifenin Kureyşli olması şartı bütün âlimlerin hükmüdür. Sekife günü Ensar’ın hilafet istemelerine karşı Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer, bu hadisi delil getirdiklerinde hiçbir kimse karşı çıkmamıştır. Âlimler bu meselede İcma hâsıl olduğunu bildirmiştir. Zikrettiğimize muhalif olarak Selef-i salihinden bir söz nakledilmemiştir. Ondan sonra gelen asırlarda da durum böyledir. Bu konuda Mutezile’nin ve diğer bidat ehlinin sözleri geçersizdir. (İmam-ı Nevevî Şerhi)

Eshabı kiramın tamamının tasdik ettiği bu meşhur hadisi şerifi, hadis âlimleri ve diğer bütün Ehl-i sünnet âlimleri, Kur’ana arz edemiyorsa, bu mezhepsiz nasıl arz edebiliyor? (Kur’ana arz etmediler) demesi de tamamen iftiradır. İmam-ı a'zam hazretleri ve diğer müctehid imamlardan hangisi bu hadise uydurma demiştir? Onlar da, Kur’ana arz etmeyi bilememişler mi? Hadis âlimleri, fıkıh âlimleri, İmam-ı a'zam, İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbânî hazretleri gibi büyük zatlar bir hadisi Kur’ana arz edemiyorsa, başka kim arz edebilir ki? Bu zatlardan hiçbiri, bu hadise uydurma dememiştir.

(Halife, Kureyş’ten olur) hadis-i şerifi, (Halife olmağa layık, halifelik şartlarına malik olanlar arasında, Kureyş’ten olan varsa, onu tercih edin. Bu yoksa başkası seçilir) demek olduğu din kitaplarında yazılıdır. İmam-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki:
(Müslüman ve mükellef olduktan sonra halifede şu beş şart aranır:
1- Erkek olmak,
2- Takva sahibi olmak,
3- İlim sahibi olmak,
4- Hilâfeti yürütecek kabiliyette olmak,
5- Kureyş soyundan gelmek. Çünkü Resulullah, (Halife, Kureyş’ten olur) buyurmuştur. Bu sıfatlara sahip birkaç talip varsa, halkın çoğunluğu tarafından seçilen halife olur. Ekseriyetin görüşüne muhalefet eden bâgi ve âsidir.)

Bu İbni Sebeci’nin bilmediği veya bildiği hâlde gizlediği bir husus vardır. Şartsız söylenen hadis-i şeriflerde bazı şartlar vardır. Mesela (Cömerdin yeri cennettir) hadis-i şerifinde bazı şartlar elbette vardır. En başta Müslüman olma şartı vardır. Müslüman olmayan Cennete giremez. (Halife, Kureyş’ten olur) hadis-i şerifi de böyledir. İmam-ı Gazâlî hazretlerinin açıkladığı gibi, Kureyş’ten olup da kâfir ise halife olamaz, kadın ise olamaz. Takva sahibi değilse olamaz. İlim sahibi değilse olamaz, hilafeti yürütecek kabiliyette değilse halife olamaz. Çocuksa olamaz. Bu şartlar hep bu hadis-i şerifin içindedir. Bu hadis-i şerif, (Üstünlük takvadadır) âyetine aykırı değildir. Hele ırkçılıkla hiç alakası yoktur.

Bir milletin diğer milletten üstün yönleri olabilir. (Okuryazar değilim, ama Kayseriliyim) sözü bu gerçeğe işaret etmektedir. Cimri kavimler, kahraman milletler vardır. Türk milletinin kahramanlığı ve asaleti inkâr edilemez. Bir hadis-i şerif:
(Basra âbidlerin şehridir. Mısır ülkesi İblis’in maişet merkezidir, onun mağarası ve makamıdır. Zina zencilerde çok olur. Sadakat Habeşistan’dadır. Emirler Kureyş’tendir. İnsanların efendisi seyyidler ve Hâşimîlerdir.) [İ. Asakir]

Bu hadis-i şerifte, genelde Seyyidlerin ve Hâşimîlerin insanların efendisi olduğu, Mısır’ın uygun bir memleket olmadığı, zencilerde genelde zinanın çok olduğu, Kureyşlilerin genelde emirliğe layık olduğu bildiriliyor. Kureyşliler kıymetli ki Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
(Allahü teâlâ, beni insanların en asilzadesi olan Kureyş kabilesinden seçti.) [Hâkim]

Demek ki Kureyş kabilesi en asîl kabile oluyor. Kureyş’i beğenen, üstün yapan Allahü teâlâdır. Bir hadis-i şerif:
(Allahü teâlâ, İsmail evladından, Kinane’yi ve onun sülalesinden Kureyş’i beğendi, seçti. Kureyş evladından da, Hâşimoğullarını sevdi. Onlardan da, beni süzüp seçti.) [Müslim]

Peygamber efendimiz, en iyilerden olduğuna göre, Kureyş ve Hâşimîlerin iyi insanlar olduğu anlaşılıyor. Bir hadis-i şerif:
(Allahü teâlâ, Arabistan’daki seçilmişlerden beni seçti. Beni her zamandaki insanların en iyilerinde bulundurdu.) [Taberanî]

Peygamber efendimiz, soyunun çok şerefli olduğunu bildiriyor:
(Soy, ırk bakımından da insanların en şereflisiyim.)
[Deylemî]

Demek ki Peygamber efendimizin soyu genelde en şerefli olandır. Kureyş’in en şerefli kimseler olduğunu bu hadis-i şerif de bildirmektedir.

Konu halifelik olduğu için bu konuda da kısa bilgi verelim.
[Aşağıdaki yazının tamamı İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Redd-i Revafıd kitabından alınmıştır.]

Halife seçilirken

İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
Halife seçiminde üç türlü ictihad oldu:
Birincisi: Ensar, (İslâmiyet'e en çok yardım eden halife olur. Onun için halife, bizden olmalıdır) dediler.

İkinci ictihad: Eshab-ı kiramın çoğu, (Halife ümmetin işlerini yaptırabilecek kudrette olmalıdır. Arapların en şereflisi, en kuvvetlisi Kureyş kabilesidir. Resul-i Ekrem de bu kabiledendir. Halife Kureyş’ten olmalıdır) dediler.

Üçüncü ictihad: Hâşimîler, (Halife, Resulullah’ın akrabasından olmalıdır) dediler.

Bu üç ictihadın doğrusu, ikincisiydi. Ensar’ın İslamiyet’e yardımı çok büyüktü. Resul-i Ekrem’in akrabası da çok şerefliydi. Fakat halifelik, geçmiş hizmetlerin karşılığı olan bir istirahat koltuğu olmadığı gibi, akrabaya verilmesi gereken bir miras malı da değildi. İkinci ictihada göre, hilafetin Kureyş kabilesine verilmesi, Resulullah'ın da, bu kabileden olduğu için değildi. Kureyş’in şerefi, kuvveti, tesiri, itibarı, bütün Arabistan’da yayılmış, tanınmış olduğundandı. Çünkü halifelik, Müslümanlar arasında bağlılık, birlik, topluluk sağlayacak bir makamdır. Bunu yapmak için de, kuvvetli olmak lazımdır. Halifenin vazifesi fitne ve fesadı önlemek, huzur ve hürriyeti sağlamak, cihadı idare etmek ve Müslümanların işlerini kolay ve rahat işletmektir. Bunlar da, kuvvetle yapılacak şeylerdir.

Ensar’ın kendi aralarında toplanıp seçime kalkışmaları, bir karışıklığa yol açabilirdi. Hazret-i Ebu Bekir, (Halife Kureyş’ten olur) hadis-i şerifini söyleyince, Ensar da razı olup, halifelikten vazgeçtiler. Ensar da bu hadis-i şerifi kabul edince, bu hadis, Eshab-ı kiramın tamamınca tasdik edildi ve hakkında İcma hâsıl oldu. Hazret-i Ebu Bekir, çıkacak fitneyi önledi ve halife seçilerek, Müslümanları büyük bir karışıklıktan kurtardı.

Resulullah'ın vefatından sonra herkes şaşkına dönmüştü. Hazret-i Ebu Bekir, tam bir olgunlukla Eshabı topladı. Onlara yüksek sesle hitap ederek, (Ey Eshab-ı kiram, kim, Muhammed aleyhisselama tapınıyorsa, bilsin ki o ölmüştür. Kim Allahü teâlâya tapınıyorsa, biliniz ki O hep diridir. Hiç ölmez!) buyurdu. Daha nice tesirli sözler söyledi. Ensar’ın yanına gitti. Onlara, (Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yaptırmak için, bir baş seçiyormuşsunuz. Düşünün, araştırın! Halifenin Kureyş’ten olması lazım geldiğini bildiren hadis-i şerifi duydunuz. Ebu Ubeyde ile Ömer’den birini seçin!) dedi. (Hazret-i Ömer söz aldı. Hazret-i Ebu Bekir’e dönerek, (Resul-i Ekrem, seni, dinin direği olan namazda, kendisine halife yaptı. Seni hepimizin önüne geçirdi. Elini uzat! Ben, seni halife seçtim) dedi ve elini uzattı. Ensar’ın hepsi, söz birliği ile halifeyi kabul etti.

Hazret-i Ebu Bekir, Ensar’a şöyle hitap etti:
(Ey Ensar! Sizin de İslâm’a olan hizmetiniz inkâr olunamaz. Allahü teâlâ, sizi kendi dinine ve Peygamberine yardım için seçti. Resulünü sizlere gönderdi. İlk muhacir olanlardan sonra, sizden daha kıymetli kimse yoktur. Resulullah’ı bağrınıza bastınız. Ona yardımla övünmek şerefi, üstünlüğü sizindir. Bunu kimse inkâr edemez. Fakat bütün Arabistan halkı, halifenin Kureyş’ten olmasını ister. Başkasını halife görmek istemez. Çünkü Arab’ın soyca, irfanca en üstününün Kureyş olduğunu herkes bilir. Memleketleri de Arabistan’ın ortasındadır. Biz âmiriz, siz de vezirimiz, müşavirimizsiniz. Hiçbir şey, size danışılmadan yapılmaz.)

Hazret-i Ömer de söz alıp, (Ey Ensar! Resul-i Ekrem hasta iken, sizi Kureyş’e vasiyet etti. Eğer siz emir olacak olaydınız, Kureyş’i size vasiyet ederdi) dedi.

Ebu Bekr-i Sıddık ertesi gün, mescide geldi. Minbere çıktı. Cemaate baktı. Hazret-i Ali’yi göremeyince, çağırttı. O gelince, (Müslümanların söz birliğinden ayrılmak ister misin?) dedi. Hazret-i Ali de, (Ey Resulün halifesi, ayrılmam) diyerek elini uzattı, kabul etti. Zübeyr bin Avvam hazretleri ve Hazret-i Ali, halifeyi kabulde geciktikleri için özür dilediler. (İyi biliyoruz ki, halife olmaya, içimizde Ebu Bekir’den daha haklı kimse yoktur. Çünkü o, mağarada arkadaş olmakla şereflenmiştir. Onun şerefini, üstünlüğünü iyi biliyoruz. Resulullah namaz için imamlığa aramızdan onu seçti) dediler. [İmamlığa, en layık olan seçilir.]

İmam-ı Şâfiî hazretleri, (Resulullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefat edince, Eshab-ı kiram düşündü, aradı, yeryüzünde Ebu Bekir’den daha üstün kimseyi bulamadı. Onu söz birliği ile halife yaptı) buyuruyor.

Hazret-i Ali ile Hazret-i Abbas, Hazret-i Ebu Bekir’in halife olmasına itiraz etmediler. İkisi de, Hazret-i Ebu Bekir’in halifeliğini kabul etti. Böylece, Hazret-i Ebu Bekir, söz birliğiyle halife seçilmiş oldu. Ebu Bekir’in halifeliği haklı olmasaydı, Hazret-i Ali ile Hazret-i Abbas, kabul etmez, haklarını isterdi. Nitekim Hazret-i Ali, Hazret-i Muaviye’nin halifeliğini haklı görmediği için, kabul etmedi. Hazret-i Muaviye’nin askeri ve kuvveti, kendisinden daha çok olduğu hâlde, hakkını istedi ve büyük bir savaşa sebep oldu. Hâlbuki Hazret-i Ebu Bekir’den hak istemesi daha kolaydı ve kolayca da seçilirdi. Çünkü o zaman, Resulullah’ın zamanına daha yakındı ve hakkı meydana çıkarmak isteği herkeste çok vardı. Bundan başka Hazret-i Abbas, Hazret-i Ali’den halife olmasını istiyordu, fakat Hazret-i Ali kabul etmedi. Kendini daha haklı görseydi kabul ederdi. Hâlbuki Hazret-i Zübeyr, o büyük şöhreti ve cesaretiyle bütün Haşimoğulları ve başka birçok Sahabî, Hazret-i Ali ile beraberdi. Hazret-i Ebu Bekir’in hak üzere halife olduğunu göstermeye, bu icma [söz birliği] yetişir. Bunu bozacak bir işaret bile bulunmaması, haklı olduğunu daha kuvvetlendirmektedir. (Hazret-i Ali, istemeyerek, durumu idare etmek için kabul etti) demek çok çirkindir. Sahabe-i kiram, doğruyu kabul etmeyen kimseler olsaydı, o zaman öyle düşünülebilirdi. (Zamanların en iyisi benim zamanımdır) hadis-i şerifi ile şereflenmiş kimseleri idare etmek için haktan vazgeçmek, Hazret-i Ali gibi büyük bir zata yakıştırılır mı?

Rafızilerin, (İmam-ı Ali, halifelik kendi hakkı iken, hoş geçinmek için, istemeyerek Hazret-i Ebu Bekir’i kabul etti) demesi, o Allah’ın aslanını küçültmek olur. Çünkü hakkı, doğruyu söylememek günahtır. İstemeyerek iş yapmaksa, en aşağı bir müminin beğenmediği şeydir.

Allah’ın aslanı ve Resulullah'ın damadı, cesarette ve kahramanlıkta eşi bulunmayan Hazret-i Ali’yi, böyle beğenilmeyen işi yapacak kadar küçültmek çok yanlıştır. Cahiller, aşırı taşkınlık yaparak (Hazret-i Ali’yi yükselteceğiz) diye, onu kötülüyorlar. Onu aşağılamakla övdüklerini sanıyorlar.
(Redd-i Revafıd)

Hidayeti kim verir?

Hidayeti kim verir?

Sual: İbni Sebeci biri, (Hidayete ulaştırma hakkı hiçbir peygambere verilmezken Ali’ye verilmiştir) diyor. Bunu nasıl söyleyebiliyor ve Hazret-i Ali’yi Allah yerine nasıl koyabiliyor?

CEVAP
Hazret-i Ali’ye Peygamber demek, Allah demek küfür olur. Fakat İbni Sebeci’nin küfre düşmek korkusu olmaz. Onlar yalandan çekinmezler. Eshab-ı kirama yapmadıkları iftira yoktur. (Musa ile Tur dağında Ali’yi gördüm Ali'yi) diyen onlardır. Yani (Ali Allah’tır) diyorlar.

Hidayet, İslamiyet demektir. İslamiyet ise Allahü teâlânın gösterdiği doğru yoldur. Onun için hidayete doğru yol deniyor. Zıddı da, dalalettir, sapıklıktır. Hidayet, hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görüp doğru yola girmek, dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak, iman etmek, Müslüman olmak demektir.

Allahü teâlânın 99 isminden biri olan El-Hâdî, hidayet veren demektir. Bu konuda iki âyet-i kerime meali:
(Dilediğini hidayete kavuşturan Allah’tır.) [İbrahim 4]

(Sen sevdiğine hidayet veremezsin
, dilediğine hidayet veren Allah’tır.) [Kasas 56]

Bir hadis-i şerif de şöyledir:
(Hidayet benim elimde değildir. Saptırmak da şeytanın elinde değildir.) [İ. Adiy]

Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Peki, Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi niye gönderdi? Bir hadis-i şerif şöyledir:
(Allahü teâlâ, beni âlemlere rahmet ve hidayet için gönderdi.)
[Ebu Nuaym]

Yani hidayete ermelerine vasıta olmak için gönderdi. Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vasıtasıyla birçok kişi Müslüman oldu.

Bizim vasıtamızla da bir kişinin Müslüman olması çok büyük sevabdır. Üç hadis-i şerif:
(Senin vasıtanla Allahü teâlânın bir kişiye hidayet vermesi, senin için üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.) [Taberânî]

(Bir kâfirin hidayetine sebep olmak, kızıl develere mâlik olmaktan iyidir.) [Buhârî]

(Birinin hidayetine sebep olan Cennete girer.) [Buhârî]

Demek ki Peygamber efendimiz de, ümmeti de insanların hidayetine sebep oluyor, hidayeti veren ise yalnız Cenab-ı Hak’tır.

İmâm-ı a'zama düşmanlık, ümmetedir

İmâm-ı a'zama düşmanlık, ümmetedir

Sual: İmâm-ı a'zam Ebû Hanife hazretlerine dil uzatanlar oluyor, bunlara ne demeli?

Cevap:
Hanefî âlimlerinden ibni Âbidîn hazretleri, Redd-ül-muhtâr kitabında diyor ki:
İmâm-ı a'zamın büyüklüğünün şahidi, mezhebinin en çok yayılmış olmasıdır. Mezhep imamları, Onun sözlerini senet olarak almışlardır. Mezhebinin âlimleri, bu zamana kadar, her yerde Onun sözleri ile fetva verdiler. Evliyadan çoğu, Onun mezhebine uyarak kemale geldiler. Anadolu, Balkan Müslümanları, Hint ve Maveraünnehir yani Türkistan, yalnız Onun mezhebini bilirler. Mecma'ul-bihâr kitabında deniyor ki:
“İmâm-ı a'zamdan Allahü teâlânın razı olduğuna alamet, mezhebinin her yere yayılmasını kolaylaştırmasıdır. Bu işte bir sırr-ı ilâhî olmasaydı, yeryüzündeki Müslümanların çoğu Onun mezhebinde olmazdı.”

Bu ümmetin âlimlerinin çoğu Hanefi mezhebinde idiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İsa aleyhisselama benzemektedir. Vera ve takva nimetine kavuştuğu ve Sünnet-i seniyyeye uyduğu için, nasslardan ahkam çıkarmakta ve ictihad yapmakta, çok yüksek dereceye ulaşmıştır. Bazı âlimler, Onun bu derecesini anlayamadılar. Onun ictihad ile bulduğu şeyler, çok ince bilgiler olduğu için, Kitaba ve Sünnete uymuyor sandılar. Bu yüce imama, re'y sahibi dediler. Onun ilminin hakikatine yetişemedikleri, Onun anladığını anlayamadıkları için, böyle yanıldılar.

Halbuki, imâm-ı Şafii hazretleri, Onun anladığı bilgilerden, az bir şey sezerek, 'Fıkıh âlimlerinin hepsi, fıkıh ilminde, Ebû Hanîfenin talebesidir' dedi. Muhammed Pârisâ hazretleri; 'İsa aleyhisselam gökten inince ictihad ve ameli imâm-ı Ebû Hanîfenin mezhebine uygun düşecektir' buyurdu.”

Mezhepsizler, Ebû Hanîfe hazretleri hakkındaki hadis-i şerifler için Kütüb-i sittede yoktur demektedirler. Halbuki hadis-i şeriflerin sayısı, Kütüb-i sittede bildirilmiş olanlar kadar değildir. Başka hadis kitaplarında da sahih hadislerin bulunduğu söz birliği ile bildirilmiştir. Tirmizî'de yazılı, Ebû Hüreyre hazretlerinin bildirdiği hadis-i şerifte;
(İman Süreyya yıldızına gitse, Fâris ehlinden biri, onu geri getirir) buyuruldu. Bunun, İmam-ı a'zam hazretlerini bildirdiği muhakkaktır. Ebû Hanîfe hazretlerine düşmanlık ise, bu ümmete düşmanlıktır.

Sual: Selefî biri, bana Arapça bir kitapta, Ebu Hanife’nin, (Allah gökte değil) diyen Müslümanlara kâfir dediğini gösterdi. Bir cariye de, (Allah gökte) demiş. Peygamber efendimiz kabul etmiş. Bunlar yanlış değil mi?
CEVAP
Elbette yanlıştır. Selefîlerin yapmadığı sahtekârlık yok. İmam-ı a'zam hazretleri, (Müşebbihe) ve (Mücesseme) fırkalarından değil ki öyle desin. O, Ehl-i sünnettir. Allah'ı bir cisim gibi görmek, ona mekân yani bir yer tahsis etmek çok yanlıştır. Gökleri ve yerleri yaratmadan önce de Allahü teâlâ vardı. Peygamber efendimiz bir cariyeye, Allah'ı nasıl biliyorsun diye soruyor. Cariye, (Hüvallahü fissemâvâti) diyor. Bunu (Allah göktedir) diye tercüme etmek elbette yanlış olur.

En’am sûresinin 3. âyeti olan (Hüvallahü fissemâvâti ve filardı = O Allah, göklerde ve yerdedir) âyet-i kerimesini müfessirler, (Göklerde ve yerde ibadete lâyık yalnız O Allah’tır) şeklinde açıklıyorlar. Cariye, âyet-i kerimeyi okuyor. Yani (Göklerin sahibi, ibadete layık yalnız O Allah’tır) diyor. Cariye âyet-i kerimeye uygun söylediği için Peygamber efendimiz tasdik ediyor. Yoksa, Hristiyanlar veya Necdiler gibi hâşâ (Allah göktedir) demenin küfür olduğu Ehl-i sünnet kitaplarında yazılıdır. (Miftah-ül Cenne)

O âyet-i kerimeyi, (Allah yerde ve göktedir) diye anlamak yanlıştır. Biri, (Falanca benim gözümden düştü) dese, biz gözden düşme deyimini bildiğimiz için, o kişinin bunun yanında itibarının kalmadığını anlarız, ama bu deyimi bilmeyen biri, o kişinin fiziksel olarak gözden aşağı düştüğünü zanneder. İşte Selefîler de, bunları bilmedikleri için (Allah göktedir) diyorlar. Peygamber efendimiz, cariyenin ne demek istediğini hemen anlayıp tasdik ediyor.

Zuhruf sûresinin 84. âyeti, (O gökte ilahtır, yerde ilahtır) diye tercüme edilirse yanlış olur. Allah'ın hem gökte, hem yerde olduğu anlaşılır.

Secde sûresinin 5. âyetini, (Allah, gökten bütün dünya işlerini idare eder) şeklinde anlamak yanlış olur. Vehhâbîlerce çıkarılan mealde bile, (Allah, gökten yere kadar her işi yönetir) diye tercüme edilmiş.

Mülk sûresinin, (Göktekinin sizi yere geçirmesinden, taş yağmuruna tutmasından emin mi oldunuz?) mealindeki 16. ve 17. âyetlerindeki göktekinin hâşâ Allah olduğunu söylemek yanlıştır. İmam-ı Beydâvî hazretleri, (Allah’ın bu âlemin tedbirine vekil ettiği gökteki melektir) buyuruyor.

Kur’an-ı kerimde (Köye sor!) deniyor. Bu, (Köydeki insanlara sor!) demektir. Köyün kendisine sorulmaz ki. Türkçede de (Kalorifer yanıyor) demek (Kaloriferin demirleri yanıyor) demek değildir. (İçindeki su ısınmıştır) denmek isteniyor. Bu deyimleri bilmeyenler, hâşâ (Allah göktedir) diyorlar.

Kur’an’da birkaç âyette, Peygamberimize, (Müminlere kanadını indir) buyuruluyor. Bu âyet de bir deyimdir. Peygamber efendimizin tek veya iki kanadı olduğu anlaşılmaz. (Tevazu göster) demektir.

Taha sûresinin (Rahman, Arşa istiva etmiştir) mealindeki 5. âyetini de, hâşâ (Allah Arşta oturuyor) diye tercüme ederek insana benzetiyorlar. Bir yere oturmak insan ve hayvan gibi mahlukların vasfıdır. Hâlbuki Kur’an-ı kerimde, (O hiçbir şeye benzemez) buyuruluyor. (Şûra 11)

Ehl-i sünnet âlimleri, Arş’a istiva etmeyi, Arş’a hükmetmek olarak açıklamışlardır. İmam-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir. Allah’ın, Arş’a istiva etmesi, Arş’ı hükmü altına alması demektir. Mesela (Hükümdar, Irak’ı kansız olarak istiva etti) demek, (Irak’ı kansız olarak ele geçirdi) demektir.
(İlcam-ül-avam)

Falcılık büyücülük nedir

Falcılık büyücülük nedir

Sual: Sevgi, muhabbet için veya yapılan büyüleri çözmek için de olsa büyü yapmak veya yaptırmak yine günah olur mu?

Cevap:
Konu ile ilgili olarak İbni Âbidînde deniyor ki:
“Öğrenmesi haram olan bilgilerden biri sihir, büyü ve kehanettir. Sihir, ilme, fenne uymayan gizli sebepler kullanarak, garip işler yapmayı sağlayan ilimdir. Sihri öğrenmek de, öğretmek de haramdır. Müslümanları zarardan korumak için ve hayırlı işler yapmak için öğrenmek de haramdır.

Demek ki, yapılmış büyüyü çözüp yok etmek, karı, koca arasında muhabbet, sevgi hasıl etmek ve harpte düşmanı mağlup etmek gibi faydalı işler için de sihir yapmak büyük günahtır. Hayırlı iş yapmak için, bu büyük günahı işlemenin caiz olmayacağı Hadîkada yazılıdır.

Zevcin zevcesini sevmesi için Tivele denilen sihri yapmak, hadîs-i şerif ile nehiy edilmiş, yasaklanmıştır. Bunun haram olduğu Hâniye fetvasında da yazılıdır. Sihirde âyetlerden, dualardan başka şeyler yazılıdır. Sihirbazın ve zındıkın tevbeleri kabul edilmez. Ben her istediğimi yaparım şeklinde küfre sebep olan itikadı olmasa dahi, fitne ve fesada çalıştığı için, sahirin, büyücünün hakim tarafından cezalandırılması lazımdır. Sihirde imanı gideren bir şey de yaparsa, kafir olur.

Kehanet, ileride olacak şeyleri haber vermektir. Arraf, falcı demektir. Çalınan şeylerin yerlerini, çalanları ve sihir yapanları haber verir. Tecrübe ile, hesap ile değil, tahmin ile, zan ile konuşurlar. Yahut cinden öğreniyoruz derler.”

Sual: Kâhinlik, falcılık, büyücülük nedir? Bunlara inanmanın hükmü nedir?
CEVAP
Kâhinlik, cinden bir arkadaş edinip, olmuş şeyleri ona sorup, ondan öğrenmek ve bunları başkalarına bildirmektir.

Cin ile tanışan falcılar, (Yıldızname)ye bakıp, sorulan her şeye cevap verenler böyledir. Bunlara ve büyücülere gidip, söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bazen doğru çıksa bile, Allah’tan başkasının her şeyi bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfürdür. (Hadika)
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Uğursuzluğa inanan, kâhinlik yapan, kâhine giden, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir, Kur'an-ı kerime inanmamış olur.) [Bezzar]

İbni Ebi Zeyd hazretleri diyor ki:
(Cinci tarikatçıya inanmak, insanı cinden kurtardığına inanarak, ona ücret vermek caiz değildir. Büyü çözene de para vermek caiz değildir.)

(Birgivi Vasiyetnamesi)nde, (Bir kimse, ben çalınanları, kaybolanları bilirim dese, diyen de, buna inanan da kâfir olur. “Bana cin haber veriyor, onun için biliyorum” derse, yine kâfir olur. Çünkü cin de gaybı bilmez. Gaybı yalnız Allah bilir) buyuruluyor.

Gaybı cin de bilmez
Kadızade, burayı şöyle açıklıyor:
(Gaybı, Allahü teâlânın vahy ve ilham ettikleri de bilir. Cin gaybı bilmez. Fakat cin, ben evliyadan duydum ki şöyle imiş derse, küfür olmaz. Ancak cinler yalan söyledikleri için onlar biz duyduk deseler de inanmamalıdır. Allahü teâlâ vahy yolu ile Peygamberlere gaybı bildirdiği gibi, ilham yolu ile de evliyaya ve müminlere de bildirir.)

İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
(Büyü; ilme, fenne uymayan, gizli sebepler kullanarak, garip işler yapmayı sağlayan ilimdir. Büyü öğrenmek de, öğretmek de haramdır. Müslümanları zarardan korumak için öğrenmek de haramdır.) [Redd-ül-muhtar]

Hayırlı iş yapmak için de haram işlemek [büyü çözmek için büyü yapmak] caiz değildir. (Hadika)

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Büyü yapmak, küfre en yakın olan, en kötü haramdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Müslüman büyü yapmaz. Allah saklasın, imanı gittikten sonra büyü tesir eder.) [c.3, m.41]

İmam-ı Nevevi hazretleri buyuruyor ki:
(Büyü yaparken, küfre sebep olan kelime ve iş olursa, küfürdür. Böyle bir kelime ve iş olmazsa, büyük günahtır.)

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Helake sürükleyen yedi şeyden biri büyüdür.) [Buhari]

(İpe üfleyip düğüm atan kimse, büyü yapmış olur. Büyü yapan da Allah’a şirk koşmuş olur.) [Nesai]

(Falcıya, büyücüye, kâhine giderek, onların söylediklerine inanan, Kur'an-ı kerime inanmamış olur.) [Taberani]

(Büyücüye inanan kimse, Cennete giremez.) [İ. Hibban]

(Gaibden haber vermek maksadı ile yıldız ilmi ile uğraşan kimse, büyücü gibi günaha girer.) [İbni Mace]

(Falcıya fal baktıran, onun sözüne inanmasa bile, kırk gün kıldığı namaz kabul olmaz.) [Müslim]

(Fal bakmak, yazı ve çizgi ile gelecekten haber vermek, puta tapmak gibidir.) [Ebu Davud]

(Karı-kocayı birbirine düşüren Allahü teâlânın lanetine uğrar.) [El-Envar]

(Ana ile evladın, kardeşle kardeşin arasını açana lanet olsun.) [İbni Mace]

(Kâhinlik yaparak alınan para haramdır.) [Buhari]

(İnsanı helâke sürükleyen şu yedi şeyden sakının:
1- Allah’a şirk koşmak,
2- Sihir yani büyü yapmak,
3- Katillik,
4- Faiz yemek,
5- Yetim malı yemek,
6- Cihadda savaştan kaçmak,
7- Evli ve namuslu bir kadına, zina etti diye iftira etmek.)
[Buhari, Müslim]

Büyü, insanları hasta eder. Sevgi veya nefrete sebep olur. Yani cesede ve ruha tesir eder. Büyü, kadınlara ve çocuklara daha çok etki eder. Büyünün tesiri kesin değildir. İlacın tesiri gibi olup, Allahü teâlâ dilerse tesirini yaratır. Dilerse tesirini yaratmaz.

Şu halde, (Büyücü, büyü ile istediğini şüphesiz yapar, büyü muhakkak tesir eder) diyen ve inanan kâfir olur. (Allahü teâlâ takdir etmişse, büyü tesir edebilir) demelidir!

Sual: Büyü, sihir etki etmez diye inanıyorum. Doğru mu?
CEVAP
Yanlış. Büyü etki edebilir, mutlaka etki eder demek yanlıştır. Büyü ilaç gibidir. Bazen etki edebilir, insanı hastalandırır. Her ilaç da her zaman etkisini göstermez, göstermediği de olur. Yani ilaca da büyüye de tesir kuvvetini veren Allahü teâlâdır. Vermezse, ilaç da, büyü de tesir etmez.

Sual: Resulullaha da sihir yani büyü yapılmış, bu olay nasıl oldu?
CEVAP
Resulullah efendimiz, Medine’ye hicretinden önce, Medine halkı Abdullah bin Selul’ün etrafında toplanmışlardı. Resulullah Medine’ye teşrif edince, Medine halkı tamamen Ona hürmet ve alaka gösterdiler. İbni Selul’ü bıraktılar. Bunun üzerine Resulullahı öldürmek için harekete geçti. Yahudiler onun yanına toplandılar. Bazı planlar yaptılar. Lebid bin Asım’dan yardım istediler. Lebid, falan mahallede Hayre adında sihir yapmakta çok ileri yaşlı bir kadın var, onu bulun dedi. Bulup o kadına çok para verdiler. Yaşlı kadın bir güvercin yavrusuna iğneler batırıp, 11 düğüm yaparak güvercin yavrusunun üzerine sardı. Medine’nin dışında harap bir kuyunun içine koyup, ağzını kapattı.

Resulullah efendimiz hastalandı. Azaları hareketsiz kaldı. Bu hâl 9 gün devam etti. Sonra Cebrail aleyhisselam geldi, durumu haber verdi. Resulullahı oraya götürdüler. Kuyuyu açıp güvercini çıkardı. Fakat düğümleri çözemediler. Cebrail aleyhisselam Muavvizeteyn [Kul Euzü] surelerini getirdi. Resulullah bu sureleri o düğümlerin üzerine okudu. Her âyeti okudukça bir düğüm çözüldü. İki suredeki 11 âyet okununca, 11 düğüm de çözüldü. Resulullah efendimiz hastalıktan tamamen kurtulup, sıhhate kavuştu.

Sual: Cin insana geçmişte olan olayları bildirebilir mi?
CEVAP
Cin gördüklerini anlatabilir, gaibden haber veremez. İnsanlar da gördüklerini anlatırlar. Cinlerden görmediklerini söyleyenler çıkabilir. Kibirli yalancı olanları vardır, onlara güvenilmez.

Sual: Cinci hocaya büyü çözdüğü için para vermek günah mıdır?
CEVAP
Cinci hocaya inanmak, insanı cinden kurtardığına inanarak, ona ücret vermek caiz değildir. Büyü çözene de para vermek caiz değildir.

Sual: Âyetler okunup ipliğe düğüm atılıyor. Kötülerin şerrinden korunmak için dua ediliyor. Büyüye girer mi, caiz mi?
CEVAP
Büyüye girer, caiz değildir.

Bio enerji
Sual:
Bio enerji veya benzer yollarla, beynin kapasitesini arttırarak, normalde insanların yapamadığı şeyleri yapmanın veya gaybı görmenin dinde yeri var mıdır, yoksa bunlar sihir midir?
CEVAP
Bir tekniğe dayanıyorsa mahzuru olmaz; fakat tekniğe dayanmıyorsa, sihir yani büyü olur. Beynin kapasitesini arttırarak, bir takım tekniklerle normalde görülemeyen şeyleri görmek, gaybı görmek demek değildir. O şekilde görülenler gayb olmaz. Mesela günümüzde, ultrasonla anne karnındaki çocuğun cinsiyeti görülebiliyor. Eskiden bilinemiyordu. Ultrasonla bunu gören doktor için, gaybı biliyor denmez.

Sual: Bir cinci hocaya gittim, benden kesilmiş tırnak parçalarımı istedi, vereyim mi?
CEVAP
Öyle yerlere gitmeyin ve vermeyin. Kesilen tırnakları gömmek iyi olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Saç ve tırnağınızı toprağa gömün, büyücüler onlarla sihir yapmasın!) [Deylemi]

Sual: Sihir nedir?
CEVAP
İnsanların bütün işleri, âdet-i ilahiyye içinde meydana gelir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara ikram olmak için, âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratır. Bunlar enbiyadan meydana gelirse Mucize, evliyadan meydana gelirse Keramet, diğer müminlerden meydana gelirse Firaset, fâsıklardan meydana gelirse İstidraç, kâfirlerden zuhur ederse Sihir denir.

Iraklı bazı kimselerin ağızlarına ateş almalarına, avurtlarına şiş sokmalarına keramet diyenler çıkıyor. Allahü teâlâ, böyle kimselerin Hazret-i Musa zamanında da bulunduğunu, bunların sihir olduğunu bildiriyor. Böyle göz boyamak haramdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bir kişinin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü veya ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat dine uymayan bir iş yapsa, keramet ehliyim dese de, onu büyücü, yalancı, sapık ve doğru yoldan saptırıcı bilin!) [El-Münire]

Sual: TV’de gördük. Efsun yapılanı akrep sokmuyormuş. Efsun nedir?
CEVAP
Efsun, fen yolu ile tecrübe edilmemiş, manası bilinmeyen veya küfre sebep olan şeyi, hasta olmamak veya hastalığı tedavi için okuyup üflemek demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Efsun yapan tevekkül etmemiş olur.) [Nesai]
Efsunun büyüye, yani sihre benzeyen tarafı vardır. Bunlarla uğraşmak caiz değildir.

Şirinlik muskası
Sual:
Beyimin başka kadınlarla ilişkisi olduğundan evine bağlanması için büyücü hocaya gittim. O da, tarif edip, (Kocana hayız kanı içir, muhabbet hâsıl olur, sana bağlanır) dedi. Bazı cinci hocalar da şirinlik muskası yazıyorlar. Hangisi uygundur?
CEVAP
Büyücülere ve cincilere inanmak kesinlikle caiz değildir.

İbni Mesud hazretleri, (Rukye, temime, tivele şirktir) hadis-i şerifini anlatınca, hanımı (Böyle söyleme, gözüm ağrıyordu. Yahudi’nin yaptığı rukye ile ağrım kesildi) dedi. Ona, (Bu ağrı şeytanın işiydi. O, rukye yapılınca, Yahudi’nin okumasıyla geçtiği zannedilsin diye vazgeçti) buyurdu. (Ebu Davud – Şir’a)

Rukye,
okuyup üflemek veya üzerinde taşımak demektir. Meşru olanı ve olmayanı vardır. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Rukyede şirk olmadıkça, mahzuru olmaz.) [Müslim]

Âyet-i kerimeyle ve hadis-i şeriflerle yapılan rukye caizdir, buna, taviz denir. Taviz caizdir ve inanana, güvenene fayda verir. Manası bilinmeyen veya küfre sebep olan rukyeye efsun denir. Bunu veya nazarlıkları kendi üzerinde taşımaya, temime denir. Muhabbet hâsıl etmek için yapılan rukyelere tivele denir. Zevcin zevcesini sevmesi için tivele denilen sihri yapmak haramdır. (Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye)

Büyü yapmak ve yaptırmak
Sual:
Büyü var mıdır, insanlara tesir eder mi, büyü yapmak ve yaptırmak dinen imanı tehlikeye sokar mı?
CEVAP
Sihir yani büyü, insanları hasta yapar. Sevgi veya muhabbetsizlik yapar, cesede ve ruha tesir eder. Sihir, büyü, kadınlara ve çocuklara daha çok tesir eder. Sihrin tesiri kati, kesin değildir, ilacın tesiri gibi olup, Allahü teâlâ, isterse tesirini yaratır. İstemezse, hiç tesir ettirmez. Açlık çekerek, sıkıntılı işler yaparak, nefsini ezen, haram işlemekten zevk alamaz hale getiren kafirlerin yaptığı sihir tesir etmektedir. Böyle papazların sihir çözmeleri de tesirli olmaktadır. Şimdiki papazlar, dünya zevklerine düşkün ve nefisleri azgın olduğundan, sihir yapamaz ve bozamazlar.

Sihir yani büyü yapmamalıdır ve sihir yaptırmamalıdır, haramdır ve küfre en yakın olan, en fena haramdır. Sihre ait ufak bir şey yapmamaya çok dikkat etmelidir. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki:
(Müslüman sihir yapamaz. Allah saklasın imanı gittikten sonra, sihri tesir eder.) Sanki sihir yapınca, imanı gider.

İmâm-ı Nevevî hazretleri buyurdu ki:
“Sihir yaparken küfre sebep olan kelime veya iş olursa, küfürdür. Böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günahtır.”

Bir büyücü, sihir ile istediğini elbette yapar, sihir muhakkak tesir eder diyen ve inanan kafir olur. Sihir, Allahü teâlâ takdir etmiş ise, tesir edebilir, demelidir.

Sual: Büyüde cinlerin bir tesiri, rolü var mıdır?
CEVAP
Sihir, büyü; cinlerin insanlarda yaptıkları hastalıklardır. Müslüman cinlerden insanlara zarar gelmez. Cinler her şekilde görünür. Kafir cinler, salih insan şekline de girer. Kafir insanlar gibi, bir iyilik yapınca, küfre, fıska da sebep olurlar. Arkadaşlık ettiği insanın göstereceği kimselerde hastalık, sihir yaparlar.

Bu hastalıktan kurtulmak için, bu cinni öldürmek veya kovmak lazımdır. Cinnin zararından kurtulmak için, en tesirli iki silah; Kelime-i temcîd ve İstiğfâr duasıdır. Kelime-i temcîd; (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm)dir. Bunu okuyandan cinlerin kaçtığını, büyünün bozulduğunu, İmâm-ı Rabbânî hazretleri 174. mektubunda ve istiğfar duasının, dertlere deva olduğu hadîs-i şeriflerde bildirilmiştir.

Falcılık, Bâtıl inanç ve Hurafeler

Falcılık, Bâtıl inanç ve Hurafeler

Sual: Fal günah mıdır? Falcılık ve büyücülük aynı şey midir?

CEVAP
Yıldız falı, kahve falı, el falı gibi her çeşit fal hurafedir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Falcının, büyücünün söylediklerine inanan, Kur'an-ı kerime inanmamış olur.) [Taberani]

(Fal baktıran, falcıya inanmasa bile, kırk gün namazı kabul olmaz.) [Müslim]

Cincilere ve büyücülerin, söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bazen doğru çıksa bile, Allah’tan başkasının her şeyi bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfürdür. Büyü öğrenmek de, öğretmek de haramdır. Müslümanları zarardan korumak için öğrenmek de haramdır. Hayırlı iş yapmak için de haram işlemek, büyü çözmek için büyü yapmak da caiz değildir. Büyü yaparken, küfre sebep olan bir şey yapmak küfürdür. Böyle olmazsa, büyük günahtır. Hadis-i şerifte (Büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir) buyuruldu. (Bezzar)

Burçlara göre fal açmak da hurafedir. Her burçta doğan aynı karaktere sahip olsa, bütün dünyadaki insanlar burç sayısı kadar yani 12 karakterli olurlar. Aynı burçta doğan iki kişiden biri âlim, diğeri zalim, biri sert, öteki yumuşak olabilir. İnsanların karakterlerini burçlar tayin etmez.

Siftah olarak alınan parayı çeneye sürmek, güvercine kağıt çektirmek, misafir giden evi 3 gün süpürmemek, salı günü yola çıkmamak, sabunu elden ele vermemek, kötü bir şey söylendiği vakit eliyle bir yere tıklayarak şeytan kulağına kurşun demek, cenazede küreği birinin eline vermeyip yere atmak, lohusa kadının kırkı çıkıncaya kadar, dışarı çıkmaması, yanında birinin bulunması, hatta yanına bir süpürge olsun koymalı demek, kırkı çıkmamış iki çocuğu birbirinin yanına getirmemek bâtıl inançtır.

Hıdrellezi, Nevruzu, Noeli kutlamak, dert ve dilek için yatırlarda bulunan ağaçlara çaput bağlamak, türbelere mum dikmek, cenazeyi yüksek sesle tekbirle veya marşla götürmek, matem işaretleri taşımak, çelenk götürmek caiz değildir.

Bid’at olmayanlar
Bid’at ehli, aşağıdakileri de hurafe saymışsa da yanlış söyledikleri çeşitli kitaplarda yazılıdır:

Kur'an ve hadiste olmayıp da, icma veya kıyası fukaha ile meydana gelen hükümler bid’at değildir.

İki bayram arasında nikah yapmak caizdir. Peygamber efendimiz, Cuma gününe rastlayan bir bayram günü, namazdan sonra, nikah yapması istenince, (İki bayram arası nikah olmaz) buyurdu. Yani vakit dar, bayramlaştıktan sonra tekrar Cuma namazı için mescide geleceğiz demek istemiştir.

Nazar için kurşun dökmek, nazar boncuğu takmak, tarlaya at kafası takmak bid’at değildir. Bunlara bakılınca, gözlerdeki şua ilk defa oraya gider ve nazar önlenir. (Hindiye)

Ölü işittiği için, ölüye telkin vermek sünnettir.
Devir ve iskat bid’at değildir.
Definden sonra, mezarlıkta, cenaze sahiplerine taziyede bulunmak bid'at değildir.

Peygamber efendimizin âdet olarak yaptığı şeyleri yapmamak [mesela entari giymemek] yahut da yapmadığı şeyleri yapmak, [mesela çatal kaşık kullanmak] bid'at değildir.

Ölmüş evliyaya adak yapmak, yani mübarek bir zatı vesile edip, Allahü teâlâya yalvarmak caizdir. Mesela (Hastam iyi olursa, sevabı Seyyidet Nefise hazretlerine olmak üzere, Allah için, adak olarak bir koyun keseceğim) demek. Burada, Allahü teâlâ için kesilen adağın sevabı Seyyidet Nefise hazretlerine bağışlanıyor, onun şefaati ile, Allahü teâlâ, hastaya şifa veriyor kazayı, belayı gideriyor. Koyunu mezar başında kesmek haramdır. Puta tapanların, put yanında kesmelerine benzememeli. Türbenin avlusu genişse, bir kenarda kesilebilir.

İşleri, Allahü teâlânın yaptığına inanarak, türbelerdeki evliyadan yardım istemek, onların hürmetine dua etmek de bid’at değildir. Hazret-i Mevlana, (Ben ölünce, beni düşünün, imdadınıza yetişirim) buyurdu. Deylemi’nin bildirdiği (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı) hadis-i şerifi de, Allahü teâlânın izni ile, ölülerin dirilere yardım ettiğini göstermektedir.

Fal ve din istismarı
Kabataş parkında çoluk çocuk oturuyorduk. Esmer bir kız, yanımıza yaklaşıp, (Şu gözlüğümü bir takayım, falınıza öyle bakayım. Neyse halın, çıksın falın) dedi. Ben de, başımdan savmak için, (Biz fala mala inanmayız) dedim. Hemen, (İyi ama beyim, “Fala inanma, falsız da kalma” dememişler mi? Sen yine inanma. Falına bakar, karamsarlıktan kurtulursun, rahata kavuşursun) dedi. Falcıyı uygun şekilde uzaklaştırdıktan sonra, Peygamber efendimizin, (Falcının söylediklerine inanan, Kur’an-ı kerime inanmamış olur) buyurduğunu oradakilere söyledim. Benim hadis-i şeriften bahsettiğimi gören, bid’at sakallı bir genç, yanıma yaklaşarak, (Amca, duamı almak istemez misin?) dedi. Onun ne demek istediğini anlayamadım. Elimdeki galetayı ona verip, (Dua edersen et, bana niye soruyorsun?) dedim. Eli ile para işareti yaptı. Sonra anladım ki, (Para ver, sana dua edeyim) demek istiyormuş. Halbuki dini alet etmek doğru değildir. Çünkü Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselama, (Sakın ola ki, neslin dini geçim vasıtası yapmasın, din ile dünya menfaatini talep edenlere yazıklar olsun!) buyurmuştur.

Kabir fareleri
Kabataş’a gelmeden önce de, Beşiktaş’a uğramıştım. Mezarlığın yanından geçerken bir Fatiha okuyayım, dedim. Hemen yanıma bir genç gelip dedi ki:
- Amca hazır hatim var.
- Kaça satıyorsun?
- Amca Kur’an satılır mı, satılsa ona değer biçilir mi?
- İyi ama sana ne vereceğiz?
- Gönlünden ne koparsa...
- Sen hâfız mısın?
- Elbette amca.
Cebimden çıkardığım Tebareke cüzünü gösterip sordum:
- Şunu bir okur musun?
- Amca, hâfız olan hoca efendidir. Hatmi de o hazırladı. Ben sadece vazifeliyim.
- Hatimlerin parasını hoca efendi ile müşterek mi paylaşıyorsunuz?
- Hayır, ben aldıklarımın hepsini veriyorum. O da duruma göre az çok veriyor.
- Hoca efendi para ile Kur’an okumanın caiz olmadığını bilmiyor mu?
- Bilmez olur mu hiç?
- Biliyor da niye hatim sattırıyor?
- Amca biz hatim satmıyoruz. Hediye ediyoruz. Para veren olursa alıyoruz.
- Delikanlı müftiyüssekaleyn diye birini duydun mu? Sen şu hoca efendinin adını söyler misin?
Genç, söylediğim kelimeyi anlamadı galiba. Müftü müfettişi mi ne zannetti.
- Hoca efendi öldü, sağlığında verdiği hatimleri bağışlıyorum.
- Anlaşıldı. Bak sağlığın yerinde, alnının teri ile kazansan olmaz mı?
- Olur, bundan sonra öyle yaparım, diyerek uzaklaştı.

Dini alet etmek
Malını müşteriye gösterirken, tüccarın Allah demesi, Kelime-i tevhid okuması günahtır. Bunları para kazanmaya alet etmek olur. Müşteri çekmek için dükkanına dini levhalar asmak da, dini ticarete alet etmek olur.

Gerek şahsi, gerek siyasi menfaat veya nüfuz sağlama işine din istismarı denir ki, bunun dinimizdeki adı riyadır. Koltuk kapmak, alkış toplamak, bir grup insanı peşine takmak, herhangi bir menfaat gibi Allah rızasından başka niyetlerle yapılan her iş riya olur. Riya çok büyük günahtır. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: İyi bil ki, riya haramdır. Peygamber efendimiz, (Ahir zamanda dünya menfaati için dini alet eden, gösteriş yapan, sözleri baldan tatlı kimseler çıkar. Bunlar kuzu postuna bürünmüş birer kurttur) buyurdu. (Tirmizi)

Din alet edilerek elde edilen mala şair lanet ederek der ki:
Lanet ola ol male [makama, şöhrete] ki,
tahsiline anın ya din ola, ya ırz, ya namus ola alet.

Sual: Halk arasında, bir hanım ölünce, saçları göğsünü örtecek uzunlukta olmalıdır diye bir inanış var. Bu doğru mu?
CEVAP
Doğru değildir, aslı yoktur.

Sual: Kulak çınlaması kötüye alamet midir? Çınlayınca okunacak dua var mı?
CEVAP
Kulak çınlaması kötüye alamet değildir. Çok kimsenin kulağı çınlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kulağı çınlayan beni hatırlasın, bana salevat-ı şerife getirsin. Sonra da "Beni hayırla anana Allah rahmet etsin!" desin!) [Müslim]

Sual: Göz seğirmesi kötüye mi alamettir?
CEVAP
Hayır.

Sual: Gözü seğiren, bir şey olacağına inansa, günah mıdır?
CEVAP
Hayır. Tefeül caizdir. [Hayra yormak]

Sual: Gazetelerdeki burç sayfalarını okumanın hükmü nedir?
CEVAP
Caiz değildir.

Sual: İnsan karakterleri burçlara göre midir?
CEVAP
Halk arasında, zodyak (burçlar kuşağı) üzerinde yer alan 12 takım yıldıza "burçlar" adı verilir. Zodyak, gökyüzünde güneş ve başlıca gezegenlerin yolu üzerinde bulunduğu tasarlanan hayali bir kuşaktır. Burçlar kuşağı olarak da söylenir. Güneşin burçlara karşı olan durumunun değişmesi yüzünden, bugün burçlardan hiçbiri kendi adıyla anılan bölgede bulunmamaktadır. Bu yüzden 20. yüzyılda Güneş, 1 Ocak’ta Oğlak burcunda olmayıp Yay burcundadır. Bu yüzden de burçlarda doğanların belli bir karakter sahibi olduğu söylenemez. Her burçta doğan aynı karaktere sahip olsa, bütün dünyadaki insanlar 12 karakterli olurlar. Aynı burçta doğan iki kişiden biri âlim, diğeri zalim, biri sert, öteki yumuşak olabilir. İnsanların karakterlerini burçlar tayin etmez.

Sual: Gece tırnak kesilmez diyorlar. Ne zaman kesmeli, tırnak kesmenin dinimizdeki yeri nedir?
CEVAP
Tırnak gece veya gündüz her zaman kesilebilir. Haftanın her günü kesilebilir. Cuma günü, cuma namazından sonra kesmek daha iyi olur.

Tırnağı uzun olanın rızkı meşakkat ile, sıkıntı ile hasıl olur. Hadis-i şerifte, (Cuma günü tırnağını kesen, bir hafta, beladan emin olur) buyuruldu. Cuma namazı için gusletmek, güzel koku sürünmek, yeni, temiz giyinmek, saç, tırnak kesmek sünnettir. Tırnakları Cuma namazından önce veya sonra kesmek sünnettir. Namazdan sonra kesmek efdaldır. (Dürr-ül-muhtar)

Hadis-i şerifte, (Cuma günü tırnak kesmek şifaya sebeptir) buyuruldu. (E.Şeyh)
Başka bir hadis-i şerifte, Peygamber efendimizin Cuma günü namaza gitmeden önce, tırnaklarını keserdi. Perşembe günü de tırnak kesmek caizdir. Kesilen tırnakları gömmek iyi olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Saç ve tırnağınızı toprağa gömün, büyücüler onlarla sihir yapmasın!) [Deylemi]

Sual: Bir dileğin kabul olması için, Mekke veya Medine’den getirilen bir miktar hamur, bir gece evde kaldıktan sonra, bir bardak un, şeker ve süt katılıyor. 10 gün bu hamurun yanında hacet namazı kılınıyor. Sonra bu hamur dörde bölünüyor. Bir parçası ile tatlı yapıp ev halkı yiyor. Diğer üç parçası komşulara veriliyor. Onlar da aynı şeyleri yaparak dilekte bulunuyor. Böyle bir şeyin dinimizde yeri var mıdır?
CEVAP
Bunların aslı yoktur, uydurma şeylerdir. Dilek için çeşitli dualar vardır. [Duanın önemi ve çeşitli dualar maddesine bakınız.]

Sual: Hocalar Yıldız nameye bakıyor, günah mıdır?
CEVAP
Yıldız name fal kitabıdır, bakmak ve inanmak haramdır büyük günahtır, küfre kadar götürür.

Sual: Yasin okunup düğümleniyor, kırk adet olunca kabre konuyor, böyle yapmak uygun mudur?
CEVAP
Uygun değil, bid'attir.

Sual: Bazı yatırlara para atılıyor. Mahzuru var mıdır?
CEVAP
Kabirlere para atmak, iplik bağlamak gibi şeyler dinimizde yoktur. Bunların hiç bir faydası olmadığı gibi, bid'at olduğu için de zararlıdır.

Sual: Makas gibi kesici aletler elden ele alınmaz deniyor. Alınırsa o iki kişi kavga eder deniyor. Makas hep kapalı durmalı deniyor. Açık durursa kefen biçer deniyor. Bunların aslı var mı?
CEVAP
Aslı yoktur, hurafedir.

Hurafelerin çıkışı
Sual:
Araştırmalara göre, hurafeler, dini bilmeyen veya çok az bilen kimseler, özellikle de, kadınlar arasında çok yaygındır. Bu hurafeleri kimler, niye çıkarıyor?
CEVAP
Genelde bunları misyonerler çıkarıyor. Cahiller eliyle, bunları yaymaya çalışıyorlar. Bunların maksatları, Müslümanları kendi uydurdukları hurafelerle uğraştırmak ve itikatlarını sarsmaktır. (Medine’den gelen mektup), (Mekke’den gelen mesaj), (Rüyada görülen dua) gibi hurafeler çıkarıyorlar, sonra, (Bakın, Müslümanlar hurafelerle uğraşıyor) diyorlar. (Bu duayı 7 kişiye veya 13 kişiye gönderin, göndermezseniz başınıza şöyle bir bela gelir. Gönderen bir sürprizle karşılaşacaktır) gibi hurafeler internette dolaşmaktadır. Bu işlere alet olup da, misyonerlerin oyununa gelmemelidir.

Hıdırellez nedir?
Sual:
Hıdırellez nedir? Kimi, (Hıdırellez bir âdettir, kutlamanın hiç mahzuru olmaz) derken, bazıları da, kâfirlerin kutsal günü diyor. S. Ebediyye’de ise, (Nevruz ve Hıdırellez günleri kâfirler arasında değerli sayılır) deniyor. Hıdırellez’i kutlamakta bir mahzur var mıdır?
CEVAP
Âdet demek yanlış olur. Müslümanlıkta, miladî aylar içinde mübarek gün ve gece yoktur. 6 Mayıs Hıdırellez günü Müslümanlıkla bağdaşmaz. Hazret-i Hızır’la Hazret-i İlyas’ın buluştuğu gün diye kutlanan bir hurafedir. Kutlamak günahtır. O gün birçok hurafeler yapılmaktadır.

Bebeğin banyo suyu
Sual:
(Yeni doğan bebeğin ilk banyo suyunun toprağa dökülmesi gerekir) deniyor. Böyle bir şey var mı?
CEVAP
Öyle bir şey yoktur.

Nübüvvet mührü demek
Sual:
Yuvarlak mühür şeklinde elle yazılmış bir kelime-i tevhidi, nübüvvet mührü diye dağıtıyorlar. Bir de, yaptıkları o yazılı şekle bakan kimse için, (O sene içinde ölürse, imanla âhirete göçmüş olur) deniyor. Nübüvvet mührü diye bu yazıyı dağıtmak uygun mudur?

CEVAP
Öyle yazmaları da, dağıtmaları da uygun değildir. Çeşitli fitnelere sebep olabilir. Ayrıca itikadı düzgün değilse, dinin emrine uyulmuyorsa, kelime-i tevhide senede bir kere değil, bin kere de bakılsa, imanla ölüneceğini söylemek çok yanlış olur.

İmanla ölmek için nelerin yapılması gerektiğini dinimiz bildirmiştir. Böyle yazılara itibar edilmemelidir.

Dinimizde uğursuzluk yoktur

Dinimizde uğursuzluk yoktur

Sual: Komşularım bana, (Seni görünce, bize uğursuzluk geliyor, işimiz hiç rast gitmiyor) diyorlar. Salı günü iş yapmayı uğursuz sayanlar vardır. Dinimizde uğursuzluk diye bir şey var mıdır?

CEVAP
Uğur
, iyilik getiren şey veya belirti, hayır, iyilik, bereket.
Uğursuz, kötülük ve zarar getirdiği sanılan şey.
Uğursuzluk, bir şeyi veya bir olayı kötüye yorumlamak.

Bir şeyin, bir günün veya bir yerin uğursuz sanılması, Yahudilikte vardır. Hristiyanlıkta da, 13 rakamının uğursuzluk getirdiğine inanılır. Dinimizde ise, bir şeyi uğursuzluğa yormak yoktur. Fakat, (Şu iş veya şu ev bana uğursuz geldi) gibi sözleri söylemekte mahzur yoktur. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Müslümanlıkta uğursuzluk [bir şeyi kötüye yorumlamak] yoktur.) [Mektubat-ı Rabbani 3/41]

(Bir şeyi uğursuzluğa yorma, hayra yor! Sizden biriniz, hoşuna gitmeyen uğursuzluk zannettiği bir şey görünce, şöyle desin: "Ya Rabbi! İyilikleri veren, kötülükleri defeden ancak sensin. Lâ havle velâ kuvvete illâ bike.") [Beyheki]

(Yumuşak muamele uğurluluk [iyilik], sert davranmak uğursuzluk [kötülük] getirir.) [Harâiti]

(Uğuru [hayrı] ve uğursuzluğu [şerri] en çok olan uzuv dildir.) [Taberani]

(Kötü huy uğursuzluk getirir.) [Taberani]

Eskiden, Arabistan'da yolculuğa çıkarken, bir kuş uçururlardı. Kuş sağa uçarsa, uğurlu sayıp, yola devam ederler, kuş sola uçarsa, uğursuz sayıp geri dönerlerdi. Peygamber efendimiz bunu yasaklayıp buyurdu ki:
(Kuşlara dokunmayın, yuvalarında kalsın!) [İ. Maverdi]

Hazret-i İkrime anlatır:
Bir kuş ötüp geçtiğinde, oradakiler yorumda bulundular. İbni Abbas hazretleri de, (Hayra da, şerre de alamet değildir) buyurdu. Bir olayı hayra yormakta ise mahzur yoktur. Çünkü Peygamber efendimiz, gördüğü şeyleri hayra yorardı. Hiçbir şeyi uğursuz saymazdı. (İ. Ahmed)

Safer ayı ve uğursuzluk
Sual:
Safer ayının uğursuz olduğu, bu ayda bela ve musibetlerin geldiği doğru mudur? Başka hangi ay ve hangi gün uğursuzdur?
CEVAP
Safer ayı ile diğer ay ve günlerin uğursuz olduğu doğru değildir. Dinimizde uğursuz gün veya ay yoktur. Mektubat-ı Rabbanide bildiriliyor ki:

Günlerin uğursuzluğu, âlemlere rahmet olan Muhammed aleyhisselâmın gelmesi ile bitmiştir. Uğursuz günler, eski ümmetlerde vardı. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Günler, Allah’ın günleridir, kullar da, Allah’ın kullarıdır.) [1/256]

Yani, Allahü teâlâ kulu da, günleri de, ayları da uğursuz olarak yaratmadı. Kul, dinimizin emrine uymayıp uğursuz şeyler yaparsa, uğursuz kimse olur. Bazı günlerde kötü şeyler yaparsa, o günler ona uğursuz gelmiş olur.

Çarşamba uğursuz değildir
Sual:
Bazı günlere uğursuzluk var deniyor. Mesela Eyüp aleyhisselama bela geldiği gün Çarşamba olduğu için, o gün, kan alınmasının, hasta ziyaret etmenin ve tırnak kesmenin yasak olduğu söyleniyor. Çarşamba günü uğursuz mudur?
CEVAP
Bir şeyin, bir günün veya bir yerin uğursuz sanılması, Yahudilikte vardır. Hristiyanlıkta da, uğursuzluklar vardır. Mesela Hristiyanlar,13 rakamının uğursuzluk getirdiğine inanırlar.

Dinimizde uğursuz gün olmadığı gibi, uğursuzluk diye bir şey yoktur. İmam-ı Gazali hazretleri, (Uğursuzluğa inanmak şeytandandır) buyuruyor. Hazret-i İkrime de bildirir ki:

Resulullah, gördüğü şeyleri hayra yorar, hiçbir şeyi uğursuz saymazdı. (İ. Ahmed)

İmam-ı Rabbani
hazretleri de buyuruyor ki:
Günlerin uğursuzluğu, âlemlere rahmet olan Muhammed aleyhisselamın gelmesi ile bitmiştir. Uğursuz günler, eski ümmetlerde vardı. Hiçbir gün, başka günlerden üstün değildir. Cuma, Ramazan ve diğer mübarek günler, İslamiyet üstün tuttuğu için üstündür.

Ruhul-beyan’da, Tevbe suresi, 37. âyetinin tefsirinde diyor ki:
(Resulullah teşrif edince, günlerin müminlere uğursuz olmaları kalmadı.)

Üç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Müslümanlıkta uğursuzluk yoktur.) [Mektubat-ı Rabbani 3/41]

(Uğursuzluğa inanan bizden değildir.) [Bezzar, Hadika]

(Uğursuzluk düşüncesinin, kendisini, ihtiyacı olan bir işi yapmaktan alıkoyan kimse, Allah’a şirk koşmuş sayılır.) [İ. Ahmed]

Dinimizde uğursuz gün yok ama, uğurlu sayılan mübarek gün ve geceler vardır. Bunlar mübarek diye, ötekilere uğursuz demek yanlış olur.

Çarşamba ve Cumartesi hacamat yaptırmak mekruhtur. Bir rivayette de Cuma günü de kan aldırmak mekruhtur. Mekruh olması, bu günlerin uğursuz gün olduğunu göstermez.

Cumartesi günü oruç tutmak mekruh, bir rivayette de Cuma günü de oruç tutmanın mekruh olduğu bildirilmiştir. Cuma ve cumartesi günü oruç tutmak, mekruh olduğu için, bugünlere uğursuz denmez. Bayram günleri de oruç tutmak haram olduğu için uğursuz denmez. Allahü teâlâ uğursuz gün ve uğursuz ay yaratmamıştır. Yarattığı hiçbir şey de lüzumsuz değildir.

İbni Abidin hazretleri, kendi zamanında Pazartesi, Çarşamba ve Cumartesi günleri hasta ziyareti yapılmaması şeklinde bir âdet olduğunu, bu âdete uymanın mahzuru olmadığını bildiriyor. Bu ifade, bu günleri hasta ziyaret etmenin uğursuz olduğunu göstermez. Halkın âdet ettiği şeylerin aksini yaparak tepkiye sebep olmamalı deniyor. Mesela Urfa’daki balıklı gölün balıklarını yiyen ölür deniyor. Tıbben aksi ispat edilmediği sürece böyle şeyleri yememek iyi olur.

İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(İnsan, şu üç şeyden kurtulamaz: Uğursuzluk, su-i zan ve haset. Su-i zan edince, buna uygun hareket etmeyin. Uğursuz sandığınız şeyi, Allaha tevekkül ederek yapın. Hased ettiğiniz kimseyi hiç incitmeyin!) [Beyheki]

(Bir şeyi uğursuz sayan, ona itibar etmesin ve işinden geri kalmasın!) [Taberani]

Uğur ve uğursuzluk
Sual:
Eve yarasa girmesi uğursuzluk mudur? Şu iş bana uğurlu veya uğursuz geldi demek caiz midir?
CEVAP
Uğursuz demek caiz değil, uğursuz geldi demek caizdir. Mesela 13 sayısı uğursuz bir sayıdır demek, kara kedi görmek uğursuzluk getirir demek, caiz değildir. Fakat, bir şeyin bize uğursuz geldiğini söylemekte mahzur yoktur. Mesela yeni bir mahalleye taşınan birinin, "burası bana uğursuz geldi, buraya taşındığımızdan beri başıma gelmeyen iş kalmadı" demesinde mahzur yoktur. Bir hadis-i şerif meali:
(Bir şeyi uğursuzluğa yorma, hayra yor!) [Beyheki]

Uğur, iyilik getirdiği sanılan şey veya belirti, hayır, iyilik, bereket demektir.

Uğursuz, kötülük ve zarar getirdiği sanılan şeydir. Yahudiler ve Hristiyanlar, uğursuzluk var sanıyorlar.

Uğursuzluk, bir şeyi veya bir olayı kötüye yorumlamaktır. Dinimizde uğursuzluk yoktur. Eve yarasanın girmesi uğursuz değildir.

"Uğurlu olsun" demek
Sual:
Bir şey alınınca, (Hayırlı uğurlu olsun) deniyor. Ben, (Uğurlu olsun) ifadesini beğenmiyorum. Dinde uğur diye bir şey var mıdır?
CEVAP
Evet, dinimizde uğur var, uğursuzluk yoktur. Uğur, iyilik getiren şey veya belirti, hayır, bereket demektir. Uğurlu olsun demek, (Hayırlı olsun, bereketli olsun, iyi netice versin, faydasını gör) demektir. Böyle duanın mahzuru olmaz, aksine iyi olur.

Sual: Zamanda, herhangi bir eşyada ve yerde uğursuzluk diye bir şey var mıdır?
Cevap:
Bir şeyin, zamanın, yerin uğursuz olması, Yahudilikte vardı. İslâmiyette uğursuzluk yoktur. Cahillerin sünnet veya vacip sanacakları şeyi yapmak mekruh olur.

Uğursuzluk yoktur!
Sual: İslâm dininde, günlerde veya eşyalarda uğursuzluk diye bir şey var mıdır?
Cevap:
Uğursuzluğa inanmamalı, tesir eder sanmamalıdır. Rûh-ul-beyânda, Tevbe suresi, 37. âyetinin tefsirinde deniyor ki:
“Resulullah Efendimiz teşrif edince, günlerin müminlere uğursuz olmaları kalmadı.”

Bir hastalığın sağlam insana elbette geçeceğini kabul etmemelidir. Allahü teâlâ dilerse geçer, dilemezse geçmez. Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
(Müslümanlıkta, uğursuzluk ve hastalığın sağlam kimseye muhakkak geçmesi yoktur.)

Bununla beraber, tehlikeli şeylerden, şüpheli yerlerden kaçınmak vaciptir. Hastalığa yakalanmamak için tedbir almalıdır. Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları kaybolan şeyleri bilir sanmamalıdır.

Şerh-ı akâid kitabının başında deniyor ki:
“İnsanın bir şeyi bilmesi, his organı ile, güvenilir haber ile veya akıl ile olur. His organları beştir. Güvenilir haber ikidir: Tevatür ve Peygamber haberleri. Tevatür, her asrın güvenilen insanlarının hepsinin söylemesidir.

Akıl ile bilmek de ikidir: Düşünmeden hemen bilinirse, Bedihi denir. Düşünmekle bilinirse, İstidlali denir. Her şeyin, kendi parçasından büyük olduğu bedihidir. Hesapla edinilen bilgiler istidlalidir. His organları ve akıl ile birlikte hasıl olan bilgiler, Tecrübidir.” Görülüyor ki, İslâm dininin, hesabın ve tecrübenin bildirmediği şeylere Gayb denir. Gaybı ancak, Allahü teâlâ ve Onun bildirdikleri bilir.

Görülmeyen olay ve varlıklar

Görülmeyen olay ve varlıklar

Sual: Bazıları, (Melek, cin, şeytan gibi varlıkları göremiyoruz. Görülmeyen şey yoktur) diyor. Bazıları da nazara bâtıl inanış diyorlar. Bu konularda âyet, hadis yok mudur?

CEVAP
(Melek, cin, şeytan gibi varlıkları göremiyoruz. Görülmeyen şey yoktur) sözü, çok basit, çok yanlış, ilme aykırı bir sözdür.

Dünya, bir imtihan yeridir. Allahü teâlâ, Bekara suresinin başında gayba imanı, yani görmeden inanmamızı emretmiştir. İyi ile kötünün, inananla inanmayanın ayırt edilmesi için bir imtihan gerekir. Allahü teâlâ imtihan etmeden de kullarının ne yapacağını, suç, günah işleyeceğini bilir. Fakat, henüz suç işlemeden cezalandırılsa, Suçum yokken, imtihan edilmeden, beni cezalandırmanız doğru değil diyebilir. İşte bunun gibi sebeplerle, insanlar imtihan için dünyaya getirilmiştir. Söz dinleyenle, dinlemeyen, suç işleyenle işlemeyen belli olsun diye, bazı yasaklar konmuş, bazı ibadetleri yapma mecburiyeti getirilmiştir. Mesela (domuz eti veya besmelesiz kesilen kuzu eti niye haram) diye soruluyor. Etin mutlaka bir zararı olduğu için değil, emri dinleyenle dinlemeyen belli olsun diye de haram edilmiş olamaz mı?

Bu öyle bir imtihan ki sorular da, cevaplar da bellidir. Kabirde ne sorulacak, ahirette ne sorulacak hepsi bellidir. Ben soruları ve cevapları bilmiyordum diye itiraz edilemeyecektir.

Cin, şeytan, nazar, Cennet, Cehennem gibi şeylerin görülmemesi de bir imtihandır. Görüldükten sonra imtihanın ne önemi kalır?

İyi ile kötünün, bilenle bilmeyenin, çalışkanla tembelin, inananla inanmayanın ayırt edilmesi için bir imtihan gerekmez mi?

İnsanlar akla tâbi olurlar
Melek, cin, şeytan gibi varlıkları göremiyoruz. Bunların var olduğu Kur'an-ı kerimle ve hadis-i şeriflerle sabittir. Peki, göz tek başına her zaman bir ölçü olabilir mi? Göz neleri görür, neleri göremez?
Görünüşe aldanmamalıdır. Akıl, çok zaman gözün yanlışını çıkarır. Göz ile pencereden güneşe baktığımız zaman, güneşin, bir tepsi kadar olduğunu zannederiz. Fakat, akıl, güneşin dünyadan büyük olduğunu söylüyor. Gözümüzün aldandığı açıktır. Meleğe, şeytana, cine, nazara inanmayanlar, elbette, (Biz gözümüzün gördüğüne inanırız. Güneş, top kadar küçüktür) diyemezler. Diyemediklerine göre, göz her zaman ölçü olamaz. Görmedikleri şeye yok diyemezler.

Gözle görülmeyen şeylerin yok olduğunu söylemek, akla değil, his uzuvlarına tâbi olmak demektir. Hayvanlar his uzuvlarına tâbi olur, insanlar ise, akla tâbi olurlar. İnsanların his uzuvları, hayvanlarınkinden daha geridedir. Köpek çok kuvvetli koku alır. İnsan, bu kadar koku alamaz, gecenin zifiri karanlığında yarasa gibi hareket edemez, kedinin gördüğü gibi karanlıkta göremez.

Mıknatısın magnetik gücünü gözümüzle göremiyoruz. Fakat demiri çekmesinden mıknatısta bir güç olduğunu anlıyoruz. Kumanda âleti ile, TV'yi açıp kapatıyoruz. Kumanda âletinde gözümüzle görmediğimiz bir güç, bu işleri yapıyor.

Uzaktan kumandalı bir âletle, otonun kapılarını açıp, arabayı çalıştırabiliyoruz. Fakat bu işi yapan gücü gözümüzle göremiyoruz. O halde, hisse değil, akla değer vermek lazımdır.

Lazer ışınları ile çeşitli ameliyatlar yapılıyor. Demir bile kesiliyor. Bu ışınları, magnetik dalgaları gözümüzle göremiyoruz. Göremediğimize yok demek akla, ilme uygun değildir.

Bir teldeki elektrik akımını gözümüzle göremiyoruz. Fakat yaptığı işlerden, mesela elimizi dokunduğumuz zaman, bizi çarpmasından, içinde cereyan olduğunu anlıyoruz. Göz ile görmediğimiz için cereyanı inkâr etmek mi gerekir?

Yer çekimini de gözümüzle göremeyiz. Fakat cisimlerin havaya doğru değil de yere doğru düşmesinden yerde bir çekim kuvvetinin olduğunu anlıyoruz. Karanlıkta göremediğimiz gibi, çok kuvvetli ışıkta da göremeyiz.

İnsandaki ruh denilen bir varlığı göremiyoruz. Ancak insanları ayakta tutup hareket etmesini sağladığı için ruhun varlığını anlıyoruz.

İyiyi kötüden ve hakkı bâtıldan ayıran insana akıllı diyoruz. Halbuki aklı da göremiyoruz. Görülemeyen şeyi inkâr etmek ilme aykırı bir ahmaklıktır.

Gözle görülmediği halde, mevcut olduğu akılla anlaşılan çok şey vardır. Bazı kimseler, bir şeye bakıp beğendikleri zaman gözlerinden çıkan şualar, canlı cansız şeylerin bozulmasına sebep oluyor. Fen, belki bir gün, şuaları ve tesirlerini daha iyi açıklayacaktır. Nazar gözle görülmez ama, diğer tesir eden şeyler gibi neticesinden anlaşılır. Toplumda, nazarı değen insanlar vardır. Nazarın, kadınlara ve çocuklara daha çok tesir ettiği tecrübelerden anlaşılmıştır.

Akıl, göze değil, göz akla bağlıdır
(Cin ve şeytanı gözümüzle görmüyoruz. Görülmeyen şeylere inanmayız) sözünü ancak cahiller, akılsızlar ve bazı dinsizler söyler. Fenden haberi olan, normal düşünebilen ve akıl sahibi bir kimsenin, yalnız gözüne göre konuşması, karar vermesi mümkün değildir.

Akıl, göze değil, göz akla bağlıdır. Göz her şeyi göremez. Mesela tecrübeler neticesinde havanın içinde çeşitli gazlar bulunduğunu biliyoruz. Gözümüzle havayı ve içindeki gazları göremiyoruz. Göremediğimiz için, aklımızı göze tâbi kılarak, (Hava ve gaz diye bir şey yoktur, olsaydı görürdük) demek aklı, tecrübeyi hiçe saymak olur.

Bugün fen yolu ile suyun, oksijen ve hidrojen denilen iki gazdan meydana geldiğini biliyoruz. Bu gazların biri yakıcı, diğeri de yanıcıdır. Suya baktığımız zaman ne oksijeni, ne de hidrojeni görmemiz mümkün olmaz. Hatta su renksiz olduğu için ağzına kadar dolu bir şişedeki suyu bile göremeyiz. Aklı göze tâbi kılarak, (şişede su, suda da gaz yoktur) diyebilir miyiz?

İnsanlık şerefi
Aklın önemi, insanlığın şerefi, gözün görme kuvvetiyle ölçülseydi, kedinin insandan daha şerefli olması gerekirdi. Çünkü insan, ışık olmadan, karanlıkta göremediği halde kedi görebiliyor. O halde göze değil, akla göre karar vermek lazımdır.

Bazı zehirli gazlar, renksiz ve kokusuz olduğu için görülemez ve varlığı anlaşılamaz. Tüpteki bir gazın çıkıp da odadaki insanları zehirlememesi için gaza koku katılmaktadır. Bu sayede bir odadaki gazı gözümüzle görmediğimiz halde, kokusundan dolayı anlarız.

İki biberin birinin tatlı, diğerinin acı olduğunu gözümüzle anlayamayız. Gözün vazifesi bu değildir. Göz, belli bir uzaklıktan sonraki ve belli bir büyüklükten daha küçük olan cisimleri göremez. Küçük mikroplar görülemediği gibi, çok uzaktaki koca bir insan da görülemez. Göremediğimiz için bunların yokluğunu iddia edemeyiz.

Göz her şeyi göremediği gibi, kulak da her sesi işitemez. Sağlam bir kulak, belli bir frekans ve belli bir uzaklıktaki sesleri işitebilir. Şu anda Ankara'da insanlar konuştukları halde, biz onları duyamıyor, göremiyoruz. Biz duyamıyoruz diye onların konuşmadığını iddia edebilir miyiz? Evimiz içinde çeşitli frekansta sesler bulunduğu halde, bir radyo olmadan bu sesleri duyamıyoruz. Biz bu sesleri duyamıyoruz diye varlıklarını nasıl inkâr edebiliriz?

Bu bakımdan fenne inanan bir insan, göremediği şeyi inkâr edemez. Aslen var olup da göremediğimiz şeyleri akıl reddedemez.

Bazı gezegenlerin varlığından haberdar değiliz. Bugünkü fen, bunları anlayamadığı için başka gezegenlerin yokluğu iddia edilemez. Canlıları ayakta tutan ruhu da göremiyoruz, ama inkârı mümkün değildir.

Misalleri çoğaltmak mümkündür. Fenden anlayan bir dinsiz, sadece, (Gözümle görmediğim için, cin, şeytan, melek gibi varlıklar vardır diyemem ve inceleme alanına girmediği için yoktur da diyemem) derse, daha insaflı hareket etmiş olur.

Gözle görülmeyen şeylerin yok olduğunu söylemek, akla değil, his uzuvlarına tâbi olmak demektir. Hayvanlar his uzuvlarına tâbi olur, insanlar ise, akla tâbi olurlar.

Cin ve illüzyon

Cin ve illüzyon

Sual: Cinlere, illüzyon diyenler var, doğru mudur?

CEVAP
Bazı kimselerin, cinleri hayal (illüzyon) sanarak, yok demeleri yanlıştır.
Korkudan, göz önünde hasıl olan hayaller, elbette yoktur. Fakat, bu hayalleri cin sanmak, cinden haberi olmamak demektir. Bir şeye yok diyebilmek için, o şeyi tanımak gerekir. Tanımadan yok demek, çocukça laf olur. Bu gibilere, ilim adamı demek, yersiz olur. Bütün Peygamberlerin haber verdiği ve hele, Peygamber efendimizin çeşitli zamanlarda haber verdiği bir bilgiye, akla, tecrübeye dayanmadan, zan yolu ile, çala kalem yok demek, ilim adamına yakışır bir şey değildir.

Cinlere, meleklere, Cennete, Cehenneme inanmayanlar, (Kim gitmiş, kim görmüş? Var olsalardı görürdük. Görülmeyen şeye inanılmaz) diyorlar. Gözü akla değil, aklı göze bağlı sanıyorlar. Halbuki akıl, duyu organları üstünde bir kuvvettir ve hissedilen şeylerin doğrusunu, yanlışını ayıran bir hakimdir. İnsanlar, göze tâbi olsaydı, insanlık şerefi, gözün kuvveti ile ölçülseydi, kedi, köpek ve farenin insandan daha şerefli olması gerekirdi. Çünkü, bu hayvanlar, karanlıkta da görüyor, insan ise göremiyor. O halde, göremediğine inanmak istemeyen kimse, insanlığı, hayvandan aşağı düşürmektedir. Demek ki, his organlarımız, aklın aletleridir. Hakim, kumandan akıldır. Akıl, görünmeyen, duyulmayan şeyleri reddetmediği gibi, yokluğu ispat edilemeyen ve anlaşılamayan şeylere de yok demez. Bunlara yok demek, akla uygun olmaz. (Seadet-i Ebediyye)

Cinlerin yaradılışı

Normal akla sahip bir kimse, kâinattaki muazzam nizamı incelediğinde, bunun kendiliğinden olmadığını anlar. (Dünya kendi kendine muntazam bir şekilde nasıl asırlardan beri dönebilir. Elbette döndüren bir yaratıcı vardır) der. Yaratıcıya inanan da Onun bildirdiklerine inanır. Çünkü cinleri, şeytanları inkâr etmek, Allahü teâlâyı inkâr etmek demektir. Bunun için aklı, fenni, göze tâbi kılmamalı, aksine gözü akla tâbi kılmalıdır! Akıl da tek başına hakkı bulamaz.

Akıl göz gibi, İslamiyet de ışık gibidir. Yani aklın doğru karar verebilmesi için İslamiyet ışığına ihtiyacı vardır. İslamiyet ışığı da bunların var olduğunu bildiriyor. Her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâ, (İnsan ve cinleri ancak, beni tanımaları, ibadet etmeleri için yarattım) buyuruyor. (Zariyat 56)

Nur-ül-islam
kitabında diyor ki:
Cinlerin ilk babası Can’dır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Canı da daha önce, zehirli, dumansız ateşten yarattık.) [Hicr 27]

Şeytanlar, iblisin zürriyetindendir. İblis de cin taifesindendir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(İblis cinlerdendi.) [Kehf 50]

Cin suresinin ilk âyetlerinde, cinlerden iman edenlerin de olduğu bildirilmektedir.

Nas suresinde cinlerden insanlara zarar verenlerin bulunduğu, zararlarından Allah’a sığınılması bildirilmektedir. Bu bakımdan cinleri inkâr edip, onların insanlara zarar verdiğini inkâr eden kâfir olur. Süleyman aleyhisselamın cinlerden de düzenli askerleri olduğu Kur'an-ı kerimde bildirilmiştir. (Neml 17)

Cehennem, cin ve insanlarla doldurulacaktır. (Secde 13)
Cinlerin, mümin ve kâfir olanları vardır.

Kur'an-ı kerimde cin ile ilgili daha birçok âyet-i kerime vardır. Hadis-i şerifte cinlerden korunmak için dualar bildirilmiştir. Göz ile görmediğini inkâr etmek, akla da, ilme de aykırıdır.

Cinleri inkâr etmek, Allahü teâlâyı inkâr etmektir. Bunun için aklı, fenni, göze tâbi kılmamalıdır! Aksine gözü, akla tâbi kılmalıdır! Akıl da tek başına hakkı bulamaz. Akıl göz gibi, İslamiyet de ışık gibidir. Yani aklın doğru karar verebilmesi için İslamiyet ışığına ihtiyacı vardır.

Cin ve Şeytan
Sual:
Şeytan tek midir, çok mudur? Şeytanlar, cinler gibi mi çoğalır? Cin de insana musallat olur mu? Cin ile şeytan arasındaki fark nedir?
CEVAP
İblis
, cin taifesindendir. Şeytan, sapıtan, doğru yoldan ayıran demektir. Bunun için İblisin çocuklarına şeytan denmiştir. Kur'an-ı kerimde şeytanların çok olduğu bildirilmektedir. (İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir) buyuruluyor. (İsra 27)

Şeytan ile cin arasında az fark vardır. Şeytanlar da, cin gibi ateş ile havadan yaratılmıştır. İlk insan topraktan yaratıldığı halde, toprak değil, et, kemiktir. Cin de ateş ve havadan yaratıldığı halde, ateş ve hava değildir. Cin ve şeytanlar, en ufak yerlerden geçerler, insanın içine girerler. Şeytanın vesvesesinden kurtulmak için, dine uymak gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(İblis, şeytanlarına der ki, "Et, kadın ve içki ile insanları aldatmaya çalışın! Bunlardan daha tesirlisi yoktur.") [Deylemi]

Fazla et yemenin zararlı olduğu bu hadis-i şeriften de anlaşılmaktadır.

Cin ile evlenmek, Şafii mezhebinde caiz, Hanefi’de caiz değildir. Cinnin çoğalması gaz [hava] iledir. Bundan dolayı, cin ile evlenmek, hakiki evlenmek değildir. Cinden, cin ile uğraşanlardan uzak durmak gerekir.

Her insanın yanında en az kâfir bir cin, bir şeytan bulunur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Her müslümana yüz altmış melek vekildir. Eğer insan bir an yalnız başına bırakılsaydı, şeytanlar ona taarruz ederlerdi.) [Taberani]

Şeytan ve Melek
Sual:
Şeytan, melek değil miydi?
CEVAP
İblis, meleklere hocalık etmiş ise de, melek değil, cin taifesinden olduğu din kitaplarında yazılıdır.

Cinlerle görüşmek ve cinci hocalara gitmek
Sual:
Cinlerle ve cincilerle görüşüp, onlardan faydalı bilgiler öğrenilebilir mi?

CEVAP
Hayır. Cinci hocalara da gitmemeli. Muhyiddin-i Arabi hazretleri buyuruyor ki: Hiçbir insan, cinden Allahü teâlâya ait bir bilgi edinemez, çünkü cinlerin din bilgileri pek azdır. Onlardan dünya bilgileri edineceğini sanan kimse de aldanır, çünkü faydasız şeyle vakit geçirmeye sebep olur. Onlarla tanışan, kibirli olur. (Fütuhat)

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de buyuruyor ki: İnsanın cinle tanışması, arkadaş olması zararlıdır. Onlarla konuşmak, fâsıkla arkadaşlık etmek gibidir. Onlarla tanışan, fayda görmez. Cinle tanışmaya özenmemeli, evliya-i kiramın ruhaniyetlerinden faydalanmaya çalışmalıdır. (Keşkül risalesi)

Evliya zatları tanımak, sevmek ve onlar tarafından sevilmek büyük nimettir.

Cinler

Cinler

Sual: Cin diye bir varlık var mıdır, varsa insanlar gibi erkek ve dişi olarak mı yaratılmış ve yaptıklarından sorumlu mudurlar?

Cevap:
İnsanlar, ilk olarak, topraktan yaratıldığı gibi, cin de, alevden yaratıldı. Cin de, erkek ve dişi olur. Evlenmeleri, evleri, yemeleri, içmeleri, üremeleri, ölmeleri hakkında ve Muhammed aleyhisselâmın onlara da Peygamber olduğu, Kur’ân-ı kerimi dinledikleri, ibadet ettikleri, sadaka verdikleri, iyi işlerine sevap verildiği, cin kafirlerinin Cehenneme gireceği, müminlerinin Cennete gireceği ve Cennette Allahü teâlâyı görecekleri, çeşitli kitaplarda yazılıdır.

Cinnilerin insan âlimlerine sual sorup fetva aldıklarını, insanlara vaaz etmelerini, insanlara şiir söyleyip insanların işitmesini, insanlara, hastalık tedavisi, ilaç öğrettiklerini, insandan korktuklarını, insanlara itaat ettiklerini bildiren, âlimlerimizin çeşitli yazıları vardır. Bu kitaplar, cinnin varlığını göstermektedir. Cinnilerin insanlara olan zararlarına karşı tedbir alınması, cinnin zararına karşı korunulması, cinnilerin küçükleri yükseklerine itaat ettikleri, insanların iyiliklerine karşı iyilik yaptıkları, kötülüğe karşı kötülük ve zarar yaptıkları, cinnin insanlarla alay ettikleri, cinnin insan gibi, nazarları değeceği, bilhassa Ramazan ayında azdıkları, cinnin insanlarla ibadet ettikleri, Server-i âlem efendimizin Ümm-i Mabedin çadırında misafir olduğunu Mekke ahalisine haber vermeleri, Ümm-i Mabedin Müslüman olduğunu haber vermeleri, Bedir muharebesini haber vermeleri, geçmiş şeyleri cinden sormanın caiz olduğu, ileride olacak şeyleri sormanın caiz olmadığı, müezzinlerin ezanlarına, kıyamette, cinnilerin şahit olacakları, hazret-i Ömer vefat ettiği zaman, mersiye okudukları, hazret-i Osman şehit olunca, ağlayıp inledikleri, hazret-i Alinin şehit olduğunu haber verdikleri, hazret-i Hüseyin şehit olunca ağlayıp, bağırdıkları ve başka Sahabiler şehit olunca bildirdikleri, Ömer bin Abdül'azîz hazretlerinin vefatını haber verdikleri, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ve İmâm-ı Şâfi hazretlerinin vefatlarında ağladıkları, cinnin insan kalbine vesvese getirdiği ve daha pek çok meşhur hadise ve işler kıymetli kitaplarda yazılıdır. Bunların hepsi, cinnin varlığını göstermektedir.

Sual: Cinleri inkâr eden kâfir olur mu? Cinler de Cennete girecek mi?
CEVAP
Cinler, çeşitli şekillere girebilecek kabiliyettedir. Müslümanları ve kâfirleri vardır. Dine uymakla mükelleftirler. Varlıkları, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şeriflerle sabittir. İnkâr eden kâfir olur. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.) [Zariyat 56]

(Cehennemi insan ve cinlerle dolduracağım.) [Hud 119, Secde 13]

(Hani, cinnilerden bir grubu, Kur'an-ı kerimi dinlemek üzere sana sevk etmiştik.) [Ahkaf 29]

İbni Mesud hazretleri bildiriyor:
(Bir gece Resulullah, bizimle beraberken aramızdan kayboldu. Her yeri aradık, bulamadık. O geceyi endişe içinde geçirdik. Sabah olunca, Hira tarafından gelirken gördük. “Ya Resulallah, sizi aradık” dedik. (Bana cinlerden bir davetçi geldi. Onunla beraber gittim. Onlara Kur'an-ı kerim okudum) buyurdu.) (Tefsir-i Kurtubi)

Bir hadis-i şerifte de, (Ezan okurken sesini yükselt! Çünkü, ezan okuyanın sesini işiten bütün insan ve cinler, Kıyamette ona şahitlik ederler) buyuruldu. (Buhari)

Cinler hakkındaki kaviller
Cinlerin kâfirleri, bütün âlimlere göre, Cehenneme gidecektir. Mümin cinler hakkında ise, değişik kaviller vardır:
1- İnsanlar gibi muamele görecektir.

2- Cehenneme girmeyecek, fakat toprak olacaktır.

3- Cennetin “Rabad” denilen yerindedir. Dünyadakinin tersine; insanlar onları gördüğü halde, onlar insanları göremeyecektir. Cinler defalarca Peygamber efendimizin huzuru şeriflerine gelip kendisini dinlemişlerdir. Resulullah onlara, Rahman suresini tebliğ niyetiyle okumuştur.
(Ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimetini inkâr edebilirsiniz) ifadesi bulunan âyet-i kerimeden sonra, (Rabbimizin hiçbir nimetini inkâr etmeyiz, ey Rabbimiz sana hamd olsun) demişlerdi.
Bu sure, onların da dini emir ve yasaklarla mükellef olduğuna delalet eder. Çünkü bu sure, “Sekaleyn”e [insan ve cinne] hitap etmektedir.

Kur'an-ı kerim âyetleri ve hadis-i şerifler; onların da, mükafat ve ceza için haşr edileceklerine delalet etmekte, müminlerinin Cennete, kâfirlerinin de Cehenneme gidecekleri anlaşılmaktadır.

İmam-ı Buhari buyuruyor ki:
Cin suresinin (Hakikaten biz, hidayet rehberi olan Kur'an-ı kerimi dinleyince, Ona iman ettik. Rabbine iman eden, bahstan ve rehaktan korkmaz) mealindeki 13. âyet-i kerimesindeki bahs, mükafatın eksik verilmesi; rehak da hak etmediği cezayı görmek, demektir. Bu âyet-i kerime, onların iyiliklerine karşılık mükafatlarının eksiksiz verileceğine ve günahlarına karşı fazladan ceza görmeyeceklerine delalet eder.
(Avn-ül-mürid)

Ruhun mahiyeti ve ruh çağırmak

Ruhun mahiyeti ve ruh çağırmak

Sual: Ruhun mahiyeti nedir? Ruh uykuda, ölünce olduğu gibi bedenden ayrılır mı?

CEVAP
Ruhun mahiyetini bilmek imkânsızdır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Ruh hakkında soranlara de ki: Ruh Rabbimin işlerindendir, size az bilgi verildi.) [İsra 85]

Aklın erdiği bilgileri anlayan, his organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idare eden, kullanan ruhtur. Ruh, göz vasıtasıyla renkleri, kulakla sesleri kavrar, sinirleri çalıştırır. Adaleleri hareket ettirir, böylece bedene iş yaptırır. Böyle işlere ihtiyarî yani istekli işler denir. Aklı kullanmak, düşünmek ve gülmek gibi şeyleri yapan ruhtur. Ruh, parçalanmadığı ve parçalardan meydana gelmediği için, hiç değişmez, bozulmaz, yok olmaz. Ruh, bir sanatkâra benzer. Beden, sanatkârın elindeki sanat aletleri gibidir. İnsanın ölmesi, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bu da, sanatkârın sanat aletlerinin yok olmasına benzer. (Ahlak-ı alai)

İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Cesetten ayrılan ruh, ya azaba, ya nimete kavuşur. İyilerinki yükselir, kötülerinki yedi kat yerin dibine iner. Bedenden ayrılan ruh, aletsiz, vasıtasız olarak her şeyi bilir. Bunun için, çeşitli nimet veya azapla karşılaşır. Ruh bedendeyken, bir uzuv, mesela insanın bir ayağı felç olsa, ruh bu ayağa tesir edemez. Ölüm ise, bütün uzuvların felç olmasına benzer; ancak ruh, bedenden ayrılınca, yine bilir, görür, anlar, sevinir, üzülür, bu halleri yok olmaz.

Uykuda da, ölünce olduğu gibi, ruh bedenden ayrılır; fakat rüyada ayrılmasıyla ölüm esnasında ayrılması arasında, çok fark vardır. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de, uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Elbette, düşünenler için, bunda, alınacak ibretler vardır) [Zümer 42]

İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
Uykuda, ruhun bedenden ayrılması, bir kimsenin, geziye, kendi vatanından, sevinerek ayrılmasına benzer ki, gezdikten sonra, sevinç içinde yine vatanına döner. Ölürken ruhun ayrılması, böyle değildir. Bu ayrılık, vatanı yıkılan, evleri, binaları yok olan kimsenin, vatanından ayrılması gibidir. Bunun içindir ki, uykudaki ayrılmasında, sıkıntı ve acı yoktur. Tersine, sevinç ve rahatlık vardır. Ölürken ayrılmasında ise, çok acılar ve güçlükler hâsıl olur. Uyuyanın vatanı dünyadır. Ona, dünyadaki gibi davranırlar. Ölenin ise, vatanı yıkılır. Ahirete göç eder. Ona ahiret muamelesi yaparlar. (3/31)

Allahü teâlâ, insanın ruhunu bilinemez şekilde yarattı. Ruh, madde, cisim değildir, belli bir yeri yoktur. Ruh, bedenin ne içinde, ne dışındadır, ne bitişik, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkta durdurmaktadır. Bedenin her zerresini diri tutan ruhtur. Âlemi varlıkta durduran Allahü teâlâ, bedeni de ruh vasıtasıyla diri tutmaktadır. (1/287)

Ruh çağırmak
Sual:
Bazı medyumlar, Kaybolan şeyleri ve başınıza gelecekleri de biliyoruz diyorlar. Medyum, fincanla ruh çağırırken Falancanın ruhu gel diyor. Şu, şöyle mi? gibi bir soru sorunca, fincan, evet veya hayır yazılı tarafa yahut harfler üzerinde dolaşarak hareket ediyor. Böylece sorulan şeye cevap verilmiş oluyor. Bazen isabet ettiği de görülüyor. Bunun sebebi nedir?
CEVAP
Kur'an-ı kerimde, gaybı Allah’tan başkasının bilemeyeceği bildiriliyor. (Cin 26)

Gayb, duyu organları ile veya hesap ile, tecrübe ile anlaşılmayan şey demektir. Birinin altınları çalınır. Medyuma, ruhçuya veya cinci denilen kimselere gidilir. Bunlar, çalanı tarif eder. Bazen isabet ettiği de olur. Çalınan şey, bize göre gayb ise de, çalana ve onu gören başkalarına göre gayb değildir. Onu çalanı bir cin görmüşse, cin çalanı tarif eder ve bulunur. Cin gaybı bilmiş olmaz. Ruh çağırıyoruz denildiğinde de gelen cindir. Cin de geleceği, gaybı bilmez. Bilmediği Kur'an-ı kerimde yazılıdır. (Sebe 14)

Cin, gaybı bilmediği gibi, melek, hatta Peygamber de bilmez. Ancak Allahü teâlâ bildirirse, elbette onlar da bilir. (Cin 27)

Peygamber efendimizin devesi kaybolunca, münafıkın biri (Cennetten, Cehennemden bahsediyor. Halbuki kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor) dedi. O anda Allahü teâlâ, devenin nerede olduğunu Resulüne bildirdi. Peygamber efendimiz, yuları bir ağaca takılmış olduğu halde deveyi görüp tarif etti. Gittiler, tarif edilen yerde buldular. (M. Kâinat)

Birgivi Vasiyetnamesi
’ndeki (Bir kimse, ben çalınanları, kaybolanları ve bunların yerlerini bilirim dese, diyen de, buna inanan da kâfir olur. "Bana cin haber veriyor, onun için biliyorum" derse yine kâfir olur. Çünkü cin de gaybı bilmez. Gaibi yalnız Allah bilir) yazısını Kadızade şöyle açıklıyor:
(Gaybı, Allahü teâlânın vahy ve ilham ettikleri de bilir. Cin gaybı bilmez. Fakat cin, ben evliyadan duydum ki şöyle imiş derse, küfür olmaz. Ancak cinler yalan söyledikleri için onlar biz duyduk deseler de inanmamalıdır. Allahü teâlâ vahy yolu ile Peygamberlere gaybı bildirdiği gibi, ilham yolu ile de evliyaya ve müminlere de bildirir.)

Allahü teâlâ gaybı Peygamberine, evliyasına ve dilediğine bildirir. Evliyanın kerametleri çok görülmüştür. Mesela Hazret-i Ömer’in, Medine’den İran’daki ordusunu görüp, kumandanına (Dağa çekil dağa) dediği meşhurdur. Evliyanın ruhları da yardım eder. (Şevahid-ün-nübüvve)

Ruh çağıranlar, ölenin ruhu geliyor diye milleti kandırıyorlar. Kâfirlerin ruhları hapsedilmiştir. Gelmeleri mümkün değildir. Müslümanların ruhları ise, fâsıkların, kâfirlerin çağırması ile gelmez. Kâfirlerin ruhları hapis olduğu için rüyada bile görülmezler. Şeytan onların şekline girip görünür. (Miftah-ül-Cenne)

Ruhçuların ruh hakkındaki söylediklerinin hemen hepsi yalandır. Çünkü Kur'an-ı kerimde insanlara ruh hakkında çok az bilgi verildiği bildiriliyor. (İsra 85)

Ruhçular, fazla bir şey bildiklerini iddia ediyorlarsa, bu âyeti inkâr olur. İmam-ı Rabbani hazretleri, tenasühe inananın kâfir olacağını bildiriyor. (C.2, m.58)

Kötülerin halleri

Dine aykırı birçok hareketleri bulunan, kötü kimselerden de olağanüstü bazı haller görülebilir. Böyle kimseleri makbul biri zannetmemelidir! Günümüzde böyle harikulade halleri görülen kimselere hemen evliya diyorlar. Belki bunların çoğunun imanı bile yoktur. Evliya olan kimse, keramet göstermeye utanır.

Muhammed Masum Serhendi hazretleri buyuruyor ki:
(Başkalarının düşündüklerini keşfetmek, kaybolan şeylerden haber almak ve ettikleri duaların kabul olması gibi Allahü teâlânın âdeti dışında böyle şeylerin bir insanda hasıl olması, o kimsenin velî olduğunun alameti değildir. Bunlar, istidrac sahiplerinde de hasıl olur. Riyazet çekerek nefslerini parlatan kâfirlerde de hasıl olur. Bazılarında riyazet çekmeden de hasıl olmaktadır. Evliya olmak için riyazet çekmek şart olmadığı gibi, keramet göstermek de şart değildir. Fakat riyazet çekmek, harikaların çok olmasına yardım eder. Peygamberlerden başka herkesin son nefesi şüphelidir. Bu bakımdan imansız ölmekten çok korkmak gerekir.) [Mektubat-ı Masumiyye m. 182]

Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara ikram olsun diye, azılı düşmanlarını da aldatmak için âdetini bozarak, bunlar vasıtası ile sebepsiz şeyler yaratıyor. Bu harikulade haller beş çeşittir:
1- Enbiyadan meydana gelene Mucize denir.
2- Evliyadan meydana gelene Keramet denir.
3- Evliya olmayan müslümanlardan meydana gelene Firaset denir.
4- Fâsık veya günahı çok olan müslümanlardan meydana gelene İstidrac denir.
5- Kâfirlerden zuhur edene Sihir denir.

Kötü kimselerden ve gayrı müslimlerden meydana gelen olağanüstü hallerden dolayı onları iyi bir kimse zannetmemelidir!

Cinlerin etkisi
Cin, insanın içine girebilir. Bu husus hadis-i şerifle sabittir. İnsanın his ve hareket sinirlerine tesir ederek, hareket ve ses hasıl ederler. İnsanın, bu kendi söz ve hareketinden haberi olmaz. Böylece vaktiyle Roma’da ve Peşte’de ve Türkiye’de konuşan çocuk ve hastalar görülmüştür. Bunları konuşturan cin, uzak ülkelerdeki veya eski zamanlardaki şeyleri söylediklerinden, bazı kimseler, bu çocukların iki ruhlu olduğunu veya başka insanın ruhunu taşıdığını sanmışlardır. Bunun yanlış olduğunu dinimiz açıkça bildirmektedir.

Sual: Ruh yorulur mu?
CEVAP
Ruh yorulmaz.

Sual: Hayvanların ruhu ve aklı var mıdır?
CEVAP
İnsanlarda olan ruhtan hayvanda yoktur. Hayvandaki ruh, ona hayatiyet yani canlılık kazandıran bir ruhtur. Ruhun Farsça’sı can’dır. Yani hayvan da canlıdır. Ama bizdeki ruhtan onda yoktur. Hayvanda akıl da yoktur. Şehvetlerine uymaları suç olmaz. Aklı olana suç olur.

İnsan ile hayvanlar arasındaki en büyük fark insanın ruhudur. İnsanlık şerefi bu ruhtan gelmektedir. Bu ruh, ilk olarak Âdem Aleyhisselama verildi. İnsanlara mahsus olan bu ruh hayvanlarda yoktur. Maddecilerin, felsefecilerin bu ruhtan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sanabilirler. İlk insanların şekli, yapısı, asla maymuna benzemez, fakat benzese bile insan insandır. Çünkü ruhu vardır. Maymun ise hayvandır. Çünkü bu ruhtan ve ruhun hasıl ettiği üstünlüklerden mahrumdur.

Sual: Hayvanların ruhunu kim alır?
CEVAP
Hayvanların insanlarınki gibi ruhları yoktur. Kendilerine canlılık veren, yani organlarının işlemesini sağlayan sinir sistemlerinde bir kuvvet vardır. Buna hayvani ruh veya can demişlerdir. İnsanlarda da bu hayvani ruh olmakla beraber, ayrıca âlemi emirden gelen ruhları da vardır. Azrail aleyhisselam, insanlara mahsus olan ruhu alır. Bunlardan fâsık ve kâfir olanların ruhunu ise, diğer meleklere emrederek aldırır.

Ruh cisim değildir
Sual:
Ruh cisim midir, bedene nasıl etki eder?
CEVAP
Eni, boyu ve yüksekliği olan şekil almış maddeye, cisim denir. Ruh, cisim değildir. (İslam Ahlakı)

İnsan, ruh demektir. İşiten, tasarruf ve kuvvet sahibi olan, ruhtur. Beden, çalışmakla yorulsa da, ruh yorulmaz. Bedende ruhun bulunması, sütte yağın bulunması gibi değildir. Mesela, kolu kesilen kimsenin ruhundan eksilme olmaz. Başkasının yüreğiyle yaşayan bir insanın ruhunda değişiklik olmadığı için, ahlakı bozuk olan kimsenin yüreğinin, bu adama hiç tesiri olmaz. Kalble yürek aynı şey değildir. Yürek denilen et parçası, hayvanda da bulunur. İnsana mahsus olan kalbe, gönül denir. Gönül görünmez, fakat tesirleriyle anlaşılır. Kalb, elektrik cereyanı, yürek de ampul gibidir. Ampuldeki elektriği, ampul ışık verdiği zaman anlıyoruz. Elektrik gibi, kalb de madde değildir, bir yer kaplamaz. Yürekte eserleri görüldüğü için, kalbin yeri yürektir denir. Yürek değiştirmek, sanki ampul değiştirmeye benzer. Yani takılan yürek nasıl olursa olsun, takılan kimsenin kalb kuvvetinin tesiri görülür. Ampulün değişmesiyle şehir cereyanında azalıp çoğalma olmadığı gibi, yüreğin değişmesiyle, kalb kuvvetinin tesiri değişmez.

Yanmakta olan bir ampul sökülünce, yani cereyanla olan irtibatı kesilince, cereyanın bir miktarı kesilmiş olmaz. Başka bir ampul takılırsa onun da rezistans telini ısıtıp ışık saçmasına sebep olur. Salih bir kimsenin yüreği, fâsık kimseye veya kâfire takılınca, o kimsenin kalbi yine hep günah işlemek ister, kötü düşünür. Tersine, fâsık insanın yüreği, salih bir kimseye takılırsa, o kimsenin kalbi yine günah işlemek istemez, hep iyi düşünür. Yüreğin manevi bir fonksiyonu yoktur. Öldükten sonra çürüyüp gidecektir. Yahut hayvan yese veya yansa fark etmez; çünkü insan ruh demektir. Beden değişse de ruh değişmez.

İnsan, ruhu sayesinde ayakta durur. Aklı, düşüncesi, ruhu sayesinde vardır. İnsanın, vücudu bir marangozun aletleri gibidir. İnsan ölünce, aletleri olmadığından, ruh bu aletlerle bir iş yapamaz. Ancak yine de, ruh ölü olmadığı için gider, gelir, insanları tanır. Hatta vefat etmiş olan evliyanın ruhları insanlara yardım eder. Bu yardım etmesi, dünyadaki bedenindeki aletlerle değildir. Allahü teâlâ ruhlara, aletsiz de iş yapma özelliğini vermiştir. Vefat eden Hızır aleyhisselamın ruhu çok kimseye çeşitli yardımlar yapmaktadır.

Bir kimseye, başkasının bütün organları takılsa, o insanın aklında, düşüncesinde değişiklik olmaz. Marangozun eski aletleri yerine, yeni aletleri gelmiş demektir. Alet değişmekle, marangozdaki bilgi, kabiliyet değişmez. Kesmeyen bir testere yerine, iyi kesen bir testere gelirse, daha kolay iş yapar. Görmeyen gözün yerine sağlam göz takılırsa görür. Kanı, kalbi, beyni de değişse, yine düşünceye tesir etmez. Sağlam organ takılmışsa, daha kolay iş görür; çünkü insan, ruh demektir. Bir insan ölmekle, hatta yanmakla ruh yok olmaz. Sadece aletleri [bedeni] elinden alınmış olur. Ahirette ona yeni aletler verilir, yeni bir beden yaratılır. Ruh, kendisine verilen vücut sayesinde, ya nimete kavuşur veya azaba düçar olur. Yani ya cennete veya cehenneme gider.

Ruhun mahiyetini bilmeyen veya Allah’ın kudretinden şüphe eden kimse, insanın yanınca yok olduğunu, kabir suali ve kabir azabının olmadığını zanneder. Hâlbuki kabir suali ve azabı haktır.

Abdulhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
İnsan ölürken ruhunun ölmediğini âyet-i kerime ve hadis-i şerifler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Velilerin ruhları, diriyken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler.(Mişkat)

Ruh mahlûktur
Sual:
Bazıları, (Kur'an Allah'ın kelamı olup mahlûk olmadığı gibi, insanların ruhu da Allah'ın nefesidir, mahlûk değildir) diyorlar. Ruhlar mahlûk değil mi?
CEVAP
Evet, ruhlar mahlûktur. Bu çok yanlış bir görüştür. İslam âlimleri, (İnsan, ruh demektir) buyuruyor. O zaman insan için mahlûk değil demek ne kadar yanlış, ne kadar tuhaf olur. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Âlimlerden birkaçı, (Yedi şey, yani Arş, Kürsi, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem ve Ruh denilen mahlûklar yok olmayacak, sonsuz var olacaklardır) dediler. Bu sözleri, bu mahlûklar, yok olamaz demek değildir. Allahü teâlâ, var etmiş olduğu şeylerden, dilediklerini tekrar yok edecek, dilediklerini de, yalnız kendi bileceği fayda ve sebeplerden dolayı, hiç yok etmeyecek, bunlar sonsuz var olacaklardır. (Mektubat 3/57)

Ruhun ağırlığı ölçülebilir mi?
Sual:
(Biz, ruhu iyi biliriz. Ruhun ağırlığı vardır. Bir kimseyi ölmeden önce tarttık, ölünce 26 gram eksildi. Tecrübeyle sabittir ki, ruhun ağırlığı 26 gramdır) diyenler var. Ruhun mahiyetini bildiren ilim var mıdır?
CEVAP
Ruhun mahiyetini bilmek imkânsızdır. Bir âyet-i kerime meali:
(Ruh hakkında soranlara de ki: Ruh, Rabbimin işlerindendir, ruh hakkında size az bilgi verildi.) [İsra 85]

Allahü teâlâ, (Size az bilgi verdim) buyururken, ruhçuların, Allah'ı yalanlar gibi, (Biz ruhu iyi biliriz) diyerek, ruh hakkındaki söylediklerine itibar edilmez. Sanki ruh bir maddeymiş gibi,(Ağırlığı 26 gramdır) denmesi çok yanlıştır. Çünkü İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
Ruh, her şeyden daha latif [maddenin en hafifi olan hidrojen gazından, hattâ bir elektrondan da daha hafif] olduğundan, madde bile olmadığından, her ne ile birleşirse onun hâline, şekline ve rengine girer. (1/99)

Ruhların tanışması
Sual:
Bazı kimselerle, daha önce tanışmışız gibi, onları seviyor ve rahatça kaynaşabiliyoruz. Bunun sebebi nedir?
CEVAP
Ruhlar yaratıldığı zaman, birbirleriyle tanışanlar, dünyada da birbirlerini severler. İki hadis-i şerif:
(Müminlerin ruhlarından ikisi, aralarında bir günlük mesafe olduğu hâlde birleşirler. Oysa biri diğerini hiç görmüş değildir.) [İ. Ahmed]

(Ruhlar yaratıldığı zaman tanışanlar, birbirlerine yakınlık gösterirler, tanışmayanlar birbirlerinden nefret edip kaçarlar.) [Müslim]

Ruh mekânsızdır, madde değildir
Sual:
Bir hikâyede, bir âlim zat, 1915 yılında Mescid-i Nebevî'nin bir köşesinde ağlarken oranın türbedarı ona neden ağladığını sorar. O da, (Resulullah'la her zaman görüşebilirken şimdi görüşemediğim için ağlıyorum) der. Türbedar, gece Resulullah'ı rüyasında görür. Resulullah'ın türbedara, (Şu an Çanakkale'deyim ve Türk askerlerine yardım ediyorum) buyurduğu söyleniyor. Bu hikâye uydurma değil mi?
CEVAP
Evet, tamamen uydurmadır. Çünkü ruh, madde değildir, aynı anda birden fazla yerde bulunabilir. Çanakkale'deki ruhu, türbedar [kabr-i şerifin bekçisi] görüyor da, âlim olan zat niye göremiyor? Bu, Hristiyan hurafecilerin bir uydurmasıdır. Onlar böyle şeyler uydurup, arkasından, Müslümanlarla alay ediyorlar.

Ahmed ibni Hacer-i Heytemî hazretleri buyuruyor ki: Resulullah efendimiz, ölmek üzere olan herkese göründüğü gibi, çeşitli yerlerde, çeşitli şekillerde, bir anda görülebilir. Bu olaylar, Allahü teâlânın kudretinin büyüklüğünü gösterir. Allahü teâlânın kudretiyle evliya zatların, çeşitli şekiller aldığı çok görülmüştür. Hasan Mûsulî'nin ve başkalarının böyle göründükleri meşhurdur. (Fetâvel-kübrâ c.2 s.9)

Allahü teâlâ, Azrail aleyhisselama aynı anda, birden fazla kişinin canını alma kuvvetini vermiştir. Bunun gibi, biri doğuda, biri batıda iki talebesi olsa, ikisinin de aynı anda eceli gelse, mürşid-i kâmil olan bir zata,ikisine de yetişip, imanla ölmelerine yardım etme gücünü ihsan ediyor. Selefîler, Allahü teâlânın böyle bir kudrete sahip olduğunu anlayamıyorlar.

Ruh ve sütteki yağ
Sual:
Ruhu (Sütteki yağ gibidir) diye tarif etmek doğru olur mu?
CEVAP
Doğru olmaz. Çünkü ruh, madde, cisim değildir. Yağ ise maddedir.

Kur’an-ı kerimde ruhun mahiyetinin bilinemeyeceği bildiriliyor. Ruhun sadece bedeni ayakta tutan, ona canlılık veren bir kuvvet olduğu biliniyor, mahiyeti bilinmiyor. Ruhun ne olduğu değil, daha çok ne olmadığı biliniyor.

İsra sûresinin 85. âyeti, ruhun ne olduğunu anlatmayı men etmektedir. (İslam Ahlakı)

Bedende ruhun bulunması, sütte yağın bulunması gibi değildir. Sütün bir kısmı alınınca yağın da bir kısmı alınmış olur. Ama bir uzvu mesela kolu kesilen kimsenin, ruhunda eksilme olmaz.

Ruh, radyo dalgalarına benzetilebilir. Bu dalgalar madde değildir, yer kaplamazlar, ama (Her yerde vardır) denir. Çünkü her yerde bulunan radyoda ses hâsıl ediyorlar.

Ruh, elektriğe de benzetilebilir. Yanmakta olan bir ampul sökülünce, yani cereyanla olan irtibatı kesilince, cereyanın kuvveti kesilmiş olmaz. Başka bir ampul takılırsa onun da rezistans telini ısıtıp ışık saçmasına sebep olur. Ampul patlayınca cereyan yok olmadığı gibi, insan ölünce ruhu da ölmüş olmaz.

Salih bir kimsenin yüreği, fâsık kimseye veya kâfire takılınca, o kimsenin kalbi yine hep günah işlemek ister, kötü düşünür. Tersine, fâsık insanın yüreği, salih bir kimseye takılırsa, o kimsenin kalbi yine günah işlemek istemez, hep iyi düşünür. Kalb ayrı, yürek ayrıdır. Kalb de ruh gibi madde değildir. Madde ve cisim olan yüreğin manevi bir fonksiyonu yoktur. Öldükten sonra çürüyüp gidecektir. Yahut hayvan yese veya yansa fark etmez. Çünkü insan ruh demektir. Beden değişse de ruh değişmez, azalma çoğalma olmaz. Bunun için, (Ruh sütteki yağ gibidir) demek yanlıştır.

Uydurma hikâye
Sual:
Geçen günkü bir yazıda Peygamber efendimizin Çanakkale’de savaşan Müslümanlara yardım ettiği inkâr ediliyor. Mucize nasıl inkâr edilir?
CEVAP
Hâşâ hiçbir Müslüman, mucizeyi inkâr etmez. Peygamber efendimiz de, evliya zatlar da Allah’ın izniyle yardım eder. O yazıda, (Peygamberimiz savaşta yardım etmedi, evliya zatlar yardım edemez) denmiyor. Hikâyedeki çelişki şuradadır:
Resulullah efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", Çanakkale’de savaştığı, yani kabri şeriflerinde olmadığı için, âlim bir zat göremiyor, fakat türbe bekçisi görebiliyor. Çanakkale’de savaşınca görülmüyorsa, bekçi nasıl görüyor? (Rüya bu, uzakta da olsa görülebilir) denirse, her gün gören âlim zat niye göremiyor? Hikâyeyi uyduran, bu çelişkiyi hesaba katmamış. (Falanca sâlih kimse, bu hikâyeyi anlattı) deniyor. Dinde herkesin sözü ölçü olmaz. Ruhlar her yere gider. Medine’de olan da görür, Amerika’da olan da görür. Bekçinin gördüğünü âlim zat da görür. Ama âlim bir zatın gördüğünü bekçi göremeyebilir. Çelişkili hikâye uydurup, tasavvuf düşmanlarına tenkit fırsatı vermemelidir.

Ruhun ve nefsin gıdası
Sual: Ruhun ve nefsin gıdasının, lezzetlerinin farklı, birbirine zıt olduğu kitaplarda bildirilmektedir. Buna rağmen ruh nasıl oluyor da nefsin gıdasını kendi gıdası zannedebilir?
Cevap:
Konu ile alakalı olarak Mektûbât kitabının 99. mektubunda buyuruluyor ki:
“Ruh ile ceset, her bakımdan, birbirinin aksi, zıddı olduğundan, bunların bir arada kalabilmesi için, Allahü teâlâ, ruhu nefse âşık etti. Bu sevgi, bunların bir arada kalmasına sebep oldu. Kur’ân-ı kerim, bu hâli bize haber veriyor. Vettîn suresinin bir âyetinde mealen;
(Biz insanın ruhunu, güzel bir surette yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik) buyuruldu. Ruhun bu dereceye düşürülmesi ve bu aşka tutulması, kötülemeye benzeyen bir metih, övgüdür. İşte ruh, nefse karşı olan bu aşkı, sevgisi sebebi ile, kendini nefis âlemine attı ve nefse tabi, esir oldu. Hatta, kendinden geçti, kendisini unuttu, nefs-i emmare hâlini aldı. Ruh, her şeyden daha latif, maddenin en hafifi olan hidrojen gazından, hatta bir elektrondan da daha hafif olduğundan, madde bile olmadığından, her ne ile birleşirse onun hâline, şekline ve rengine girer. Kendini unuttuğu için, evvela kendi âleminde, derecesinde iken, Allahü teâlâya olan bilgisini de unuttu, cahil ve gafil oldu. Nefis gibi cehalet karanlığı ile karardı. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu, acıdığı için, Peygamberler gönderip, bu büyükler vasıtası ile ruhu kendine çağırdı ve sevgilisi olan nefse uymamasını, nefsi dinlememesini ona emretti. Ruh bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan yüz çevirir ise, felaketten kurtulur. Yok eğer, başını kaldırmaz, nefisle beraber kalmak, bu dünyadan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, saadetten uzaklaşır.

İşte ruh, bu hâlde kaldıkça, nefsin gafleti, cahilliği, ruhun da gafleti, cehaleti olur. Yok eğer, ruh, nefisten yüz çevirir, ondan soğur, onun yerine Allahü teâlâyı severse ve kendi gibi, bir mahluku sevmekten kurtulup, sonsuz var olana âşık olup, bu aşk ile kendinden geçerse, zahirin, yani nefsin gafleti, cehaleti, batına, yani ruha sirayet etmez. O, Allahü teâlâyı bir an unutmaz. Nefsin gafleti, ona nasıl tesir etsin ki, o nefisten, tamamen ayrılmıştır. İşte bu vakit, zahir gaflette iken, batın âgâhtır, uyanıktır. Her an Rabbi iledir.”

Kalp ve ruhun mahiyeti
Sual: Ruh nasıl ve ne şekilde bir varlıktır, yaratılanlardan nelere benzemektedir?
Cevap:
Kalp ve ruha, eski Yunan felsefecileri ve bunların taklitçileri, Nefs-i nâtıka, kısaca nefis demişlerdir. Halbuki, tasavvuf ve ahlak bilgilerinin mütehassısı olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri, nefsin, kalbin ve ruhun birbirinden farklı varlıklar olduklarını ve Nefs-i nâtıka, nefsin ismi olduğunu bildirmektedir. İsrâ sûresinin 85. âyetinde meâlen;
(Sana ruhtan soruyorlar. 'Ruh, Rabbimin yarattığı varlıklardan biridir' diye cevap ver) buyuruldu.

Bu âyet-i kerime, ruhun ne olduğunu anlatmayı menetmektedir. Bunun içindir ki, İslâm âlimleri, ruhun ne olduğunu konuşmaktan sakınmışlardır. Fakat, Kur’ân-ı kerimden anlaşılıyor ki, ruhun yalnız hakikatini, ne olduğunu konuşmak yasaktır. Yoksa hassalarını, özelliklerini anlatmak yasak değildir. Bunun için, âlimlerin çoğu, talebeye ve sual edenlere, kalbin ve ruhun cisim olmadıklarını, bir Cevher-i basît olduklarını söylediler. Aklın erdiği bilgileri anlayan, his organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idare eden, kullanan hep bu ikisidir. Tasavvuf büyükleri, kelam âlimleri böyle söylemişlerdir.

Sual: İnsan ölünce, ruhu ne olur, bir yere gider mi yoksa yok mu olur?
Cevap:
İnsan ölünce, ceset çürüyünce, kalp ve ruh yok olmaz. Ölmek, bunların bedenden ayrılması demektir. Bedenden ayrılınca, mücerred yani maddi olmayan âleme karışırlar. Kıyamete kadar yok olmaz. Din âlimleri, felsefeciler ve mutaassıp olmayan fen adamları böyle söylemiştir. Tabiatçılardan az bir kısmı, bu söz birliğinden ayrılmış, doğru yoldan kaymıştır. Bunlar, insanı, çöldeki otlara benzettiler. İnsan ot gibi biter, büyür, yok olur, ruhu kalmaz dediler. Böyle söyledikleri için Haşhaşîler, yani Otçular adı ile anıldılar. Din âlimleri ve felsefeciler, bu otçuların düşüncelerini çeşitli delillerle reddettiler.

Ruh âlemini akıl ile anlamak
Sual: Kendi aklını ölçü alıp, tasavvuf âlimlerinin, ruh âleminden keşif yoluyla anlayıp bildirdiklerini, akla uygun değildir diye kabul etmemek, akla da ilme de uygun olur mu?
Cevap:
Bu konuda Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretleri buyuruyor ki:
“Milyonlarca yıldızın bir araya gelip bir sistem kurduğunu ve her sistemin boşlukta bozulmadan hareket ettiğini söyleyen astronomi adamlarının sözlerine, görmeden inanıldığı gibi, tasavvufçuların keşfettikleri, bildirdikleri âlem-i misâl ve ruh âlemine de inanmak lazım gelir.”

İnkâr edenlere değil, haber verenlere inanmak doğru olur. Aklı olan, fen bilgisinden haberi olan, Allahü teâlânın varlığını ve birliğini hemen anlar ve ispat eder. Ahirete inanmak, böyle değildir. Buna, Allahü teâlâ haber verdiği için inanılır. Halbuki, akla uyan kimsenin, kendisi bu ruh âlemine ve sırlarına kavuşamasa, bilemese de, bunu, hiç olmazsa, olmayacak şey değildir diyerek, reddetmemesi lazımdır.

Nitekim, akla uyanların önderlerinden olan İbni Sînâ;
“Olamayacağı ispat edilemeyen bir şeye, olamaz dememelidir. Çünkü, ispat etmeden olamaz demek, anlamadığına inanmamak gibi, ayıp ve kusurdur” demiştir.

Ruh ve beden

Ruh ve beden

Sual: Araf suresinin 172. âyetindeki “Kâlu belâ” tevil edilip, ruhların bedenlerden önce yaratıldığı söyleniyor. Doğrusu nedir?
CEVAP
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
Âdem aleyhisselam yaratılıp, beli mesh edilince, zerreler halinde nesli çıktı. Bir kısmı sağ tarafına, bir kısmı sol tarafına kondu. Allahü teâlâ buyurdu ki:
İşte bu sağdakiler, Cennet ehlinin amelini yapacaklarından, Cennetlik olanlardır. Bunların amellerinden bana bir fayda ve zarar yoktur. Bu soldakiler, Cehennem ehlinin amelini yapacaklarından, Cehennemlik olanlardır. Bunlardan da, bana bir fayda ve zarar yoktur.

Âdem aleyhisselam sordu:
— Ya Rabbi! Cehennem ehlinin ameli nedir?
Bana şirk koşmak ve gönderdiğim peygamberlere inanmamak ve onlar vasıtasıyla gönderdiğim kitaplardaki emir ve nehyimi tutmayıp, bana isyan etmektir.

Âdem aleyhisselam dua etti:
— Ya Rabbi! Bunları kendilerine şahit kıl! Umulur ki, Cehennem ehli ameli işlemezler.

Allahü teâlâ da, nefslerini şahit yapıp, (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) buyurdu. Hepsi, (Evet, biz şahidiz, Rabbimizsin) dediler. Allahü teâlâ, melekleri ve Âdem aleyhisselamı da şahit tuttu ki, onlar Allahü teâlânın Rab olduğunu tasdik ve ikrar ettiler. Bu sözleşmeden sonra, onları tekrar eski mekânlarına gönderdi, çünkü bunların hayatları yalnız ruhani bir hayat idi. Cismani bir hayat değildi.

Allahü teâlâ, bunları Âdem aleyhisselamın sulbüne yerleştirdi. Ruhlarını kabzedip, Arşın hazinelerinden birinde muhafaza etti. Ana rahminde, çocuğun cismani sureti tamam olduğu zaman, henüz ölüdür. Allahü teâlâ, rahimde ölü olan bu çocuğa ruh vermeyi murat buyurduğunda, Arş’ta muhafaza edilen ruhu, o cesede iade eder. Çocuk o zaman hareket etmeye başlar. Allahü teâlânın ruhlara, (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) diye sorduğu misaktan [sözleşmeden] sonraki ölüm, yani ruhun Arşın hazinelerine gönderilmesi, birinci ölüm ve şimdiki ana karnındaki hayat, ikinci hayattır.
(Dürret-ül-Fahire)

Filtrele

Geri